Toplumsal Cinnet
Okuduğunuzun çok da hoş bir başlık olmadığının farkındayım. Son günlerde ardı ardına gelen cinayet haberlerinin bendeki yansıması, maalesef bu başlıkta anlatılmak istenenden kat be kat fazlası. İstanbul’un elit mekânlarından Etiler’de meydana gelen ve insanın kanını donduracak kadar vahim olan hadisenin ardından, başkent Ankara’dan yansıyan bir diğer üzücü olay ile topluca bir cinnetin içinde olduğumuz hissine kapıldım. İnsanlar, ki burada sözün gelişi “insan” diyorum onlara, ne kadar kolayca ve maalesef ne kadar cani metodlar kullanarak birilerinin canına kıyıyorlar hayret ve dehşet duymamak elde değil. Akıl sağlığı yerinde olan bir insan bir tavuğun bile canına kıyarken hüzünlenir, akan kan rahatsız eder onu… Kaldı ki “bir insanın canını” bu denli soğukkanlıca ve bu denli iğrenç metodlarla almak, insanlıkla bağdaşmaz bir durum.
Bu cinnetin temelinde yatan nedir, onu ruh bilimcilere bırakmak gerekir aslında. Zira sağlıklı insan işi olmayan bu durumun, bizim gibi sıradan insanlarca çözümlenmesi mümkün değil. Mengen ilçemizden Münevver’in vefatının basına yansıyan ayrıntılarına, ailenin acısı taze olduğundan girmek istemiyorum. Zaten sağolsun ulusal medya didik didik ediyor!.. Hayatının baharında kaybedilen her insanın, potansiyel bir değer olduğunu düşünürüm her zaman. Münevvercik de yaşasaydı kim bilir hayat onu nerelere ulaştıracaktı. Ona Allah’tan rahmet diliyorum, ailesine de en derin taziyelerimi sunuyorum. Umarım yüce Türk Adaleti, fail ya da faillerine en ağır cezayı verecek, hem ailesinin hem de infial içindeki kamunun vicdanı biraz olsun rahat edecektir.
Basına yansıyan diğer bir vicdansızca cinayet ise, başta da söylediğim üzere Ankara’da cereyan etti. 300 bin Liralık bir miras nedeni ile işlendiği anlaşılan cinayette, aynı aileden üç kişi, mafyatik bir metodla, kafalarına sıkılan kurşunlarla öldürüldü. İlk belirlemelere göre ölen üç kişinin amcaoğlu olduğu öğrenilen gencin, ölenlerden birinin oğlu diğer ikisinin ise kardeşi olan genç ile işbirliği yaparak cinayeti işlemiş ve sonrasında yaşanan anlaşmazlık nedeni ile de suç ortağını öldürmüş olduğu ortaya çıktı. Film gibi… Aslında bu denli kolay cinayet işlenmesinin temelinde yatan nedenlerden birinin beyaz perdeden yansıyan yoğun şiddet olduğunu düşünüyorum. Son yıllarda özellikle Saw - Testere ve Hostel gibi seri filmlerle ile ayyuka çıkan istismar sinemasının etkisi ile bu tarz cinayetlerin oranının artış gösterdiği kanaatindeyim. Etkisinde kaldığı filmlerde gördüğü durumları birebir gerçek hayatta uygulayan kişilerin varlığını basına yansıyan haberlerden anımsayacaksınız muhtemelen. Örümcek Adam gibi uçabileceğini düşünerek evinin balkonundan atlayan çocuklardan tutun da, Batman adlı filmdeki Joker karakterinden etkilenerek suratını boyayan ve okul basıp birkaç kişiyi öldüren tiplere değin uzanan bir yelpazede etkileme gücü var sinemanın. Elbette aklı başında hiçbir sinemacının insanlar etkilensin, cinayetler işlensin, kan aksın diye düşünmediği aşikâr. Ancak dediğim gibi, özellikle istismar sinemasının örneklerinden insanların bazıları fazlaca etkileniyor ve orada anlatılanları gerçek hayatta uygulamaya kalkıyor. Asıl tehlikeli olan bu… Medyada buna çanak tutan bazı kerameti kendinden menkul tiplerin olduğu da hepinizin malumu. Yıllar önce Serdar Turgut adlı köşe yazarının, ki kendisi rahmetli Barış Manço’yla bile polemik yaratabilen ender insanlardandır, köşesinden okuyucularla paylaştığı bir düşünce çok ilgimi çekmişti. Sorumsuzca bir düşünceydi bu… Aynen şöyle diyordu Serdar Turgut:
“Bizim neden seri katilimiz yok? Türkiye’de cinayetler hep bir nedenden ötürü işleniyor: İşte namus cinayetidir, anlaşmazlıktır falandır filandır… Biri de çıkıp zevk için birilerini öldürse ya. Zekice tasarlanmış, bulmaca gibi, cinayet masası detektiflerini zorlayacak cinayetler…”
İlginç, bir o kadar da hastalıklı bir bakış açısı. Ve dediğim gibi sorumsuzca… Sanırım bu satırları yazarken Serdar Turgut, Chateau Margaux şarabı fazla kaçırmıştı! Geçen yıllar içinde belki de bu hastalıklı düşünceyi çok beğenmiş iki gencin, birkaç gün içerisinde hiç tanımadıkları fakat yanlış zamanda yanlış yerde olma şanssızlığına sahip kişileri, rastlantısal metodla ve salt zevk olsun diye öldürdüğü kamuoyuna yansımıştı.
Belli yerlerde olan insanların sorumluluk duygusu ile hareket etmeleri gerekiyor. Ve tabii bir de mümkünse toplumsal bir terapiye ihtiyacımız var. Ama belki de herşeyden daha önemli olan nokta, eğitimin önemini kavramamız gerekiyor. Hatırlıyorum da beni ilkokula kaydettirirken saygıdeğer öğretmenim Mustafa Şahin’e “Hocam eti senin kemiği benim” demişti, kendisi de bir öğretmen olan annem. Belki de bu yüzden aradan yıllar geçmiş olduğu halde “Şahin Hocam”a olan saygımı hiç yitirmedim. Korku demiyorum, karıştırılmasın; saygı… Bize bir harf öğretene duyduğumuz saygıdan bahsediyorum. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorunların birçoğunun temelinde, çocukların yetiştirilmesinde gözardı edilen otorite modeli eksikliği yatıyor kanımca. Aileler “aman psikolojisi bozulmasın” diyerek çocuğun her davranışını tolere ediyor, öğretmenlerin bırakın çocuklara bir fiske vurmayı, seslerini bile yükseltmeleri ebeveynlerce çağdışı kabul ediliyor, yoğun bir tepki ile karşılanıyor, sonra da okullardaki şiddetten dem vuruluyor. Hayatlarında bir otorite figürü kalmayan çocukların suç makinesine dönüşmeleri rastlantı olmasa gerek.
Bu hafta da söze bir virgül koyma vakti geldi. Ancak sizlerle paylaşmak istediğim bir konu daha var: Geçtiğimiz günlerde hayatının baharında, gencecik bir çalışma arkadaşımızı, İbrahimimizi yitirdik. Genç yaşında hayatını kazanmak için Safranbolu’dan buralara gelen ve cansiperane bir şekilde çalışırken, işinin başındayken ecelin yakaladığı İbrahim’in kederli ailesi ve çalışma arkadaşlarına başsağlığı diliyorum. Sevgili kardeşimize de Allah’tan rahmet…
Haftaya tekrar bir arada olmayı arzu ediyor, sevgiler sunuyorum değerli okurlar…