ASGARİ MÜŞTEREKLER
Merhabalar değerli okurlar. 2025 yılında uygulanacak asgari ücret, adına tespit komisyonu denen bir ekip tarafından günler, toplantılar sonra belirlendi ve geçtiğimiz günlerde kamuoyuna açıklandı. 22.104 Türk Lirası olarak belirlenen ücret tüm yıl için geçerli olacak ve şu an için, ufukta seçim filan olmazsa eğer, ek zam düşünülmüyor. Elbette açıklanan rakam toplumun büyük bir kesimini kapsayan ve dar gelirli kabul edilen vatandaşları memnun etmedi. Tespit komisyonunun, hanımların yaptığı günler gibi toplanıp toplanıp kurabiyeler, sarmalar, börekler mi yediği, neler konuştuğu, tespit edilen rakamı ilk kimin önerdiği, bu rakamın sonundaki 4 Türk Lirasının hangi ince hesaplarla belirlenen ücrete eklendiği herkesin merakını cezbediyor! Bütçedir, mali disiplindir, sıkı para politikasıdır, orta vadeli programdır bunlar işin “uzmanları”nın konusu. Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu başka.
Toplumu bu tür olaylar öncesi ya da sonrasında toparlamaya ve yönlendirmeye çalışan bazı toplum mühendisleri var. Birçoğunu da televizyonlardan, her akşam tefrika tefrika yayınlanan ve ellerinde vileda sopasıyla koca koca ekranların önünde bilmiş bir eda ile birşeyler anlattığını düşünen “uzman”lardan teşekkül eden açık oturum programlarından tanıyorsunuz. Ve her nedense bu tiplerin ortak özelliği fakirliği, yoksulluğu, az yemek yemeyi vs yüceltmeleri. İşe dini inançları da karıştırıp “fakirler cennete zenginlerden 500 yıl önce girecek!” gibi büyük ve iddialı laflar edenler de çıkıyor aralarından. Asgari ücretin açıklanmasından hemen sonra bir söyleşiye katılan Dr. oytun erbaş isimli zat kuru fasulyenin en az kırmızı et kadar değerli olduğunu, asgari ücretin 50 bin lira olması halinde bile insanlara yetmeyeceğini (yani insanlara yaranılamayacağını), oysa fakirliğin çok çok üstün bir meziyet ve felsefi açıdan adeta nirvana olduğunu filan anlattı ballandıra ballandıra. (Kendisi o kadar isabetli ve bilimsel konuşur ki, Covid 19 salgını başladığında “Çok da şaapmayın canım, genetik olarak Türkler covid’e asla yakalanmayacak!” da demişti.) Elbette dijital dünya affetmedi bu söylemleri ve kuru fasulye yerine cağ kebabı gömdüğünü anlattığı bir başka video hemen dolaşıma çıktı. Cerrahımın dediğini yap ama yaptığını yapma! Neyse, o işin ayrı bir boyutu da, neden garibanların daha insanca yaşama arzularına, isminin önünde Dr. Prof. Doç gibi bilimsel titrler olan “bazı” kişilerce ya da şeyh, şıh gibi bezirgan tiplerce ket vurulmaya çalışıldığını çok merak ediyorum. Öyle ya, üç tarafımız denizlerle çevrili, hatta kendimize ait iç denizimiz var. Kazara taşın üstüne tohum düşse tarlaya dönüşür, o denli verimli topraklara sahibiz. Hitit, Frig, Urartu ve onlarca kadim medeniyetin, Doğu Roma’nın, Selçuklu’nun, Osmanlı’nın mirasının üzerinde oturuyoruz. Karlı tepelerin eteğinde eş zamanlı olarak denize girilebilen bir iklimimiz var. İnşaat temeli kazıyoruz, 1 metreden su fışkırıyor. Bunlara benzer tonlarca hazineye rağmen insanlar neden askıda ekmek, çıkma sebze peşinde? Üç kuruş daha az ödeyip bir pişirimlik et alabilmek için neden gecenin ayazında Et Süt Kurumu kapılarında beklemek zorunda kalıyor? Neden peygamberimiz “1 lokma 1 hırka yaşardı” diye Andersen’den masallar anlatıp da her ramazan ayında “sakız çiğnemek orucu bozar mı hocam?” tarzı soruları cevaplayarak astronomik ücretleri götürüyor bazıları? Göynük gibi adeta unutulmuş bir kasabada bile ev kiraları 15-20 bin Türk Lirası bandına dayanmışken 22.104 liralık asgari ücreti nasıl reva görüyorsunuz insanlara? En düşük emekli maaşı olan 12.500 Törkiş Lirayısöylemiyorum bile! Bozdur bozdur harca bir rakam çünkü! Cerrahım oytun’a göre insanların ona da şükretmesi lazım!
Tamam, bir mücadele verilecekse hep birlikte verelim. Herkes “gücü nispetinde” elini taşın altına koysun. Ama toplumun azınlıkta bir kesimi İsviçre gibi yaşarken 12.500 ya da 22.104 ya da başka bir absürt rakamla geçinmeye çalışan insanlar Afganistan gibi Burkina Faso gibi Sudan gibi yaşamak zorunda kalıyorsa ortada bir sorun var demektir. Ama bizim milletimiz sabırlıdır; Sevr anlaşması sonrası emperyalistlerin ve maşalarının işgallerine sabretmiştir. Ama bir noktada olanaksız şartlar içinde Kurtuluş Savaşı vermeyi de başarmıştır. Herkesin şapkasını, kasketini, külahını, takkesini önüne koyup biraz düşünmesi şarttır.
Görüşmek üzere değerli okurlar.
(Yazarın Notu: Bu yazı yayımlandığında doktor bey bir özür videosu yayımlamıştı sosyal medyada. Özür dilemek erdemdir, ancak özür dileyecek eylemlerde bulunmamak daha büyük bir erdemdir!)
31 Aralık 2024 Salı
104.25.12.2024 - NARTUGAN BAYRAMI (Göynük Gazetesi)
NARTUGAN BAYRAMI
Merhabalar değerli okurlar. Başlığa bakınca var olan milli ve dini bayramlarımıza bir yenisi daha mı eklendi diye sormanız büyük olasılık. Aslında onlar yokken Nartugan Bayramı vardı desem yanlış söylemiş olmam.
Orta Asya’dan ön Asya’ya göç etmezden çook evvel, atalarımızca kutlanan bir bayram Nartugan. Nar, güneş, tuganya da dugan da doğan ya da doğmak anlamlarına gelmekte. Güneş Doğan bayramı şeklinde günümüz Türkçesine çevrilebilecek olan bu etkinliğin temelinde gündüz ve gecenin savaşa tutuşması yatıyor. 21 – 22 Aralık’ta da gündüz bu savaşta geceyi yenerek utku (zafer) kazanıyor ve bu durum büyük şenliklerle akçam ağacı altında tanrı Ülgen’e dualar edilmesi ile kutlanıyor. Akçam ağacı yeryüzünün tam ortasında bulunduğuna inanılan ve hayat ağacı biçiminde de anılan bir varlık. Kadim Anadolu kültüründe halı ve kilim motiflerinde de hayat ağacı figürüne sıkça rastlanmakta. Dolayısıyla bu kült, geçmişten günümüze biz Türklere ait.
Benzer bir ağaç süsleme geleneği de Noel ağacı şeklinde tezahür ediyor. Avrupa pagan gelenekleri arasında yer alan bu gelenek, dönemsel olarak bizim Nartugan Bayramına da yakın zamanlarda kutlandığından birbirinden elbette etkilenmiş, hatta iç içe geçmiş bile sayılabilir. Bu girift durum çoğu zaman kültürel bir çatışmayı da beraberinde getirmekte. Noel yortusunun dinsel geleneklerimize aykırılığını savunan görüşlerde bilerek ya da bilmeden karıştırılan nokta Hristiyan inancında Hz. İsa’nın doğum günü kutlaması olan Noel ile bir takvim yılını bitirip diğerinin gelişini umut ve sevinçle karşılama amacı taşıyan yılbaşı kutlamasının aslında birbiri ile çok da alakası yok. Hristiyan inanışında Hz. İsa’nın doğum günü olarak kabul edilen Noel, 24 Aralık’ta başlayıp kimi kültürlerde 26 Aralık’a devam eden bir etkinliktir. Dolayısıyla 31 Aralık’ta yeni bir yılın gelişini güzel duygularla karşılayan ve Hristiyan olmayan insanlar Hz. İsa’nın doğum gününü kutlamış olmazlar.
Doğru bilinen yanlışlardan biri de adına Noel Baba (SantaClaus) denilen hayali kişilik. Bunun, aslında gerçekte yaşamış bir kişilik ile birleştiği söylenebilir. Aziz Nikola da denilen bu kişilik, bu topraklarda, Antalya Demre’de doğup yaşamış, İznik’teki büyük konsüle de katılmış olduğu kabul edilen biri. Günümüz popüler kültürü içerisinde empoze edilen Noel Baba figürü ise aslında bir gazlı içecek firmasının reklam kampanyasının ürünü. Çizer Haddon Sundblum tarafından tee 1931 yılından itibaren bahse konu gazlı içecek firmasının reklamlarında kullanılagelen kırmızı kıyafetler içerisinde, Ren geyiklerinin çektiği uçan bir kızakta seyahat eden ve evlere bacadan girdiği için bir devlet memurumuz tarafından ciddi ciddi “adam olsaydı eve kapıdan girerdi!” şeklinde muhatap alınan hayali bir figür.
Üzerinde yaşadığımız Anadolu toprakları o kadar kadim bir geçmişe sahip ki, yüzyılların imbiğinden süzülüp gelen sahip olduğumuz kültür aslında bu büyük geçmişin bir kesişim kümesi. Dolayısıyla Nartugan Bayramı da bizim, Noel yortusu da, Ramazan bayramı da bizim yeni bir yılın gelişini kutlamak da… Sıradan bir insanın ömrüne sığdıramayacağı genişlikte bir kültürel birikime ve o birikimi oluşturan alt kültürlerin birbirine saygı çerçevesinde aynı çevreyi paylaşabilmelerine sahip olmamızdan ötürü gurur duymalıyız aslında. Aynı topraklarda yaşadığı halde, mensup oldukları dinin farklı mezheplerinden oldukları için kavga eden, aynı futbol takımını (İskoçya’daki Celtic ve Rangers taraftarları gibi) tutmayı bile kesinkes reddeden toplulukları gördü bu gözler. Münferit sayılabilecek birkaç mevzu dışında bir arada yaşayabilme olgunluğuna sahip insanların oluşturduğu bizim coğrafyamızın, tüm dünyaya bu ortamı ihraç etmesi gerektiğini düşünmeden edemiyor insan.
Mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.
Merhabalar değerli okurlar. Başlığa bakınca var olan milli ve dini bayramlarımıza bir yenisi daha mı eklendi diye sormanız büyük olasılık. Aslında onlar yokken Nartugan Bayramı vardı desem yanlış söylemiş olmam.
Orta Asya’dan ön Asya’ya göç etmezden çook evvel, atalarımızca kutlanan bir bayram Nartugan. Nar, güneş, tuganya da dugan da doğan ya da doğmak anlamlarına gelmekte. Güneş Doğan bayramı şeklinde günümüz Türkçesine çevrilebilecek olan bu etkinliğin temelinde gündüz ve gecenin savaşa tutuşması yatıyor. 21 – 22 Aralık’ta da gündüz bu savaşta geceyi yenerek utku (zafer) kazanıyor ve bu durum büyük şenliklerle akçam ağacı altında tanrı Ülgen’e dualar edilmesi ile kutlanıyor. Akçam ağacı yeryüzünün tam ortasında bulunduğuna inanılan ve hayat ağacı biçiminde de anılan bir varlık. Kadim Anadolu kültüründe halı ve kilim motiflerinde de hayat ağacı figürüne sıkça rastlanmakta. Dolayısıyla bu kült, geçmişten günümüze biz Türklere ait.
Benzer bir ağaç süsleme geleneği de Noel ağacı şeklinde tezahür ediyor. Avrupa pagan gelenekleri arasında yer alan bu gelenek, dönemsel olarak bizim Nartugan Bayramına da yakın zamanlarda kutlandığından birbirinden elbette etkilenmiş, hatta iç içe geçmiş bile sayılabilir. Bu girift durum çoğu zaman kültürel bir çatışmayı da beraberinde getirmekte. Noel yortusunun dinsel geleneklerimize aykırılığını savunan görüşlerde bilerek ya da bilmeden karıştırılan nokta Hristiyan inancında Hz. İsa’nın doğum günü kutlaması olan Noel ile bir takvim yılını bitirip diğerinin gelişini umut ve sevinçle karşılama amacı taşıyan yılbaşı kutlamasının aslında birbiri ile çok da alakası yok. Hristiyan inanışında Hz. İsa’nın doğum günü olarak kabul edilen Noel, 24 Aralık’ta başlayıp kimi kültürlerde 26 Aralık’a devam eden bir etkinliktir. Dolayısıyla 31 Aralık’ta yeni bir yılın gelişini güzel duygularla karşılayan ve Hristiyan olmayan insanlar Hz. İsa’nın doğum gününü kutlamış olmazlar.
