17 Eylül 2014 Çarşamba

070.17.09.2014.Babam


Babam…
Değerli dostlar 2014 yılı benim için “kayıplar yılı” oldu; Allah daha fazlasından hepimizi uzak etsin. Geçen hafta yazımda annem ve onu kaybetmem üzerine bir şeyler karalamıştım anımsayacaksınız. Annemin vefatından 2,5 ay sonra da babamı kaybettim. Bu hafta da babam hakkında birkaç söz etmek istiyorum.
Çok ironik ama annemle paylaştığımız kırk yıllık hayatın aksine babamla maalesef hiçbir olguyu paylaşma olanağı bulamadık aynı kırk yıl içinde. Şiddetli boyuttaki anlaşmazlıkları neticesinde, ben daha küçücük bir bebekken yollarını ayırmıştı annemle babam. Velayetim annemdeydi ama mahkeme belli günlerde babamla da görüşmem konusunu hükme bağlamıştı. İcra memurunun beni tutanakla annemden alıp babama götürmesi ve gün sonunda yine tutanakla anneme geri teslim etmesi hayal meyal hatırladığım bir anı sadece. Sonrasında ise bugün bile anlamakta zorluk çektiğim bir biçimde aynı şehirde yabancı haline dönüştük babamla. Belli bir yaşa değin “babanın adı ne?” ya da “baban ne iş yapıyor?” gibi çok basit sorulara muhatap olmak bile bana küfrediliyor hissi verdi. Sonraki yıllarda herkes kendi yolunu çizdi. Annem hayata yalnız devam etmeyi tercih ederken babam bir evlilik daha yaptı ve iki çocuğu daha oldu bu evlilikten. Ben ise bu durumu babam tarafından dışlanmanın son halkası olarak algıladım hep. Ta ki annemden sonra babamın da vefat etmesine dek.
Yakın zamanda kardeşlerimle de tanışma şansı yakaladım. Kaybettiğimiz yıllara inat çok yakın bir ilişki kurduk onlarla. Kırk yıl tek tabanca yaşadıktan sonra yeni tanıdığın insanların can-ı gönülden “abicim” demesi o kadar ilginç ve hoş ki anlatamam. Bu süreçte babamın haberlerini alıyordum hep kardeşlerimden. Ancak ister kırgınlık deyin ister kızgınlık ya da kuru inat, babamla ilişki kurmayı hep reddettim. Beni yıllar yılı arayıp sormadığına inandığım adamdı o. Oysa cenazesinin ardından durumun bu yönde olmadığını anladım. Kronik kalp rahatsızlığı başka sıkıntıları da tetikledi ve Haziran ayının 11’inde Üniversite Hastanesi’nde yoğun bakıma alındı. Yoğun bakıma girmeden önce, acil servisteki süreçte yanına gitmek istedim ama doktorlar o aşamada bunu uygun bulmadılar. Zaten by-pass’lı olan kalbinin buna dayanmayacağını söylediler. Ve maalesef yoğun bakımdan çıkamadı. Üç ay gibi bir süre içinde hem annemi hem de babamı kaybetmiştim. Normal şartlarda ayakta kalmam bile çok zordu. Ama Allah yardım etti ve annemin cenazesinden gelen tecrübemi de kullanarak, kardeşlerimin bu süreci atlatması için elimden geleni yapmaya çalıştım. Dedim ya babamla hiçbir olguyu paylaşma şansımız olmamıştı ama onu kabre yerleştirmek bana nasip oldu. Asıl ilginç süreç cenazesinden sonra başladı.
Babamla olduğu gibi baba tarafından hiç kimse ile tanışıklığımız maalesef yoktu. Babamın cenazesi, aileyi bir araya getirdiğinde karşılaştığım durum aynen şuydu: Uzun yıllar yurt dışında çalışıp kesin dönüş yapmış bir “gurbetçi”ye duyulan özlem ve hasretle ailemin beni bağrına basması... Bunda elbette babamın payı var. Cenazesinde tanıştığım istisnasız her insanın anlatacak güzel bir şeyleri vardı babama dair. Güzel insanmış. Keşke demenin mantığı ve manası yok ama keşke her şey daha farklı olsaydı ve babamla da sağlıklı günlerinde hayatı paylaşabilseydik. Ve kırgınlığımı, kızgınlığımı ve kuru inadımı bir tarafa atıp “baba ben geldim” deyip sarılabilseydim ona. Maalesef artık bu mümkün değil.
Tüm bu ölümler, cenazeler arasında teşekkür etmek istediğim gizli bir kahraman var ki o da sevgili eşim, baş tacım Aysun. Birbiri ardına gelen cenazelerde en büyük desteğim o oldu. Her daim beni teselli etti. Felaket derecede yorulduğu halde bir an bile suratını astığını, bir saniyeliğine de olsa “öf” dediğine şahit olmadım. Dimdik ayakta kaldığı gibi benim de yıkılmama engel olan temel direğimdi O. Bana Allah’ın verdiği en güzel armağan…
Son sözüm de boşanmış ya da boşanmak üzere olan çiftlere: Bir arada yaşamak size zulüm gibi gelse de, boşanmaktan başka bir hal çaresi olmasa da çocuklarınızı ne anasız ne de babasız bırakmayın. Onlar sizin ortak paydanız. Hem ana şefkatine hem de baba sevgisine ihtiyaçları var. Sakın ola çocuklarınızı da birbirinize karşı herhangi bir şekilde kullanmayın. Ayrılmanızın travması zaten yetiyor da artıyor bile; daha derin üzüntüler yaşatmayın onlara. Onların ana babasını seçme hakkı yoktu ama siz doğru olanı seçip çocuklarınızı sevgiyle büyütün.
Sevgi ve saygılarımla değerli dostlar…