Doğru bilinen yanlışlardan biri de adına Noel Baba (SantaClaus) denilen hayali kişilik. Bunun, aslında gerçekte yaşamış bir kişilik ile birleştiği söylenebilir. Aziz Nikola da denilen bu kişilik, bu topraklarda, Antalya Demre’de doğup yaşamış, İznik’teki büyük konsüle de katılmış olduğu kabul edilen biri. Günümüz popüler kültürü içerisinde empoze edilen Noel Baba figürü ise aslında bir gazlı içecek firmasının reklam kampanyasının ürünü. Çizer Haddon Sundblum tarafından tee 1931 yılından itibaren bahse konu gazlı içecek firmasının reklamlarında kullanılagelen kırmızı kıyafetler içerisinde, Ren geyiklerinin çektiği uçan bir kızakta seyahat eden ve evlere bacadan girdiği için bir devlet memurumuz tarafından ciddi ciddi “adam olsaydı eve kapıdan girerdi!” şeklinde muhatap alınan hayali bir figür.
Üzerinde yaşadığımız Anadolu toprakları o kadar kadim bir geçmişe sahip ki, yüzyılların imbiğinden süzülüp gelen sahip olduğumuz kültür aslında bu büyük geçmişin bir kesişim kümesi. Dolayısıyla Nartugan Bayramı da bizim, Noel yortusu da, Ramazan bayramı da bizim yeni bir yılın gelişini kutlamak da… Sıradan bir insanın ömrüne sığdıramayacağı genişlikte bir kültürel birikime ve o birikimi oluşturan alt kültürlerin birbirine saygı çerçevesinde aynı çevreyi paylaşabilmelerine sahip olmamızdan ötürü gurur duymalıyız aslında. Aynı topraklarda yaşadığı halde, mensup oldukları dinin farklı mezheplerinden oldukları için kavga eden, aynı futbol takımını (İskoçya’daki Celtic ve Rangers taraftarları gibi) tutmayı bile kesinkes reddeden toplulukları gördü bu gözler. Münferit sayılabilecek birkaç mevzu dışında bir arada yaşayabilme olgunluğuna sahip insanların oluşturduğu bizim coğrafyamızın, tüm dünyaya bu ortamı ihraç etmesi gerektiğini düşünmeden edemiyor insan.
Mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.
103.19.12.2024 - KELİMELERİN KÖKENİ (Göynük Gazetesi)
KELİMELERİN KÖKENİ
Merhabalar değerli okurlar. Günlük yaşantımızda nesneleri betimlemek için kullandığımız kelimelerin nereden gelip dilimize yerleştiğini hep merak etmişimdir. Bu merakın temelinde kelimeler ile oynamayı sevmemin yattığını söylersem sanırım yanlış ifade etmiş olmam. Birçok dilde ortak kullanımı olan kelimeleri merak ederim. Zira herkesin dikkat etmeyeceği kadar yerleşik hale gelmiş şeylere gösterilen dikkat, o konuya gösterilen yoğun ilgiden kaynaklanır diye düşünüyorum. Algı-ilgi mevzusu anlayacağınız.
Hindi kelimesi mesela; Anadolu’da yaşayan bizler hindinin anavatanı olarak Hindistan’ı bildiğimiz için hindi demişiz bu hayvancağıza. İngilizce’de Turkey olmasının sebebi de onların hindini anavatanı olarak Türkiye’yi biliyor olmaları. Özellikle bir dönem futbolda milli takım düzeyinde 8-0 gibi ezici farklarla mağlup olduğumuz İngiliz basını “We cooked Turkey” yani Hindiyi pişirdik biçiminde manşetler atardı sarkastik biçimde. Dolayısıyla ülkemizde üretip ihraç ettiğimiz ürünlere bastığımız Made in Turkey damgası da bu tip alaycılığa kurban gitti yıllarca… Yakın zamanda bunu Made in Türkiye biçimine dönüştürmüş olmak başarılı ve akıllıca bir hamle bence. Ama geç kalınmış olduğunu da itiraf etmeliyiz. Benzer bir durumu yönetme konusunda Etiyopya’dan alınacak dersler var sanki. Eski adı Habeşistan (yani köleler diyarı) olan Etiyopya, uluslararası imajını düzeltmek için ülkeye Habeşistan adresi ile gelen tüm postaları koşulsuz iade etti. “Burası Etiyopya, Habeşistan diye bir ülke yok burada!” şeklindeki kararlı ve tavizsiz üslup, Habeşistan kelimesinin unutulmasını sağladı. Hindiye dönersek; İngilizler hindinin anavatanını Türkiye bilip o yönde isim koyarken biz de Hindistan menşeli olduğundan hareketle hindi demişiz. Durumun ilginçleştiği nokta Hindistan’da da hindinin anavatanı olarak Güney Amerika, özelde Peru bilindiği için bu hayvanın adı piru! Buraya kadar mevzuyu biliyor olabilirsiniz. Sonrası da epey ilginç! Biraz daha doğuda, eski bir Hollanda sömürgesi olan Malezya’da bu hayvan Aym Blanda yani Hollanda kuşu diye adlandırılmış. Zamanında Fransız sömürgesi olan Kamboçya ise Muan Barang yani Fransız kuşu adını vermiş. Elbette emperyalizm ve onun ana dili İngilizce galip gelmiş ve dünya dillerine Turkey şeklinde yerleşmiş maalesef. Söz İngiltere’den açılmışken anavatanı Anadolu (ve Türkiye) olan yoğurt, İngiliz marketlerinde Greek Yoghurt yani Yunan Yoğurdu diye satılmakta. İsveçli bir firma, Türk Usulü yoğurt adı altında bir ürün piyasaya çıkarıp, ambalajın üzerine de pala bıyıklı bir Atinalı amcanın fotoğrafını koyunca ufak çaplı bir kriz çıkmıştı. Fotoğraftaki amca “Fotoğrafımı izinsiz kullandınız” yerine “Ben Türk değilim! Ürün ve görsel yanıltıcı” diyerek üretici firmayı dava etmiş ve sağlam da bir tazminat kazanmıştı. Gel gör ki hukuksal platforma taşınan bu durumdan sonra başka firmalar da yoğurdu yine Yunan Yoğurdu olarak satıyor. Ben Türk değilim diyerek yoğurdu sahipleniyorsun bari yogurtis filan gibi daha yaratıcı bir isim koyar insan komşi! Perhiz ve lahana turşusu vaziyeti düpedüz…
Hindiye benzer bir kullanımı da portakalda görüyoruz. 17. Yüzyılın sonunda tüccarlar tarafından Portugal’dan yani Portekiz’den getirildiği için olsa gerek portakal demişiz ona da. Bazı dillere Portekiz ile bağlantılı biçimde yerleşse de, bazı kültürlerde naranj – oranj (narange – orange) şekliyle, Sanskritçe kökeniyle ilişkili biçimde yer almakta. Bir de yakın dönemde Covid-19 pandemisinde sıkça kullandığımız karantina kelimesi var. Ticaret amacıyla Venedik’e gelen gemileri salgın olasılığına karşı kentin açıklarında 40 gün bekletmelerinden kaynaklanan bir kelime. 40’ın İtalyanca karşılığı Quaranta. Quaranta’ya -ena ekini yapıştırmışlar olmuş sana karantina!
Türkçe özelinde bir dönem özellikle Fransızcadan dilimize pek çok girişim olmuş. Bizde Fransız, Alman, İngiliz, Amerikan hayranlığı bir hastalık gibidir; zaman zaman konjonktürel olarak değişik versiyonları nüks eder. Fransızca kökenli kelimelerin birçoğu bugün bile kullanımda: Abajur (abat-jour: Işık kısan), etajer (etagere: Raflı dolap), portmanto (porte manteu: Manto taşıyıcı), robdöşambr (robe de chambre: Yatak odası giysisi), konserve (conserve: Korunmuş yiyecek), konservatuvar (conservatoire: Müzik okulu), jandarma (gens d’harme: Silahlı birlik) gibi… Dilimize sahip çıkalım diye beylik bir laf edeceğim de, sahip çıkacak dil mi kalmış allahınızı severseniz?!
Mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.
Merhabalar değerli okurlar. Günlük yaşantımızda nesneleri betimlemek için kullandığımız kelimelerin nereden gelip dilimize yerleştiğini hep merak etmişimdir. Bu merakın temelinde kelimeler ile oynamayı sevmemin yattığını söylersem sanırım yanlış ifade etmiş olmam. Birçok dilde ortak kullanımı olan kelimeleri merak ederim. Zira herkesin dikkat etmeyeceği kadar yerleşik hale gelmiş şeylere gösterilen dikkat, o konuya gösterilen yoğun ilgiden kaynaklanır diye düşünüyorum. Algı-ilgi mevzusu anlayacağınız.
Hindi kelimesi mesela; Anadolu’da yaşayan bizler hindinin anavatanı olarak Hindistan’ı bildiğimiz için hindi demişiz bu hayvancağıza. İngilizce’de Turkey olmasının sebebi de onların hindini anavatanı olarak Türkiye’yi biliyor olmaları. Özellikle bir dönem futbolda milli takım düzeyinde 8-0 gibi ezici farklarla mağlup olduğumuz İngiliz basını “We cooked Turkey” yani Hindiyi pişirdik biçiminde manşetler atardı sarkastik biçimde. Dolayısıyla ülkemizde üretip ihraç ettiğimiz ürünlere bastığımız Made in Turkey damgası da bu tip alaycılığa kurban gitti yıllarca… Yakın zamanda bunu Made in Türkiye biçimine dönüştürmüş olmak başarılı ve akıllıca bir hamle bence. Ama geç kalınmış olduğunu da itiraf etmeliyiz. Benzer bir durumu yönetme konusunda Etiyopya’dan alınacak dersler var sanki. Eski adı Habeşistan (yani köleler diyarı) olan Etiyopya, uluslararası imajını düzeltmek için ülkeye Habeşistan adresi ile gelen tüm postaları koşulsuz iade etti. “Burası Etiyopya, Habeşistan diye bir ülke yok burada!” şeklindeki kararlı ve tavizsiz üslup, Habeşistan kelimesinin unutulmasını sağladı. Hindiye dönersek; İngilizler hindinin anavatanını Türkiye bilip o yönde isim koyarken biz de Hindistan menşeli olduğundan hareketle hindi demişiz. Durumun ilginçleştiği nokta Hindistan’da da hindinin anavatanı olarak Güney Amerika, özelde Peru bilindiği için bu hayvanın adı piru! Buraya kadar mevzuyu biliyor olabilirsiniz. Sonrası da epey ilginç! Biraz daha doğuda, eski bir Hollanda sömürgesi olan Malezya’da bu hayvan Aym Blanda yani Hollanda kuşu diye adlandırılmış. Zamanında Fransız sömürgesi olan Kamboçya ise Muan Barang yani Fransız kuşu adını vermiş. Elbette emperyalizm ve onun ana dili İngilizce galip gelmiş ve dünya dillerine Turkey şeklinde yerleşmiş maalesef. Söz İngiltere’den açılmışken anavatanı Anadolu (ve Türkiye) olan yoğurt, İngiliz marketlerinde Greek Yoghurt yani Yunan Yoğurdu diye satılmakta. İsveçli bir firma, Türk Usulü yoğurt adı altında bir ürün piyasaya çıkarıp, ambalajın üzerine de pala bıyıklı bir Atinalı amcanın fotoğrafını koyunca ufak çaplı bir kriz çıkmıştı. Fotoğraftaki amca “Fotoğrafımı izinsiz kullandınız” yerine “Ben Türk değilim! Ürün ve görsel yanıltıcı” diyerek üretici firmayı dava etmiş ve sağlam da bir tazminat kazanmıştı. Gel gör ki hukuksal platforma taşınan bu durumdan sonra başka firmalar da yoğurdu yine Yunan Yoğurdu olarak satıyor. Ben Türk değilim diyerek yoğurdu sahipleniyorsun bari yogurtis filan gibi daha yaratıcı bir isim koyar insan komşi! Perhiz ve lahana turşusu vaziyeti düpedüz…
Hindiye benzer bir kullanımı da portakalda görüyoruz. 17. Yüzyılın sonunda tüccarlar tarafından Portugal’dan yani Portekiz’den getirildiği için olsa gerek portakal demişiz ona da. Bazı dillere Portekiz ile bağlantılı biçimde yerleşse de, bazı kültürlerde naranj – oranj (narange – orange) şekliyle, Sanskritçe kökeniyle ilişkili biçimde yer almakta. Bir de yakın dönemde Covid-19 pandemisinde sıkça kullandığımız karantina kelimesi var. Ticaret amacıyla Venedik’e gelen gemileri salgın olasılığına karşı kentin açıklarında 40 gün bekletmelerinden kaynaklanan bir kelime. 40’ın İtalyanca karşılığı Quaranta. Quaranta’ya -ena ekini yapıştırmışlar olmuş sana karantina!
Türkçe özelinde bir dönem özellikle Fransızcadan dilimize pek çok girişim olmuş. Bizde Fransız, Alman, İngiliz, Amerikan hayranlığı bir hastalık gibidir; zaman zaman konjonktürel olarak değişik versiyonları nüks eder. Fransızca kökenli kelimelerin birçoğu bugün bile kullanımda: Abajur (abat-jour: Işık kısan), etajer (etagere: Raflı dolap), portmanto (porte manteu: Manto taşıyıcı), robdöşambr (robe de chambre: Yatak odası giysisi), konserve (conserve: Korunmuş yiyecek), konservatuvar (conservatoire: Müzik okulu), jandarma (gens d’harme: Silahlı birlik) gibi… Dilimize sahip çıkalım diye beylik bir laf edeceğim de, sahip çıkacak dil mi kalmış allahınızı severseniz?!
Mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.
102.14.12.2024 - DİKKAT! BU YAZI YOĞUN GEÇMİŞE ÖZLEM İÇERİR (Göynük Gazetesi)
DİKKAT! BU YAZI YOĞUN GEÇMİŞE ÖZLEM İÇERİR
Merhabalar değerli okurlar. Geçen gece yatağa uzandıktan sonra sokaktan odaya sızıp tavanda bir takım ışık oyunları yapan araç farlarının hüzmeleri, uzun yıllar öncesinden bazı anıları gün yüzüne çıkardı.
Bolu’da Karamanlı mahallesinde, annemin bin bir güçlükle satın aldığı sobalı evde yaşıyorduk. Tek maaşla gücü o kadarına yetmişti rahmetlinin. Ayın başı ha deyince geliveriyor, evin taksidi, elektrik ve su faturaları, market ve pazar masrafı derken ayın sonu bir türlü gelmek bilmiyordu. Ben henüz ortaokuldaydım ve tek bir öğretmen maaşından oluşan aile bütçesine katkım, vergi mükellefleri gibi pozitif değil, ödenen o vergileri çatır çatır harcayanlar gibi negatifti. Evimiz iki oda bir salondan ibaretti. Hayatımız genellikle oturma odasında geçerdi. Renkli fakat uzaktan kumandası sonradan takılmış tüplü televizyonumuz, iki çekyat, benim ödevlerimi yaptığım, annemin ders planlarını hazırladığı derme çatma masamız o odadaydı. Salon misafirler içindi. Oradaki koltuk takımları ve vitrin bizim kullanımımıza amade değildi nedense! Kış aylarında sahip olduğumuz tek soba, hayatımızı geçirdiğimiz oturma odasına kurulurdu annem tarafından. Ben de bu kurulumda yardım ederdim ona. Zaman içerisinde salona da bir soba alındı ama uzun kış ayları boyunca 2-3 kereden fazla yandığını hiç anımsamıyorum. Yaz aylarında yaşamak fena değildi evimizde. Zira yatak odasını uyumak ve giyinmek için kullanabiliyorduk hiç değilse. Ancak kış geldiğinde Sibirya’ya dönüştüğünden yatağı yorganı toplayıp, sobanın yandığı tek odaya, çekyatlara taşınırdık her gece el ayak çekildikten sonra. Annem cam kenarındaki nispeten daha soğuk olan çekyatın sakiniydi ben de sobanın hemen karşısındakinin. Uyuyan soba nedir bilmez bazılarınız; ısınmak için kullandığımız oydu. İçindeki kovaya tıka basa kömürü koyup, çoğu zaman çıra ya da gaz yağı ile tutuştururdunuz. Belli bir zamanda (örneğin teyzemlere ziyarete giderken ya da sabah evden çıkarken) kelebek tabir edilen tüm hava kanallarını kapatırdınız ve soba uykuya geçerdi. Eve döndüğünüzde de kelebekleri açardınız ve neredeyse sönmüş olan soba 1 dakikada yeniden ortamı ısıtmaya devam ederdi. Dökümden bir üst kapağı olan sobanın bu kapağında da vardı hava kelebeklerinden. Gece ışıklar sönüp uyumak üzere çekyattan yatağa dönüşmüş uyku mekanına uzandığımda, sobadaki ateşin alevleri, üst kelebekten tavana yansır ve kimi zaman sevimli kimi zaman da ürkütücü ışık oyunları sergilerdi. Sobanın üzerinde kaynamaya bırakılan (genellikle alüminyumdan mamul) güğümün içindeki su da, ıslığa benzer sesi ile alevlerin bu oyununa eşlik ederdi.
Yetmişli yılların sonu, 12 Eylül askeri cuntası ve takip eden 80’li yıllar, piyasada birçok şeyin bulunmadığı, bulunabilenlerin de az ve pahalı olduğu yıllardı. Düşünsenize Türk kahvesi karaborsaya düşmüş! Sigara içen büyüklerimiz, Silahlı Kuvvetler sigarasını öve öve bitiremezdi. Bakkallarda ve her nedense tezgâh altından gizli gizli satılırdı. Sigara demişken şehirlerarası otobüslerde, kamu binalarında ve hatta hastanelerde fosur fosur sigara içilirdi. Doğumhane kapısında baba olmayı beklerken baca gibi tüterek sigara içen adam portresi görsel edebiyatta ve sinemamızda sıkça kullanılan bir klişeydi. Hatta evlerde misafire ikram etmek için envaiçeşit sigara alınır ve genellikle camdan yapılmış gondollarla sehpaların üzerinde yer işgal ederdi. İtalyanca’da “Fumare come un Turco (Türk gibi sigara içmek)” şeklinde bir deyim olmasını yadırgamamak lazım. Misafirliğe gelenlere yapılan ikramların ardından küçük bir servis tabağına biri sabunlu suyla ıslatılmış diğeri kuru, genellikle örgü işi iki adet el bezi konur, misafirlerin ellerini temizlemeleri sağlanırdı. Kabul, hiç de hijyenik bir metod değildi bu!
Okuldan döner ve önlüğümüzü ya da okul formamızı çantamızla evde bir yerlere attıktan sonra sokağa çıkardık oynamaya. Hava kararıp akşam ezanları okunmaya başladığında annelerin senfonisi başlardı:
“Mehmet, oğlum hadi eve! Kime diyorum ben?!” (Yazarın notu: Evet Mehmet. Zira o dönemde Yamaç, Bayır, Balalayka, Han, Hamam, Bükentay vb akla ziyan isimler pek yoktu)
Özel ders, etüd, dersane vb kavramlar henüz hayatımıza mütecaviz bir şekilde girmemişti. Ödevleri yapmamıza yardımcı olan kaynaklar genellikle basılı ansiklopedilerdi, Vikipedi değil!
Şimdi düşünüyorum da her türlü sıkıntıya rağmen mutlu ve umutlu çocuklardık bizler. Açık konuşmak gerekirse o dönemki çocuklardan ipsiz sapsız, serseri olanların oranı yüzde 1’i geçmez. İyi kötü herkes bir şeyleri başardı. En basit gibi görünen ama belki de en önemlisi olan aile kurup o aileyi devam ettirmeyi başardılar. Kimi zanaatkar oldu, kimi emekçi, kimi doktor, mühendis hatta asker / polis… Belki de bugün karşılaştığımız sıkıntılara göğüs gerebilme motivasyonunu o mutlu çocukluğa borçluyuzdur kim bilir…
Mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.
Merhabalar değerli okurlar. Geçen gece yatağa uzandıktan sonra sokaktan odaya sızıp tavanda bir takım ışık oyunları yapan araç farlarının hüzmeleri, uzun yıllar öncesinden bazı anıları gün yüzüne çıkardı.
Bolu’da Karamanlı mahallesinde, annemin bin bir güçlükle satın aldığı sobalı evde yaşıyorduk. Tek maaşla gücü o kadarına yetmişti rahmetlinin. Ayın başı ha deyince geliveriyor, evin taksidi, elektrik ve su faturaları, market ve pazar masrafı derken ayın sonu bir türlü gelmek bilmiyordu. Ben henüz ortaokuldaydım ve tek bir öğretmen maaşından oluşan aile bütçesine katkım, vergi mükellefleri gibi pozitif değil, ödenen o vergileri çatır çatır harcayanlar gibi negatifti. Evimiz iki oda bir salondan ibaretti. Hayatımız genellikle oturma odasında geçerdi. Renkli fakat uzaktan kumandası sonradan takılmış tüplü televizyonumuz, iki çekyat, benim ödevlerimi yaptığım, annemin ders planlarını hazırladığı derme çatma masamız o odadaydı. Salon misafirler içindi. Oradaki koltuk takımları ve vitrin bizim kullanımımıza amade değildi nedense! Kış aylarında sahip olduğumuz tek soba, hayatımızı geçirdiğimiz oturma odasına kurulurdu annem tarafından. Ben de bu kurulumda yardım ederdim ona. Zaman içerisinde salona da bir soba alındı ama uzun kış ayları boyunca 2-3 kereden fazla yandığını hiç anımsamıyorum. Yaz aylarında yaşamak fena değildi evimizde. Zira yatak odasını uyumak ve giyinmek için kullanabiliyorduk hiç değilse. Ancak kış geldiğinde Sibirya’ya dönüştüğünden yatağı yorganı toplayıp, sobanın yandığı tek odaya, çekyatlara taşınırdık her gece el ayak çekildikten sonra. Annem cam kenarındaki nispeten daha soğuk olan çekyatın sakiniydi ben de sobanın hemen karşısındakinin. Uyuyan soba nedir bilmez bazılarınız; ısınmak için kullandığımız oydu. İçindeki kovaya tıka basa kömürü koyup, çoğu zaman çıra ya da gaz yağı ile tutuştururdunuz. Belli bir zamanda (örneğin teyzemlere ziyarete giderken ya da sabah evden çıkarken) kelebek tabir edilen tüm hava kanallarını kapatırdınız ve soba uykuya geçerdi. Eve döndüğünüzde de kelebekleri açardınız ve neredeyse sönmüş olan soba 1 dakikada yeniden ortamı ısıtmaya devam ederdi. Dökümden bir üst kapağı olan sobanın bu kapağında da vardı hava kelebeklerinden. Gece ışıklar sönüp uyumak üzere çekyattan yatağa dönüşmüş uyku mekanına uzandığımda, sobadaki ateşin alevleri, üst kelebekten tavana yansır ve kimi zaman sevimli kimi zaman da ürkütücü ışık oyunları sergilerdi. Sobanın üzerinde kaynamaya bırakılan (genellikle alüminyumdan mamul) güğümün içindeki su da, ıslığa benzer sesi ile alevlerin bu oyununa eşlik ederdi.
Yetmişli yılların sonu, 12 Eylül askeri cuntası ve takip eden 80’li yıllar, piyasada birçok şeyin bulunmadığı, bulunabilenlerin de az ve pahalı olduğu yıllardı. Düşünsenize Türk kahvesi karaborsaya düşmüş! Sigara içen büyüklerimiz, Silahlı Kuvvetler sigarasını öve öve bitiremezdi. Bakkallarda ve her nedense tezgâh altından gizli gizli satılırdı. Sigara demişken şehirlerarası otobüslerde, kamu binalarında ve hatta hastanelerde fosur fosur sigara içilirdi. Doğumhane kapısında baba olmayı beklerken baca gibi tüterek sigara içen adam portresi görsel edebiyatta ve sinemamızda sıkça kullanılan bir klişeydi. Hatta evlerde misafire ikram etmek için envaiçeşit sigara alınır ve genellikle camdan yapılmış gondollarla sehpaların üzerinde yer işgal ederdi. İtalyanca’da “Fumare come un Turco (Türk gibi sigara içmek)” şeklinde bir deyim olmasını yadırgamamak lazım. Misafirliğe gelenlere yapılan ikramların ardından küçük bir servis tabağına biri sabunlu suyla ıslatılmış diğeri kuru, genellikle örgü işi iki adet el bezi konur, misafirlerin ellerini temizlemeleri sağlanırdı. Kabul, hiç de hijyenik bir metod değildi bu!
Okuldan döner ve önlüğümüzü ya da okul formamızı çantamızla evde bir yerlere attıktan sonra sokağa çıkardık oynamaya. Hava kararıp akşam ezanları okunmaya başladığında annelerin senfonisi başlardı:
“Mehmet, oğlum hadi eve! Kime diyorum ben?!” (Yazarın notu: Evet Mehmet. Zira o dönemde Yamaç, Bayır, Balalayka, Han, Hamam, Bükentay vb akla ziyan isimler pek yoktu)
Özel ders, etüd, dersane vb kavramlar henüz hayatımıza mütecaviz bir şekilde girmemişti. Ödevleri yapmamıza yardımcı olan kaynaklar genellikle basılı ansiklopedilerdi, Vikipedi değil!
Şimdi düşünüyorum da her türlü sıkıntıya rağmen mutlu ve umutlu çocuklardık bizler. Açık konuşmak gerekirse o dönemki çocuklardan ipsiz sapsız, serseri olanların oranı yüzde 1’i geçmez. İyi kötü herkes bir şeyleri başardı. En basit gibi görünen ama belki de en önemlisi olan aile kurup o aileyi devam ettirmeyi başardılar. Kimi zanaatkar oldu, kimi emekçi, kimi doktor, mühendis hatta asker / polis… Belki de bugün karşılaştığımız sıkıntılara göğüs gerebilme motivasyonunu o mutlu çocukluğa borçluyuzdur kim bilir…
Mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.