16 Eylül 2014 Salı

069.10.09.2014-Annem

Annem…
Aylardan sonra ilk kez sosyal medya tarzı kısa kısa değil de uzun uzadıya bir şeyler yazabilmek umudu ile oturdum bilgisayarın başına. Duygularımı kelimelere salim kafa ile dökebilmemin yegâne şartı, her şeye ilaç olduğu yönünde genel kanı hâsıl olmuş olan zamanın, içimdeki yarayı biraz olsun kabuklandırabilmesi idi sanırım.
Nisan ayının başında annemi kaybettim. Kabullenmesi, yazıya dökmesinden daha zordu benim için. Dile kolay; tam kırk yıldır acı-tatlı birçok şeyi, en önemlisi de hayatın çok büyük bir bölümünü paylaştığım insanı, annemi aniden kaybetmek çok ama çok yıprattı beni. Fatma Hatun Hastanesi doktorlarından Gürkan Bey’in, yoğun bakım odasından çıkıp, camlı kapılardan geçerek yanıma gelmesi ve çaresiz gözlerle “Hastamızı kaybettik. Başınız sağ olsun!” demesi ile sanki bir anlığına benliğim vücudumu terk edip güm diye geri geldi. Tarifi imkânsız bir histi ve düşmanımın bile bu durumu yaşamasını istemem açıkçası. O ilk anda ağlayamasaydım sanırım çatlardım. Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı insanoğlu. Ancak her ölüm erken gerçekleşmiş gibi hissediyoruz nedense.
Dedim ya; kırk yıldır beraberdik annemle. Ben altı aylık bir bebekken eşinden ayrılıp tek başına beni yetiştirmeyi seçmiş, bu süreçte ne benim ne de ailesinin yüzünü hiçbir zaman yere eğmemişti bu kırk yıl içinde. Bizim toplumumuzda eşinden ayrı erkek çocuk yetiştirmeye çalışmanın bütün zorluklarına göğüs germiş, arkadaşım Ersin Danışman’ın deyimiyle “hiç kimseye eyvallahı olmamış”tı. Bu onun tercihiydi elbette ama yaptığı seçimden dolayı ne bir pişmanlığı vardı ne de bir “acaba”sı. Kırk yıl; neredeyse bir ömür mesafesi…
En ilginci de sevgili dostlar, annemin tam da doğum günümde Hakk’a yürümesiydi sanırım. Evet, kırk yıl önce;1974’ün soğuk bir 4 Nisan sabahında beni dünyaya getirmişti ve kaderin garip bir cilvesi sonucu kırk yıl sonra yine bir 4 Nisan gününde beni bırakıp upuzun, geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmıştı… Bir iş arkadaşımla cenazenin birkaç gün sonrasında yaptığımız sohbette fark ettiğimiz bir ayrıntıyı da sizlerle paylaşmak isterim. Dedim ya; doğum günümde kaybettim annemi. 1974’ün ve 2014’ün 4 Nisan zaman tablolarını çıkarıp üst üste koyduğumuzda fark ettiğimiz ayrıntı şuydu:
Annemin kırk yıl önce doğum sancısı çekmeye başladığı vakitle, ağırlaşıp onu hastaneye kaldırdığımız vakit neredeyse aynı vakitti. Rahmetli anneme sorduğumda beni sabaha karşı beş-beş buçuk gibi doğurduğunu söylerdi. Belki de yoğun bakımdaki en kasvetli saatler de sabahın o saatleri, beni doğurduğu anki saatlerdi. Ve ruhunu teslim ettiği vakitler ise doğum bittikten sonraki ilk nekahet vakitleri… Tasarlasan olmaz!
Derler ki sevdiği birini kaybeden kişinin kalbinde kırk mum yanar ve her gün bu kırk mumdan biri sönermiş. Ta ki tek bir mum kalana dek… İşte o tek mum hiç mi hiç sönmezmiş; insan kaybettiği sevdiğini unutmasın diye… Tam beş ay oldu annemin naaşını toprağa emanet edeli. O tek mum hala yanmaya devam ediyor. Bazen haddini aşıp meşale gibi dağlıyor içimi, bazen de usul usul, titrekçe yanıp unutturmaya yüz tutuyor…
Sevdiklerinizin kıymetini bilin dostlar, onlar yaşarken. Zira elbiselerine sinmiş kokuları, onları kaybettiğinizde yetmez oluyor bir zaman geldiğinde…  Sevgilerimi sunuyorum değerli okurlarım…

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...