101.10.12.2024 - Yu - Pi (Göynük Gazetesi)
YU - Pİ
Merhabalar değerli okurlar. 1930 İzmir doğumlu birinden bahsedeceğim bugün size. Kökleri 1492’de İspanya’dan sürgün edilen Sefarad Yahudisi bir aileye dayanan bu çocuğun babası, İzmir’in işgali sırasında Basmane Garı’nda katiplik yapan ve işgal kuvvetleri hakkında hayati öneme sahip bilgileri Anadolu’ya, cepheye gizlice aktaran İsak’tı. İsak, Kuvvayı Milliyeci idi. İsak’ın oğlu, ulusal Kurtuluş Savaşımız zaferle sonuçlanıp İzmir de vatanımız gibi işgalden kurtulduktan sonra, daha 7 yaşındayken, Nazilli basma fabrikasının açılışı için Aydın’a gelen Atatürk ile tanışma fırsatı yakaladı. Hatta birçok kişi onu “Atatürk’ün leblebilerini aşıran çocuk” olarak tanır. Doğup büyüdüğü evde Atatürk’ten saygı ile bahsedilmeyen tek bir gün bile geçmediğinden, müthiş bir Gazi Paşa hayranlığı ile büyümüştü. Ulu Önderin yaşadıkları yere geleceğini duyunca “illa ben de görmek istiyorum” diye tutturdu ve babası İsak onun bu ısrarına dayanamadı. Elinden tutarak istasyona götürdü onu. Atatürk kısa bir konuşma yaptı. Vakit geç olmasına rağmen istasyon hala kalabalıktı. Çocuk, babasının elini bırakıp ufak ufak Atatürk’ün yanına yaklaştı. Gazi, kendisini hayranlıkla dinleyen bu küçük adamın saçını okşadı ve konuşması bittiğinde elinden tutarak babası İsak’a başıyla “gel” işareti yaptı. Trene binip Atatürk’ün vagonuna geçtiler. Gazi, çocuğu karşısına oturttu ve çevresindekilerle sohbete başladı. Derken içecek ve leblebi servisi yapıldı. Leblebi kasesini küçük adamın önüne doğru ittirdi Atatürk. Çocuk hepsini yedi. Getirilen ikinci ve üçüncü kaseleri de cebe indirdi çocuk. Atatürk çevredekilerle sohbeti sırasında göz ucuyla ve gülümseyerek bu minik leblebi canavarını izlerken “Adın ne?” diye sordu. “Hanri” diye cevapladı onu ufaklık. Ardından “Okul nasıl?” ve “Okulda herhangi bir eksiğiniz var mı?” sorularını yöneltti Hanri’ye. Hanri, Ata’nın tüm sorularını cevapladı ancak adını söyledikten sonra sorulmasına alışkın olduğu “Neden Ahmet, Mehmet değil?” ya da “Rum musun Ermeni mi?” sorularına muhatap olmadığına şaşırmıştı. İleriki yıllarda o anları anlatırken “İlk defa o zaman azınlık olmadığımı hissettim. O gün Türk oldum!” diyecekti. O çocuk beyaz et sektörünün Türkiye’deki öncülerinden biri olacak olan Hanri Benazus’tu. Ne Mutlu Türk’üm Diyene vecizesinin vücut bulmuş haliydi.
Çıraklıktan başladığı iş hayatında ülkemizin ilk beyaz et işleme tesislerinden birinin, yumurta – piliçin kısaltması olan Yu-Pi’nin kurucusu olan Benazus, Türk Futboluna yetenekli oyuncular kazandırmış, İzmir’in ve ülkemizin köklü spor kulüplerinden biri olan Altay’ın da bir süre başkanlığını yaptı. 80li yıllara değin deyim yerinde ise fırtınalar eşliğinde devam eden iş yaşamından sessizce çıktı.
Müthiş derecede geniş bir Atatürk fotoğrafları koleksiyonuna sahip oldu zaman içerisinde. Öyle ki kişisel koleksiyonundaki fotoğraflardan bazıları devlet arşivinde bile yoktu. 30 bine yaklaşan sayıda fotoğraf topladı. Bunlardan 10 bin kadarının (çekildiği yer ve zaman ile çeken kişinin adını içeren) künyesi varken kalan 20 bin kadarı anonimdi. Neredeyse 100 yıl önce çekilip basılan fotoğraflar, bozulmasınlar diye banka kasalarında, özel havalandırma ve ilaçlama teknikleri ile korunuyordu. Her birinin ayrı hikayesi vardı; hatta içlerinden ikisini almak üzere günübirlik ABD’ye gitmişti! 1984’te ABD’li bir fotoğrafçı Hanri’ye telefon ederek Atatürk fotoğrafları biriktirdiğini duyduğunu ve elinde daha önce hiç kimsenin görmediği iki fotoğraf olduğunu söyleyince temkinli bir heyecanla araştırdı. Doğruydu. Fotoğrafçının babası gazeteciydi ve bir röportaj için 1921’de Çankaya Köşkü’ne gelmiş ve söz konusu fotoğrafları çekmişti. O güne değin hiç yayımlanmamış olan bu fotoğrafları almak üzere New York’a giden uçağa bindi. La Guardia havaalanından doğruca fotoğrafçının Manhattan’daki dükkanına gitti. Daha önceden sözleştikleri şekilde nakit götürdüğü parayı çanta ile teslim edip fotoğrafların cam negatiflerini aldı. Aynı süratle La Guardia’ya dönüp, kalkan ilk uçakla Türkiye’ye döndü. Götürdüğü meblağın kaç para olduğunu asla söylemedi. Küçük bir servetti elbette ama “ülkeme kazandırdığım fotoğrafların maddi karşılığı olabilir mi?“ diyerek her daim gösterdiği tevazusunu bir kez daha gösterdi. Ömrü boyunca hiç fotoğraf satmadı bu arşivden. Maddi- manevi hiçbir menfaat beklemeksizin, kendi adının bile kullanılmasını istemeden, sergilerle, konferanslarla halkımızı buluşturmaya çabaladı. 2021 yılında tüm bu arşivi İzmir Büyükşehir Belediyesine bağışladı.
Bu yılın başında, Ocak ayında yitirdik bu güzel insanı 93 yaşında. Geçimini büyük ölçüde beyaz et ve yumurta sektöründen sağlayan Göynük halkının da tanıması ve bilmesi için paylaştım bu müthiş yaşam öyküsünü sizlerle.
Hiçbir yurttaşın ötekileştirilmediği, mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.
Merhabalar değerli okurlar. 1930 İzmir doğumlu birinden bahsedeceğim bugün size. Kökleri 1492’de İspanya’dan sürgün edilen Sefarad Yahudisi bir aileye dayanan bu çocuğun babası, İzmir’in işgali sırasında Basmane Garı’nda katiplik yapan ve işgal kuvvetleri hakkında hayati öneme sahip bilgileri Anadolu’ya, cepheye gizlice aktaran İsak’tı. İsak, Kuvvayı Milliyeci idi. İsak’ın oğlu, ulusal Kurtuluş Savaşımız zaferle sonuçlanıp İzmir de vatanımız gibi işgalden kurtulduktan sonra, daha 7 yaşındayken, Nazilli basma fabrikasının açılışı için Aydın’a gelen Atatürk ile tanışma fırsatı yakaladı. Hatta birçok kişi onu “Atatürk’ün leblebilerini aşıran çocuk” olarak tanır. Doğup büyüdüğü evde Atatürk’ten saygı ile bahsedilmeyen tek bir gün bile geçmediğinden, müthiş bir Gazi Paşa hayranlığı ile büyümüştü. Ulu Önderin yaşadıkları yere geleceğini duyunca “illa ben de görmek istiyorum” diye tutturdu ve babası İsak onun bu ısrarına dayanamadı. Elinden tutarak istasyona götürdü onu. Atatürk kısa bir konuşma yaptı. Vakit geç olmasına rağmen istasyon hala kalabalıktı. Çocuk, babasının elini bırakıp ufak ufak Atatürk’ün yanına yaklaştı. Gazi, kendisini hayranlıkla dinleyen bu küçük adamın saçını okşadı ve konuşması bittiğinde elinden tutarak babası İsak’a başıyla “gel” işareti yaptı. Trene binip Atatürk’ün vagonuna geçtiler. Gazi, çocuğu karşısına oturttu ve çevresindekilerle sohbete başladı. Derken içecek ve leblebi servisi yapıldı. Leblebi kasesini küçük adamın önüne doğru ittirdi Atatürk. Çocuk hepsini yedi. Getirilen ikinci ve üçüncü kaseleri de cebe indirdi çocuk. Atatürk çevredekilerle sohbeti sırasında göz ucuyla ve gülümseyerek bu minik leblebi canavarını izlerken “Adın ne?” diye sordu. “Hanri” diye cevapladı onu ufaklık. Ardından “Okul nasıl?” ve “Okulda herhangi bir eksiğiniz var mı?” sorularını yöneltti Hanri’ye. Hanri, Ata’nın tüm sorularını cevapladı ancak adını söyledikten sonra sorulmasına alışkın olduğu “Neden Ahmet, Mehmet değil?” ya da “Rum musun Ermeni mi?” sorularına muhatap olmadığına şaşırmıştı. İleriki yıllarda o anları anlatırken “İlk defa o zaman azınlık olmadığımı hissettim. O gün Türk oldum!” diyecekti. O çocuk beyaz et sektörünün Türkiye’deki öncülerinden biri olacak olan Hanri Benazus’tu. Ne Mutlu Türk’üm Diyene vecizesinin vücut bulmuş haliydi.
Çıraklıktan başladığı iş hayatında ülkemizin ilk beyaz et işleme tesislerinden birinin, yumurta – piliçin kısaltması olan Yu-Pi’nin kurucusu olan Benazus, Türk Futboluna yetenekli oyuncular kazandırmış, İzmir’in ve ülkemizin köklü spor kulüplerinden biri olan Altay’ın da bir süre başkanlığını yaptı. 80li yıllara değin deyim yerinde ise fırtınalar eşliğinde devam eden iş yaşamından sessizce çıktı.
Müthiş derecede geniş bir Atatürk fotoğrafları koleksiyonuna sahip oldu zaman içerisinde. Öyle ki kişisel koleksiyonundaki fotoğraflardan bazıları devlet arşivinde bile yoktu. 30 bine yaklaşan sayıda fotoğraf topladı. Bunlardan 10 bin kadarının (çekildiği yer ve zaman ile çeken kişinin adını içeren) künyesi varken kalan 20 bin kadarı anonimdi. Neredeyse 100 yıl önce çekilip basılan fotoğraflar, bozulmasınlar diye banka kasalarında, özel havalandırma ve ilaçlama teknikleri ile korunuyordu. Her birinin ayrı hikayesi vardı; hatta içlerinden ikisini almak üzere günübirlik ABD’ye gitmişti! 1984’te ABD’li bir fotoğrafçı Hanri’ye telefon ederek Atatürk fotoğrafları biriktirdiğini duyduğunu ve elinde daha önce hiç kimsenin görmediği iki fotoğraf olduğunu söyleyince temkinli bir heyecanla araştırdı. Doğruydu. Fotoğrafçının babası gazeteciydi ve bir röportaj için 1921’de Çankaya Köşkü’ne gelmiş ve söz konusu fotoğrafları çekmişti. O güne değin hiç yayımlanmamış olan bu fotoğrafları almak üzere New York’a giden uçağa bindi. La Guardia havaalanından doğruca fotoğrafçının Manhattan’daki dükkanına gitti. Daha önceden sözleştikleri şekilde nakit götürdüğü parayı çanta ile teslim edip fotoğrafların cam negatiflerini aldı. Aynı süratle La Guardia’ya dönüp, kalkan ilk uçakla Türkiye’ye döndü. Götürdüğü meblağın kaç para olduğunu asla söylemedi. Küçük bir servetti elbette ama “ülkeme kazandırdığım fotoğrafların maddi karşılığı olabilir mi?“ diyerek her daim gösterdiği tevazusunu bir kez daha gösterdi. Ömrü boyunca hiç fotoğraf satmadı bu arşivden. Maddi- manevi hiçbir menfaat beklemeksizin, kendi adının bile kullanılmasını istemeden, sergilerle, konferanslarla halkımızı buluşturmaya çabaladı. 2021 yılında tüm bu arşivi İzmir Büyükşehir Belediyesine bağışladı.
Bu yılın başında, Ocak ayında yitirdik bu güzel insanı 93 yaşında. Geçimini büyük ölçüde beyaz et ve yumurta sektöründen sağlayan Göynük halkının da tanıması ve bilmesi için paylaştım bu müthiş yaşam öyküsünü sizlerle.
Hiçbir yurttaşın ötekileştirilmediği, mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.
100.03.12.2024 - AKIP GİDEN ZAMANIN ESİRLERİ (Göynük Gazetesi)
AKIP GİDEN ZAMANIN ESİRLERİ
Merhabalar değerli okurlar. 30 Kasım'da Bolu'da bir imza gününe katıldım. Yok yok, imza veren değil imza alan taraftaydım. Belki ilerleyen zaman içerisinde bana da kaleme aldığım bir kitabı (ya da kitapları) imzalamak nasip olur kim bilir. Çok sevdiğim yazarlardan (hatta belki de en sevdiğim) Ahmet Ümit, bir alışveriş merkezinde faaliyet gösteren bir kitap-cafenin davetlisi olarak Bolu'ya geldi ve sevenleriyle buluştu. Yaklaşık 350-400 (belki de daha fazla) okuru, saat 14.00'te başlayacak olan etkinlik için öğle saatlerinde kuyruk oluşturarak beklemeye başladı. Yazar, etkinliğin başlama saatinde, okuyucu kuyruğunun en sonunda belirdi ve oradan kuyruğun en başında imza vereceği noktaya değin herkesle selamlaştı. Bizim ona hoş geldin dememiz gerekirken o bize hoş geldiniz dedi. Minik hayranlarıyla ayrıca ve sevgiyle ilgilendi. Bu tevazu dolu hareketleriyle kalabalığın takdirini kazandı. Bendeniz de yaklaşık 1 saatlik bir bekleyişin ardından sıranın bana gelmesi ile kendisinin son kitabı Yırtıcı Kuşlar Zamanı'nı imzalattım. Sırada bekleyen hiç kimsenin hakkını yememek adına tek bir kitap imzalattım ve uzun uzadıya muhabbet açmadan kısaca konuştuk. Ardından teşekkür ederek yazarın yanından ayrıldım. Fotoğrafları özenle çeken 28 yıllık eskimeyen dostum Abdullah Bul'a da teşekkür ederim yeri gelmişken. Benim için eşsiz bir anı olacak bu kısacık süreyi, itina ile ölümsüzleştirdi.
Aslına bakarsanız bu yıl aynı karede yer aldığım ikinci ünlü oldu Ahmet Ümit. Diğer ünlü kişi, 1989-2002 arasında kesintisiz 25 sezon evlerimize konuk olan Bizimkiler dizisinde Ali karakterini canlandıran Atılay Uluışık'tı. Ankara Atakule'de şans eseri yan yana masalardaydık ve ziyaretine gittiğimiz sevgili kardeşim Sinem'in girişimi ile fotoğraf çektirmiştik Haziran ayında. O da sağ olsun talebimizi karşılıksız bırakmamış ve bizimle fotoğraf çektirmişti.
Şimdi düşünüyorum da, çocukluğumdan bu yana toplumda popülaritesi olan kişilerle paylaştığım iki durum var ve bunların ikisini de bu yıl anılarım arasına katmışım. En erken dönemden anımsadığım, ilkokul sıralarında (yani neredeyse cilalı taş çağında) bir çocuk piyesi için Bolu'ya gelen Altan Karındaş'tı yakından gördüğüm ünlü kişi. Sonrasında yine bir tiyatro oyunu için ilimize gelen rahmetli Levent Kırca ve o dönemki eşi Oya Başar'ı görmüştüm şimdiki adı İzzet Baysal Caddesi olan Hürriyet Caddesi'nde. Daha ileriki dönemlerde Ankara Karum AVM'de eski hakemlerden Erman Toroğlu ile karşılaşmıştım. Son olarak Üsküdar'dan karşıya geçtiğimiz şehir hatları vapurunun alt güvertesinde, yine çok sevdiğim yerli heavy metal müzik grubumuz Pentagram'ın gitaristi Hakan Utangaç ile kısa bir seyahati paylaşmıştım.
Şimdi bunca şeyi anlatıp neden kafa açtığıma gelirsem... Değer atfettiğimiz insanlarla ilgili onlar için önemsiz olaylar, hayatın akışı içinde öylesine geçip giderken, hiçbir paylaşımımız olmasa dahi onlarla aynı ortamda bulunmak bile bizler için üzerinden uzuuun zaman da geçse anı olarak zikredilmeye değer şeyler olabiliyor. Diğer yandan, farkında olmasak da bizim için önemsiz sayılabilecek olayların ortak paydasında buluştuğumuz kimseler, yukarıda saydığım mevzularda bizim oynadığımız rollere benzer durumda olabilirler. Rahmetli annemin ağzından, sağlığında çokça duyduğum bir sözde olduğu gibi, her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bilmeli insan. Kimin için Hızır olduğumuzu bilemeyiz... Bunun için hızla akıp giden zamanı biraz daha yavaşlatmaya çalışarak farkındalık düzeyimizi artırmak gerek diye düşünüyor, mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.
Merhabalar değerli okurlar. 30 Kasım'da Bolu'da bir imza gününe katıldım. Yok yok, imza veren değil imza alan taraftaydım. Belki ilerleyen zaman içerisinde bana da kaleme aldığım bir kitabı (ya da kitapları) imzalamak nasip olur kim bilir. Çok sevdiğim yazarlardan (hatta belki de en sevdiğim) Ahmet Ümit, bir alışveriş merkezinde faaliyet gösteren bir kitap-cafenin davetlisi olarak Bolu'ya geldi ve sevenleriyle buluştu. Yaklaşık 350-400 (belki de daha fazla) okuru, saat 14.00'te başlayacak olan etkinlik için öğle saatlerinde kuyruk oluşturarak beklemeye başladı. Yazar, etkinliğin başlama saatinde, okuyucu kuyruğunun en sonunda belirdi ve oradan kuyruğun en başında imza vereceği noktaya değin herkesle selamlaştı. Bizim ona hoş geldin dememiz gerekirken o bize hoş geldiniz dedi. Minik hayranlarıyla ayrıca ve sevgiyle ilgilendi. Bu tevazu dolu hareketleriyle kalabalığın takdirini kazandı. Bendeniz de yaklaşık 1 saatlik bir bekleyişin ardından sıranın bana gelmesi ile kendisinin son kitabı Yırtıcı Kuşlar Zamanı'nı imzalattım. Sırada bekleyen hiç kimsenin hakkını yememek adına tek bir kitap imzalattım ve uzun uzadıya muhabbet açmadan kısaca konuştuk. Ardından teşekkür ederek yazarın yanından ayrıldım. Fotoğrafları özenle çeken 28 yıllık eskimeyen dostum Abdullah Bul'a da teşekkür ederim yeri gelmişken. Benim için eşsiz bir anı olacak bu kısacık süreyi, itina ile ölümsüzleştirdi.
Aslına bakarsanız bu yıl aynı karede yer aldığım ikinci ünlü oldu Ahmet Ümit. Diğer ünlü kişi, 1989-2002 arasında kesintisiz 25 sezon evlerimize konuk olan Bizimkiler dizisinde Ali karakterini canlandıran Atılay Uluışık'tı. Ankara Atakule'de şans eseri yan yana masalardaydık ve ziyaretine gittiğimiz sevgili kardeşim Sinem'in girişimi ile fotoğraf çektirmiştik Haziran ayında. O da sağ olsun talebimizi karşılıksız bırakmamış ve bizimle fotoğraf çektirmişti.
Şimdi düşünüyorum da, çocukluğumdan bu yana toplumda popülaritesi olan kişilerle paylaştığım iki durum var ve bunların ikisini de bu yıl anılarım arasına katmışım. En erken dönemden anımsadığım, ilkokul sıralarında (yani neredeyse cilalı taş çağında) bir çocuk piyesi için Bolu'ya gelen Altan Karındaş'tı yakından gördüğüm ünlü kişi. Sonrasında yine bir tiyatro oyunu için ilimize gelen rahmetli Levent Kırca ve o dönemki eşi Oya Başar'ı görmüştüm şimdiki adı İzzet Baysal Caddesi olan Hürriyet Caddesi'nde. Daha ileriki dönemlerde Ankara Karum AVM'de eski hakemlerden Erman Toroğlu ile karşılaşmıştım. Son olarak Üsküdar'dan karşıya geçtiğimiz şehir hatları vapurunun alt güvertesinde, yine çok sevdiğim yerli heavy metal müzik grubumuz Pentagram'ın gitaristi Hakan Utangaç ile kısa bir seyahati paylaşmıştım.
Şimdi bunca şeyi anlatıp neden kafa açtığıma gelirsem... Değer atfettiğimiz insanlarla ilgili onlar için önemsiz olaylar, hayatın akışı içinde öylesine geçip giderken, hiçbir paylaşımımız olmasa dahi onlarla aynı ortamda bulunmak bile bizler için üzerinden uzuuun zaman da geçse anı olarak zikredilmeye değer şeyler olabiliyor. Diğer yandan, farkında olmasak da bizim için önemsiz sayılabilecek olayların ortak paydasında buluştuğumuz kimseler, yukarıda saydığım mevzularda bizim oynadığımız rollere benzer durumda olabilirler. Rahmetli annemin ağzından, sağlığında çokça duyduğum bir sözde olduğu gibi, her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bilmeli insan. Kimin için Hızır olduğumuzu bilemeyiz... Bunun için hızla akıp giden zamanı biraz daha yavaşlatmaya çalışarak farkındalık düzeyimizi artırmak gerek diye düşünüyor, mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.
099.27.11.2024 - GAZETECİLİK ÜZERİNE (Göynük Gazetesi)
GAZETECİLİK ÜZERİNE
Merhabalar değerli okurlar. Bu yazımda sizlere haddim olmayarak gazetecilik konusunda azıcık ahkam keseceğim. Gazetemizin imtiyaz sahibi Sayın Elif Sarıhan gibi deneyim sahibi bir gazetecinin olduğu bir ortamda bu yapacağım şey biraz tereciye tere satmak gibi olacak gerçi ama bunun hoş görülebileceğini umuyorum.
Bendeniz yıllar önce hatalı bir tercih sonucu sanki diğerleri eğriymiş gibi “düz lise” adı verilen, şimdinin Anadolu Liselerine gitmek yerine meslek lisesine gönderilerek üzerinde ince işçilik yapılması gerekirken balta ile şekillendirilmeye çalışılmış bir birey olarak her zaman gazeteci olmak istedim. Meslek lisesine gitmemiş olsaydım eğitim ve iş kariyerlerim çok çok değişik olurdu, bundan eminim. Neyse, bu ayrı bir yazının konusu. 20. Yüzyılda bu dünyaya arz-ı endam etmiş biri olarak görsel ve dijital medya diye bir şey yokken insanların bayilerden gazete aldığı dönemde yaşadım ben. Dolayısıyla o günlerin efsane isimlerini önce duyarak sonra okuyarak öğrendim. Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Uğur Mumcu gibi isimler, şimdiki nesil için sıradan ad ve soyadlar olsa da benim jenerasyonum onları başarılı gazeteciler olarak tanır. Yaşarken mesleki birer efsaneye dönüşmeleri beklenirken maalesef faili meçhul suikastlerin kurbanı olarak bu mertebeye erişti söz konusu isimler. Bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki gazeteci olarak yaptıkları asla ama asla kalemlerini satmamaktı. Ucunda ölüm de olsa doğruyu, merakla bekleşen kitlelere ulaştırmaktı çabaları. Ruhları şad olsun.
Evet, merak… Gazeteciliğin temelinde merak yatıyor. Gazeteci öncelikle kendi merak eder, bu merakını tatmin ettiğinde, yani olayların ayrıntılarını öğrendiğinde elde ettiği bilgileri ahlak süzgecinden geçirerek başka insanlara aktarma aşamasına geçer. Aslında bu aşama, gazeteci olmayan sıradan insanlarda “Bir şey söyleyeceğim, ama benden duymuş olma!” sözüyle kendini gösterir, ancak çoğu zaman benden duymuş olma uyarısının altında yatan neden, elde edilen bilginin ahlak süzgecinden geçirilmemiş olmasıdır. Oysa gazeteci çoğu zaman bu uyarıyı yapma gereği duymaz. Aksine altına imza atar, diğer meslektaşlarını “atlatmış olmanın” derin hazzıyla… Aslında bu yazdıklarımı “di’li geçmiş zaman” kipiyle anlatmam gerekirdi sanırım. Zira günümüzde kalemini satmayan, ucunda ölüm de olsa doğruları söylemekten çekinmeyen, kitlelere bilgi aktarırken ahlak süzgecini kullanan gazetecilerin nesli tükenmek üzere maalesef. Bu gözler kimleri kimleri gördü. Tetikçilik yapmak için evrak taşıyan “bavulcu” gazetecileri(!) mesela. Ya da aynı görüşleri paylaşmadığı insanlara galiz küfürler edebilecek kadar alçalanları… Ya da yerelde belediyeye ait mekanları sorgusuz sualsiz ve daha da önemlisi ihalesiz devralıp işleten tipleri… Bunların ortak özelliği, omurgasız ve her dönemin adamı olmaları.
Tabii her ne kadar doğru bildiklerimizi aktarmaya çalışsak da benim gibi amatör bir ruhla bir şeyler yazmaya çalışanların ortaya koydukları, biraz da öznel düşünceleri olmakta. Dolayısıyla okuyucudan beklenen bunları tamamıyla doğru kabul edip hayatına devam etmesinden çok, aktarılanları kendi dünya görüşü ve gayreti çerçevesinde bir sağlamaya tabi tutması aslında. Burada (bir nevi) görev kabul edilmesi gereken nokta da şudur ki okuyucu, araştırıp irdelemeye sevk edilmeli. Çünkü holdingleşmiş ana akım medya, bilgi vermeyi bir tarafa bırakıp yönlendirme gibi bir misyon üstlenmiş durumda. Hatta bununla ilgili şöyle bir fıkra anlatılır:
Papa, New York’u ziyaret edecektir. Deniz yolu ile kente ulaşıp karaya ayak basar basmaz bir gazeteci yanına yaklaşır ve sorar: “Papa hazretleri New York’taki kumarhaneler için ne düşünüyorsunuz?” Papa şaşkınlık içinde sorar: “New York’ta kumarhane var mı?!” Ertesi gün gazetede şöyle bir sürmanşet vardır: “PAPA NEW YORK’A ADIM ATAR ATMAZ SORDU: NEW YORK’TA KUMARHANE VAR MI?”
Hepinize “Gasteci”lerden uzak, mutlu günler diliyorum değerli okurlar.
Merhabalar değerli okurlar. Bu yazımda sizlere haddim olmayarak gazetecilik konusunda azıcık ahkam keseceğim. Gazetemizin imtiyaz sahibi Sayın Elif Sarıhan gibi deneyim sahibi bir gazetecinin olduğu bir ortamda bu yapacağım şey biraz tereciye tere satmak gibi olacak gerçi ama bunun hoş görülebileceğini umuyorum.
Bendeniz yıllar önce hatalı bir tercih sonucu sanki diğerleri eğriymiş gibi “düz lise” adı verilen, şimdinin Anadolu Liselerine gitmek yerine meslek lisesine gönderilerek üzerinde ince işçilik yapılması gerekirken balta ile şekillendirilmeye çalışılmış bir birey olarak her zaman gazeteci olmak istedim. Meslek lisesine gitmemiş olsaydım eğitim ve iş kariyerlerim çok çok değişik olurdu, bundan eminim. Neyse, bu ayrı bir yazının konusu. 20. Yüzyılda bu dünyaya arz-ı endam etmiş biri olarak görsel ve dijital medya diye bir şey yokken insanların bayilerden gazete aldığı dönemde yaşadım ben. Dolayısıyla o günlerin efsane isimlerini önce duyarak sonra okuyarak öğrendim. Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Uğur Mumcu gibi isimler, şimdiki nesil için sıradan ad ve soyadlar olsa da benim jenerasyonum onları başarılı gazeteciler olarak tanır. Yaşarken mesleki birer efsaneye dönüşmeleri beklenirken maalesef faili meçhul suikastlerin kurbanı olarak bu mertebeye erişti söz konusu isimler. Bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki gazeteci olarak yaptıkları asla ama asla kalemlerini satmamaktı. Ucunda ölüm de olsa doğruyu, merakla bekleşen kitlelere ulaştırmaktı çabaları. Ruhları şad olsun.
Evet, merak… Gazeteciliğin temelinde merak yatıyor. Gazeteci öncelikle kendi merak eder, bu merakını tatmin ettiğinde, yani olayların ayrıntılarını öğrendiğinde elde ettiği bilgileri ahlak süzgecinden geçirerek başka insanlara aktarma aşamasına geçer. Aslında bu aşama, gazeteci olmayan sıradan insanlarda “Bir şey söyleyeceğim, ama benden duymuş olma!” sözüyle kendini gösterir, ancak çoğu zaman benden duymuş olma uyarısının altında yatan neden, elde edilen bilginin ahlak süzgecinden geçirilmemiş olmasıdır. Oysa gazeteci çoğu zaman bu uyarıyı yapma gereği duymaz. Aksine altına imza atar, diğer meslektaşlarını “atlatmış olmanın” derin hazzıyla… Aslında bu yazdıklarımı “di’li geçmiş zaman” kipiyle anlatmam gerekirdi sanırım. Zira günümüzde kalemini satmayan, ucunda ölüm de olsa doğruları söylemekten çekinmeyen, kitlelere bilgi aktarırken ahlak süzgecini kullanan gazetecilerin nesli tükenmek üzere maalesef. Bu gözler kimleri kimleri gördü. Tetikçilik yapmak için evrak taşıyan “bavulcu” gazetecileri(!) mesela. Ya da aynı görüşleri paylaşmadığı insanlara galiz küfürler edebilecek kadar alçalanları… Ya da yerelde belediyeye ait mekanları sorgusuz sualsiz ve daha da önemlisi ihalesiz devralıp işleten tipleri… Bunların ortak özelliği, omurgasız ve her dönemin adamı olmaları.
Tabii her ne kadar doğru bildiklerimizi aktarmaya çalışsak da benim gibi amatör bir ruhla bir şeyler yazmaya çalışanların ortaya koydukları, biraz da öznel düşünceleri olmakta. Dolayısıyla okuyucudan beklenen bunları tamamıyla doğru kabul edip hayatına devam etmesinden çok, aktarılanları kendi dünya görüşü ve gayreti çerçevesinde bir sağlamaya tabi tutması aslında. Burada (bir nevi) görev kabul edilmesi gereken nokta da şudur ki okuyucu, araştırıp irdelemeye sevk edilmeli. Çünkü holdingleşmiş ana akım medya, bilgi vermeyi bir tarafa bırakıp yönlendirme gibi bir misyon üstlenmiş durumda. Hatta bununla ilgili şöyle bir fıkra anlatılır:
Papa, New York’u ziyaret edecektir. Deniz yolu ile kente ulaşıp karaya ayak basar basmaz bir gazeteci yanına yaklaşır ve sorar: “Papa hazretleri New York’taki kumarhaneler için ne düşünüyorsunuz?” Papa şaşkınlık içinde sorar: “New York’ta kumarhane var mı?!” Ertesi gün gazetede şöyle bir sürmanşet vardır: “PAPA NEW YORK’A ADIM ATAR ATMAZ SORDU: NEW YORK’TA KUMARHANE VAR MI?”
Hepinize “Gasteci”lerden uzak, mutlu günler diliyorum değerli okurlar.
098.24.11.2024 - ÖĞRETMENİM, CANIM BENİM (Göynük Gazetesi)
ÖĞRETMENİM, CANIM BENİM
Merhabalar değerli okurlar. 24 Kasım, 1928’de Mustafa Kemal Atatürk’e Millet Mektepleri Başöğretmenliğinin verildiği ve o tarihten bu yana da Öğretmenler Günü olarak kutlanagelen önemli bir tarih.
Başımızın tacı öğretmenlerimiz ile ilgili olarak o kadar çok söylenecek / söylenilmesi gereken söz var ki, hangilerini söylesek, söylemediklerimizde kalır aklımız. Daha önceki yazılarımdan birinde de değindiğim üzere, Köy Enstitüleri geleneğinin uzantısı olan Öğretmen Okulları’ndan mezun bir ana babanın evladı olduğumdan, öğretmen denilince, eğitim-öğretim denilince adeta bam telime dokunulmuş hissederim. Zira bizim gibi tabandan gelen bir rönesansı olmayan ülkelerde öğretmenler, adeta birer Michelangelo’dur, Da Vinci’dir. Bizler de adına “öğretmen” dediğimiz bu sanatçıların elinde birer Davut heykeline, birer Mona Lisa tablosuna dönüşmeyi bekleyen cevherleriz. Kimimiz dönüşebilen şanslılardan oluruz kimimiz sıradanlıkla sürdürürüz adına yaşam dediğimiz şeyi.
Benim eğitim hayatımda ilkokul öğretmenim rahmetli Mustafa Şahin’den sonra en önemli öğretmen figürü 50. Yıl Ortaokulu’ndaki Türkçe öğretmenim Şadiye Çaylı’dır mesela. Yazılı ifade yeteneğim olduğunu fark ederek ödüllendirircesine beni yazmaya sevk eden, yazma konusunda beni sürekli cesaretlendiren Şadiye hocamdır. Şu anda da benzer yöntemler mi uygulanıyor bilemem ama öğrenci olduğumuz dönemlerde Türkçe yazılı sınavlarındaki genel usul şuydu: İlk 5 veya 6 soru klasik açık uçlu sorular olurken, son soru (ve tabi puanı itibarı ile en değerli soru) kompozisyon sorusu olurdu. İlk sorular onar puan değerinde ise kompozisyon sorusu 40 puandı ve oradan tam puan almak olanaksıza yakın zorluktaydı. Ortaokulda bunu başardım Şadiye hocamın bir Türkçe sınavında. Sınav sonuçlarını ilan ettiği derste, normal uygulamasının aksine sınav kağıdımı bana vermiş tüm sınıfa okutmuştu yazdığım kompozisyonu. Nasıl gururlandığımı dün gibi anımsıyorum. Zira saygıdeğer hocam bu davranışı ile başarıyı ödüllendirmenin nasıl bir motivasyon olduğunu göstermişti. Bugün cesaret gösterip bu satırları yazıyor ve sizlerin ilgisine ve beğenisine sunuyorsam temelinde yaşadığım bu anekdot yatar.
Eğitim hayatında önemli bir figürü olma konusunda rahmetli annemin bir öğretmenini ve ondan aktardığı bir sözü sizinle paylaşmak isterim. Ama yine öğretmen okulu sıralarına dönmemiz gerek bunun için. Annemin kuşkusuz adını en çok andığı öğretmen olan Emil Doğan Taşlı hocanın veciz söylemleri konunun özünde olan. Benim de annemden pek sık duyduğum, ancak tam anlamıyla özümsemek için üzerinden bir hayli zaman geçmesi gereken şu söz kanaatimce çok çok önemlidir:
“Kız çocuklarını okutmayan milletler, hüsranına ağlasın!”
Kendi içinde ciltlerce bilgiye eşdeğer ölçüde anlam ihtiva eden bir veciz gerçekten. Hayatın her alanında kadınların daha çok var olmaları gerektiğine inanan biri olarak ben de altına imzamı atarım bu sözün.
Günümüzde, özellikle de son birkaç yıl içerisinde öğretmenlik mesleği ve kavramının içinin de, diğer birçok şey gibi sistemli bir biçimde boşaltılmaya çalışıldığına üzüntü ve endişe ile şahitlik ediyoruz. Düşünsenize; “ücretli doktor” ya da “ücretli mühendis” vb. kavramların olmadığı ve olmasının garip karşılanacağı bir yerde, öğretmen açığı varken kadro verilmeyip üç-otuz paraya diğer öğretmenlerle aynı işi yapmak zorunda kalan ücretli öğretmenler diye bir acı gerçeklik var. Adına öğretmenlik meslek kanunu denilen “şey” ile dejenerasyon zirve noktasına ulaşmakta maalesef. Öğretmenleri ve öğretmenliği sınıflara ayırmak yapılabilecek en büyük hatadır ve üzücüdür ki bu garip durum yasal ancak hakkaniyetli olmayan bir duruma evriliyor. İyi niyetli düşünerek bir “hata” olduğunu söyleyebileceğimiz bu durumun düzeltilmesi, çevresi eğitim neferleri ile dolu biri olarak en büyük dileğim.
Yukarıda gördüğünüz fotoğraflara gelince; sınıfa girdiğinde kendisine yer vermek isteyen öğretmene,
“Öğretmenlik üst makamdır!”
diyerek dersi ayakta dinleyen, yegane Başöğretmenimiz Atatürk! Savrulduğumuz nokta ise 2019 yılında, hem de bir öğretmenler gününde öğretmen sandığı gazeteciye “ayar vermeye” çalışan devlet memuru vali…
Bu haftalık bu kadar. Tüm eğitimcilerimizin Öğretmenler Günü’nü kutluyor, hepinize sevgi ve saygılar sunuyorum değerli okurlar.
Merhabalar değerli okurlar. 24 Kasım, 1928’de Mustafa Kemal Atatürk’e Millet Mektepleri Başöğretmenliğinin verildiği ve o tarihten bu yana da Öğretmenler Günü olarak kutlanagelen önemli bir tarih.
Başımızın tacı öğretmenlerimiz ile ilgili olarak o kadar çok söylenecek / söylenilmesi gereken söz var ki, hangilerini söylesek, söylemediklerimizde kalır aklımız. Daha önceki yazılarımdan birinde de değindiğim üzere, Köy Enstitüleri geleneğinin uzantısı olan Öğretmen Okulları’ndan mezun bir ana babanın evladı olduğumdan, öğretmen denilince, eğitim-öğretim denilince adeta bam telime dokunulmuş hissederim. Zira bizim gibi tabandan gelen bir rönesansı olmayan ülkelerde öğretmenler, adeta birer Michelangelo’dur, Da Vinci’dir. Bizler de adına “öğretmen” dediğimiz bu sanatçıların elinde birer Davut heykeline, birer Mona Lisa tablosuna dönüşmeyi bekleyen cevherleriz. Kimimiz dönüşebilen şanslılardan oluruz kimimiz sıradanlıkla sürdürürüz adına yaşam dediğimiz şeyi.
Benim eğitim hayatımda ilkokul öğretmenim rahmetli Mustafa Şahin’den sonra en önemli öğretmen figürü 50. Yıl Ortaokulu’ndaki Türkçe öğretmenim Şadiye Çaylı’dır mesela. Yazılı ifade yeteneğim olduğunu fark ederek ödüllendirircesine beni yazmaya sevk eden, yazma konusunda beni sürekli cesaretlendiren Şadiye hocamdır. Şu anda da benzer yöntemler mi uygulanıyor bilemem ama öğrenci olduğumuz dönemlerde Türkçe yazılı sınavlarındaki genel usul şuydu: İlk 5 veya 6 soru klasik açık uçlu sorular olurken, son soru (ve tabi puanı itibarı ile en değerli soru) kompozisyon sorusu olurdu. İlk sorular onar puan değerinde ise kompozisyon sorusu 40 puandı ve oradan tam puan almak olanaksıza yakın zorluktaydı. Ortaokulda bunu başardım Şadiye hocamın bir Türkçe sınavında. Sınav sonuçlarını ilan ettiği derste, normal uygulamasının aksine sınav kağıdımı bana vermiş tüm sınıfa okutmuştu yazdığım kompozisyonu. Nasıl gururlandığımı dün gibi anımsıyorum. Zira saygıdeğer hocam bu davranışı ile başarıyı ödüllendirmenin nasıl bir motivasyon olduğunu göstermişti. Bugün cesaret gösterip bu satırları yazıyor ve sizlerin ilgisine ve beğenisine sunuyorsam temelinde yaşadığım bu anekdot yatar.
Eğitim hayatında önemli bir figürü olma konusunda rahmetli annemin bir öğretmenini ve ondan aktardığı bir sözü sizinle paylaşmak isterim. Ama yine öğretmen okulu sıralarına dönmemiz gerek bunun için. Annemin kuşkusuz adını en çok andığı öğretmen olan Emil Doğan Taşlı hocanın veciz söylemleri konunun özünde olan. Benim de annemden pek sık duyduğum, ancak tam anlamıyla özümsemek için üzerinden bir hayli zaman geçmesi gereken şu söz kanaatimce çok çok önemlidir:
“Kız çocuklarını okutmayan milletler, hüsranına ağlasın!”
Kendi içinde ciltlerce bilgiye eşdeğer ölçüde anlam ihtiva eden bir veciz gerçekten. Hayatın her alanında kadınların daha çok var olmaları gerektiğine inanan biri olarak ben de altına imzamı atarım bu sözün.
Günümüzde, özellikle de son birkaç yıl içerisinde öğretmenlik mesleği ve kavramının içinin de, diğer birçok şey gibi sistemli bir biçimde boşaltılmaya çalışıldığına üzüntü ve endişe ile şahitlik ediyoruz. Düşünsenize; “ücretli doktor” ya da “ücretli mühendis” vb. kavramların olmadığı ve olmasının garip karşılanacağı bir yerde, öğretmen açığı varken kadro verilmeyip üç-otuz paraya diğer öğretmenlerle aynı işi yapmak zorunda kalan ücretli öğretmenler diye bir acı gerçeklik var. Adına öğretmenlik meslek kanunu denilen “şey” ile dejenerasyon zirve noktasına ulaşmakta maalesef. Öğretmenleri ve öğretmenliği sınıflara ayırmak yapılabilecek en büyük hatadır ve üzücüdür ki bu garip durum yasal ancak hakkaniyetli olmayan bir duruma evriliyor. İyi niyetli düşünerek bir “hata” olduğunu söyleyebileceğimiz bu durumun düzeltilmesi, çevresi eğitim neferleri ile dolu biri olarak en büyük dileğim.
Yukarıda gördüğünüz fotoğraflara gelince; sınıfa girdiğinde kendisine yer vermek isteyen öğretmene,
“Öğretmenlik üst makamdır!”
diyerek dersi ayakta dinleyen, yegane Başöğretmenimiz Atatürk! Savrulduğumuz nokta ise 2019 yılında, hem de bir öğretmenler gününde öğretmen sandığı gazeteciye “ayar vermeye” çalışan devlet memuru vali…
Bu haftalık bu kadar. Tüm eğitimcilerimizin Öğretmenler Günü’nü kutluyor, hepinize sevgi ve saygılar sunuyorum değerli okurlar.
097.21.11.2024 - ORDAN BURDAN (Göynük Gazetesi)
ORDAN BURDAN
Merhabalar değerli okurlar. Bolu – Bilecik yolu olarak adlandırılan ve Bolu’dan Göynük’e gelirken kullanabileceğiniz iki alternatif yoldan biri olan, çökmesi nedeni ile de uzuuuuncabir süredir tek şeritten geçiş sağlanabilen Bozcaarmutkesiminde nihayet çalışmalar başladı. Tabii koca bir yaz mevsiminin gözünü kör edercesine yağışların başladığı, kışınkapıda olduğu bir zaman diliminde bu çalışmaların başlatılabilmesi, sevindirici olduğu kadar düşündürücü de… Düşündürücü olan kısmıyla ilgili birkaç sözümüz olacak Göynük’te yaşayan bir Bolulu olarak.
2019 yılında öğretmen olan eşimin ilk ataması gerçekleştiğinde geldik buraya. Karayolunu sıkça kullananlar konuya hâkim olduğundan uzun uzadıya anlatıp kimseyi sıkmayacağım. Zaten kafamda deli soruların oluşmasına sebebiyet veren konu da yolun yapım süreci değil. O zamandan bu yana bende oluşan intiba…
Göynük, Bolu’nun ilçesi, Sakarya (Taraklı), Ankara (Nallıhan) ve Bilecik (Gölpazarı) illerine sınır komşusu. Aynı zamanda İstanbul’un II. Mehmet’le birlikte manevi fatihi olan Akşemseddin hazretlerinin yaşayıp vefat ettiği, türbesinin olduğu şehir. Onun haricinde de manevi yönü kuvvetli birçok tarihsel şahsiyetin yaşayıp göçtüğü bir yer. Geçtiğimiz yaz çıkan orman yangınlarına rağmen çevresi ormanlar ve mesire yerleri ile bezeli müthiş bir coğrafyaya sahip. Tüm dünyada benzerleri olan Citta Slow yani yavaş şehir özelliklerini sonuna kadar bünyesinde bulunduran, tarihsel dokusunu yitirmemiş ender yerlerden biri. Bir çırpıda aklıma geliveren kendine has tüm bu özelliklerine, coğrafi işaret almış Uğut marmelatına rağmen maalesef 21. Yüzyılda mahrumiyet bölgesi gibi muameleye maruz bırakılan da bir mekân.
Kocaman bir hastane binası yapılmış mesela, aile hekimliği birimi (eski adıyla sağlık ocağı) gibi çalışıyor. Kadrolu uzman doktor eksikliği var. Çocuğu gecenin bir yarısı ateşlenen aileler, imkanları çerçevesinde koştur koştur Bolu’ya veya Sakarya’ya gidiyorlar. İhtiyaç olmasına rağmen, tıbbi görüntüleme cihazlarının eksikliğinden ötürü de yine şehir dışına gitmek zorunda kalıyor halk. Derken hastane, kapasitesi ve altyapısı olmasına rağmen sanki bir mahalle sağlık birimiymiş gibiMudurnu Devlet Hastanesi’ne bağlanıveriyor bir çırpıda.
Sokaklar tarihsel dokudan dolayı dar ve alternatifsiz. Dolayısıyla özellikle pazarın kurulduğu Pazartesi günleri dağ, taş, dere, tepe açık otoparka dönüşerek zaten sıkıntılı olan araç ve yaya trafiğini iyiden iyiye çileye dönüştürüyor. Katlı ve kapalı otopark yapmak bugüne değin hiç kimsenin aklına gelmemiş olacak ki, yıkım kararı verilerek yerle yeksan edilen Egemenlik Ortaokulu binasının olduğu yere bir anaokulu yapıldı. Güzel; yapanın da yaptıranın da ellerine sağlık. Göynük merkez nüfusunun neredeyse yüzde altmışı SofualiMahallesi’nde yaşıyor. Anaokulu hastaneye yakın bir bölgeye yapılıp, Egemenlik Ortaokulu’ndan boşalan araziye de katlı otopark yapılsaydı, genişletme olanak ve olasılığı bulunmayan yollar sanki genişletilmiş gibi rahatlatmaz mıydı insanları? Eğitime son derece büyük önem veren ve imkân sahibi bir (ya da birden fazla) hayırsever illa ki bulunur, anaokulu inşa edilecek araziyi bağışlamaları sağlanabilirdi. Daha önce benzer örnekler olmuş çünkü, ondan bu kadar rahat konuşuyorum.
Benzer soru ve sorunları listelemek mümkün. Bu satırları okuyan Göynük sakinleri “Eee, falanca konuyu da yazmamış!” diyerek bana kızabilirler. Başım gözüm üstüne… Ama bunlarla ilgili olarak çeşitli platformlarda yerelden ulusala lobi faaliyeti yürütecek bir ekip, kurul, dernek ya da adına ne derseniz deyin oluşturmak, karanlığa küfretmeyip bir mum yakmak bu cahil aklımla daha iyi olur gibi geliyor siz ne dersiniz?
Bu haftalık da benden bu kadar. Mutlu, sağlıklı bir hafta diliyorum tüm okurlarımıza.
Merhabalar değerli okurlar. Bolu – Bilecik yolu olarak adlandırılan ve Bolu’dan Göynük’e gelirken kullanabileceğiniz iki alternatif yoldan biri olan, çökmesi nedeni ile de uzuuuuncabir süredir tek şeritten geçiş sağlanabilen Bozcaarmutkesiminde nihayet çalışmalar başladı. Tabii koca bir yaz mevsiminin gözünü kör edercesine yağışların başladığı, kışınkapıda olduğu bir zaman diliminde bu çalışmaların başlatılabilmesi, sevindirici olduğu kadar düşündürücü de… Düşündürücü olan kısmıyla ilgili birkaç sözümüz olacak Göynük’te yaşayan bir Bolulu olarak.
2019 yılında öğretmen olan eşimin ilk ataması gerçekleştiğinde geldik buraya. Karayolunu sıkça kullananlar konuya hâkim olduğundan uzun uzadıya anlatıp kimseyi sıkmayacağım. Zaten kafamda deli soruların oluşmasına sebebiyet veren konu da yolun yapım süreci değil. O zamandan bu yana bende oluşan intiba…
Göynük, Bolu’nun ilçesi, Sakarya (Taraklı), Ankara (Nallıhan) ve Bilecik (Gölpazarı) illerine sınır komşusu. Aynı zamanda İstanbul’un II. Mehmet’le birlikte manevi fatihi olan Akşemseddin hazretlerinin yaşayıp vefat ettiği, türbesinin olduğu şehir. Onun haricinde de manevi yönü kuvvetli birçok tarihsel şahsiyetin yaşayıp göçtüğü bir yer. Geçtiğimiz yaz çıkan orman yangınlarına rağmen çevresi ormanlar ve mesire yerleri ile bezeli müthiş bir coğrafyaya sahip. Tüm dünyada benzerleri olan Citta Slow yani yavaş şehir özelliklerini sonuna kadar bünyesinde bulunduran, tarihsel dokusunu yitirmemiş ender yerlerden biri. Bir çırpıda aklıma geliveren kendine has tüm bu özelliklerine, coğrafi işaret almış Uğut marmelatına rağmen maalesef 21. Yüzyılda mahrumiyet bölgesi gibi muameleye maruz bırakılan da bir mekân.
Kocaman bir hastane binası yapılmış mesela, aile hekimliği birimi (eski adıyla sağlık ocağı) gibi çalışıyor. Kadrolu uzman doktor eksikliği var. Çocuğu gecenin bir yarısı ateşlenen aileler, imkanları çerçevesinde koştur koştur Bolu’ya veya Sakarya’ya gidiyorlar. İhtiyaç olmasına rağmen, tıbbi görüntüleme cihazlarının eksikliğinden ötürü de yine şehir dışına gitmek zorunda kalıyor halk. Derken hastane, kapasitesi ve altyapısı olmasına rağmen sanki bir mahalle sağlık birimiymiş gibiMudurnu Devlet Hastanesi’ne bağlanıveriyor bir çırpıda.
Sokaklar tarihsel dokudan dolayı dar ve alternatifsiz. Dolayısıyla özellikle pazarın kurulduğu Pazartesi günleri dağ, taş, dere, tepe açık otoparka dönüşerek zaten sıkıntılı olan araç ve yaya trafiğini iyiden iyiye çileye dönüştürüyor. Katlı ve kapalı otopark yapmak bugüne değin hiç kimsenin aklına gelmemiş olacak ki, yıkım kararı verilerek yerle yeksan edilen Egemenlik Ortaokulu binasının olduğu yere bir anaokulu yapıldı. Güzel; yapanın da yaptıranın da ellerine sağlık. Göynük merkez nüfusunun neredeyse yüzde altmışı SofualiMahallesi’nde yaşıyor. Anaokulu hastaneye yakın bir bölgeye yapılıp, Egemenlik Ortaokulu’ndan boşalan araziye de katlı otopark yapılsaydı, genişletme olanak ve olasılığı bulunmayan yollar sanki genişletilmiş gibi rahatlatmaz mıydı insanları? Eğitime son derece büyük önem veren ve imkân sahibi bir (ya da birden fazla) hayırsever illa ki bulunur, anaokulu inşa edilecek araziyi bağışlamaları sağlanabilirdi. Daha önce benzer örnekler olmuş çünkü, ondan bu kadar rahat konuşuyorum.
Benzer soru ve sorunları listelemek mümkün. Bu satırları okuyan Göynük sakinleri “Eee, falanca konuyu da yazmamış!” diyerek bana kızabilirler. Başım gözüm üstüne… Ama bunlarla ilgili olarak çeşitli platformlarda yerelden ulusala lobi faaliyeti yürütecek bir ekip, kurul, dernek ya da adına ne derseniz deyin oluşturmak, karanlığa küfretmeyip bir mum yakmak bu cahil aklımla daha iyi olur gibi geliyor siz ne dersiniz?
Bu haftalık da benden bu kadar. Mutlu, sağlıklı bir hafta diliyorum tüm okurlarımıza.
096.17.11.2024 - Nobel (Göynük Gazetesi)
NOBEL
Soğuk bir Eylül sabahıydı. Saat 3 buçuk sularında genç TRT spikeri Mesut Mertcan’ın evinin kapısı çaldı. Gelen iki silahlı asker eşliğinde bir üsteğmendi.
“Hazırlanın” dedi gelen üsteğmen Mertcan’a. “Gidiyoruz…” Sol görüşlü olduğu bilinen Mesut Mertcan, “Vakit geldi sanırım” diye düşündü. 11 Eylül’ü 12sine bağlayan gece onun için biraz uzun sürmüştü. Alkol aldığını ve biraz müsaade ederlerse kendine gelip yola öylece çıkabileceklerini iletti üsteğmen’e. İfadesiz suratıyla asker, tamam dercesine kafasını salladı.
“Ancak biraz çabuk olursanız iyi olur” dedi. “Vaktimiz sınırlı”. Kahve piyasada zor bulunur olsa da bir miktar vardı genç spikerin evinde. Yarım saat kadar sonra kahvesini içmiş, biraz olsun kendine gelmişti ve askeri araçla TRT Ankara Radyosu’nun Sıhhiye’deki binasına doğru yola çıkmışlardı. O sabah Mesut Mertcan Milli Güvenlik Konseyi’nin 1 no.lu bildirisini duyurdu radyodan davudî sesi ile. Bildiride ordunun, emir komuta zinciri içerisinde yönetime el koyduğu duyruluyordu çilekeş Türk Halkına.
Üç yıl sonra, Kasım ayının 6’sında yapılan seçimlerde Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) %45 oy alarak tek başına iktidar olma hakkı elde etti. Seçim sonuçlarının netleşmesinden neredeyse iki hafta sonra, Kasım ayının ancak 20’sinde hükümet kurma görevini darbeci general Kenan Evren’den alabilen Özal, 3 yıllık kesintinin akabinde ilk sivil hükümeti kurarak göreve başladı. 45. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti olarak anılacak olan kabinede Devlet Bakanı olarak görevlendirilen 33 yaşında genç bir isim dikkat çekiyordu: İsmail Özdağlar adlı bu genç, Ankara Fen Lisesi ile ODTÜ Makine Mühendisliğinden mezun olmuş, adıından ABD’de Indiana ve Michigan Ünversitelerinde master yapmıştı. Siyasi yaşamında da önce Manisa’dan milletvekili daha sonra da hükümette bakan olmuştu. İlk başlarda sakin ve ağırbaşlı gözükmesine rağmen, belki de bu denli genç yaşta politika merdivenlerini üçer beşer tırmanmasından dolayı, kimse ile geçinemeyen, asabi ve dikbaşlı bir mizaç sergilemeye başladı. Hızlı yükselişi belli ki başınını döndürmüş, onu şımartmıştı.
Bakanlıktaki ilk yılının sonlarında bazı söylentiler ayyuka çıktı. Bakanlığının sorumluluk sahasındaki akçeli işlerden akla ziyan miktarda haksız kazançlar elde ettiği dile getiriliyordu. İçişleri Bakanı Ali Tanrıyar ve Kırşehir Milletvekili Mehmet Budak arasında geçtiği rivayet edilen şu konuşma ilginçtir:
Ali Tanrıyar : Bu İsmail çok ileri gidiyor. Sonu nereye varacak Allahını seversen?
Mehmet Budak : Valla elimdeki dosyaları ortaya serersem İsmail kaçacak yer arar!
Bütün bu söylentilere bir de iş insanı Uğur Mengenecioğlu’nun, Özdağlar’ın kendisinden rüşvet istediği yönündeki ihbarı eklenince bu durum genç bakan için sonun başlangıcı oldu. İhbar konusu olan söylentiler Başbakan Özal’ın kulağına gitti. Özal, o dönemde başdanışmanı olan, ileriki dönemlerde milletvekili ve bakan yapacağı Adnan Kahveci’yi görevlendirdi. Kahveci’nin yürüttüğü soruşturma sonucu söylentilerin fazlası var eksiği yok gerçek olduğu anlaşıldı. Bu sırada da Özdağlar’ın istifa ettiği yönünde haber yayınlandı TRT’nin 2 Ocak 1984 öğlen haber bülteninde. İlerleyen saatlerde, saat 23.00’te de konu ile ilgili olarak Başbakanlık tarafından sürpriz bir açıklama yapıldı ve akabinde TBMM’ye verilen soruşturma önergesi jet hızı ve de oy birliği ile kabul edildi. Özdağlar’ın hızlı bir yükseliş gösteren politik kariyeri Yüce Divan’a sevk edilmesi sonucu aynı hızla tepetaklak oldu. Özal’ın da tarihte ilk kez bir Başbakanın Yüce Divan’da tanık sıfatı ile ifade vermesi sonucu Özdağlar hem para hem de hapis cezasına çarptırıldı.
Kızı Asuman Acemoğlu, ABD’de, Massachussetts Instıtute of Technology (MIT)’de Bilgisayar Bilimleri Bölüm Başkanıdır ve 2024 Nobel Ekonomi Ödülü alan ekonomist Daron Acemoğlu’nun da eşidir. Tabi bu durumda İsmail Özdağlar da Nobel ödülü alan 3 Türk’ten biri olan Daron Acemoğlu’nun kayınpederi oluyor! Şimdi yakın tarihimizdeki bu hikayeyi anlatma sebebin nedir derseniz; Daron Acemoğlu Nobel ödülünü Ulusların Düşüşü : Güç, Refah ve Yoksulluğun Kökenleri adlı ortak çalışma ile aldı. Bu çalışmada özetle, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü gibi kavramları temel değer olarak benimsemeyen, siyasetçilerin yozlaştığı memleketlerin batacağı bilimsel olarak anlatılmakta. Evrensel hukukta suç bireyseldir. Hiç kimse ebeveynlerinin işlediği suçlardan sorumlu değildir. Ancak Özdağlar gibi bir siyasetçinin damadının böyle bir çalışma ile Nobel jürisince taltif edilmesi fazlasıyla ironik değil mi sizce?
Bu haftalık da bu kadar. Mutlu, sağlıklı bir hafta diliyorum tüm okurlarımıza.
Soğuk bir Eylül sabahıydı. Saat 3 buçuk sularında genç TRT spikeri Mesut Mertcan’ın evinin kapısı çaldı. Gelen iki silahlı asker eşliğinde bir üsteğmendi.
“Hazırlanın” dedi gelen üsteğmen Mertcan’a. “Gidiyoruz…” Sol görüşlü olduğu bilinen Mesut Mertcan, “Vakit geldi sanırım” diye düşündü. 11 Eylül’ü 12sine bağlayan gece onun için biraz uzun sürmüştü. Alkol aldığını ve biraz müsaade ederlerse kendine gelip yola öylece çıkabileceklerini iletti üsteğmen’e. İfadesiz suratıyla asker, tamam dercesine kafasını salladı.
“Ancak biraz çabuk olursanız iyi olur” dedi. “Vaktimiz sınırlı”. Kahve piyasada zor bulunur olsa da bir miktar vardı genç spikerin evinde. Yarım saat kadar sonra kahvesini içmiş, biraz olsun kendine gelmişti ve askeri araçla TRT Ankara Radyosu’nun Sıhhiye’deki binasına doğru yola çıkmışlardı. O sabah Mesut Mertcan Milli Güvenlik Konseyi’nin 1 no.lu bildirisini duyurdu radyodan davudî sesi ile. Bildiride ordunun, emir komuta zinciri içerisinde yönetime el koyduğu duyruluyordu çilekeş Türk Halkına.
Üç yıl sonra, Kasım ayının 6’sında yapılan seçimlerde Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) %45 oy alarak tek başına iktidar olma hakkı elde etti. Seçim sonuçlarının netleşmesinden neredeyse iki hafta sonra, Kasım ayının ancak 20’sinde hükümet kurma görevini darbeci general Kenan Evren’den alabilen Özal, 3 yıllık kesintinin akabinde ilk sivil hükümeti kurarak göreve başladı. 45. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti olarak anılacak olan kabinede Devlet Bakanı olarak görevlendirilen 33 yaşında genç bir isim dikkat çekiyordu: İsmail Özdağlar adlı bu genç, Ankara Fen Lisesi ile ODTÜ Makine Mühendisliğinden mezun olmuş, adıından ABD’de Indiana ve Michigan Ünversitelerinde master yapmıştı. Siyasi yaşamında da önce Manisa’dan milletvekili daha sonra da hükümette bakan olmuştu. İlk başlarda sakin ve ağırbaşlı gözükmesine rağmen, belki de bu denli genç yaşta politika merdivenlerini üçer beşer tırmanmasından dolayı, kimse ile geçinemeyen, asabi ve dikbaşlı bir mizaç sergilemeye başladı. Hızlı yükselişi belli ki başınını döndürmüş, onu şımartmıştı.
Bakanlıktaki ilk yılının sonlarında bazı söylentiler ayyuka çıktı. Bakanlığının sorumluluk sahasındaki akçeli işlerden akla ziyan miktarda haksız kazançlar elde ettiği dile getiriliyordu. İçişleri Bakanı Ali Tanrıyar ve Kırşehir Milletvekili Mehmet Budak arasında geçtiği rivayet edilen şu konuşma ilginçtir:
Ali Tanrıyar : Bu İsmail çok ileri gidiyor. Sonu nereye varacak Allahını seversen?
Mehmet Budak : Valla elimdeki dosyaları ortaya serersem İsmail kaçacak yer arar!
Bütün bu söylentilere bir de iş insanı Uğur Mengenecioğlu’nun, Özdağlar’ın kendisinden rüşvet istediği yönündeki ihbarı eklenince bu durum genç bakan için sonun başlangıcı oldu. İhbar konusu olan söylentiler Başbakan Özal’ın kulağına gitti. Özal, o dönemde başdanışmanı olan, ileriki dönemlerde milletvekili ve bakan yapacağı Adnan Kahveci’yi görevlendirdi. Kahveci’nin yürüttüğü soruşturma sonucu söylentilerin fazlası var eksiği yok gerçek olduğu anlaşıldı. Bu sırada da Özdağlar’ın istifa ettiği yönünde haber yayınlandı TRT’nin 2 Ocak 1984 öğlen haber bülteninde. İlerleyen saatlerde, saat 23.00’te de konu ile ilgili olarak Başbakanlık tarafından sürpriz bir açıklama yapıldı ve akabinde TBMM’ye verilen soruşturma önergesi jet hızı ve de oy birliği ile kabul edildi. Özdağlar’ın hızlı bir yükseliş gösteren politik kariyeri Yüce Divan’a sevk edilmesi sonucu aynı hızla tepetaklak oldu. Özal’ın da tarihte ilk kez bir Başbakanın Yüce Divan’da tanık sıfatı ile ifade vermesi sonucu Özdağlar hem para hem de hapis cezasına çarptırıldı.
Kızı Asuman Acemoğlu, ABD’de, Massachussetts Instıtute of Technology (MIT)’de Bilgisayar Bilimleri Bölüm Başkanıdır ve 2024 Nobel Ekonomi Ödülü alan ekonomist Daron Acemoğlu’nun da eşidir. Tabi bu durumda İsmail Özdağlar da Nobel ödülü alan 3 Türk’ten biri olan Daron Acemoğlu’nun kayınpederi oluyor! Şimdi yakın tarihimizdeki bu hikayeyi anlatma sebebin nedir derseniz; Daron Acemoğlu Nobel ödülünü Ulusların Düşüşü : Güç, Refah ve Yoksulluğun Kökenleri adlı ortak çalışma ile aldı. Bu çalışmada özetle, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü gibi kavramları temel değer olarak benimsemeyen, siyasetçilerin yozlaştığı memleketlerin batacağı bilimsel olarak anlatılmakta. Evrensel hukukta suç bireyseldir. Hiç kimse ebeveynlerinin işlediği suçlardan sorumlu değildir. Ancak Özdağlar gibi bir siyasetçinin damadının böyle bir çalışma ile Nobel jürisince taltif edilmesi fazlasıyla ironik değil mi sizce?
Bu haftalık da bu kadar. Mutlu, sağlıklı bir hafta diliyorum tüm okurlarımıza.
095.13.11.2024 - TİPOGRAFİ GİBİ AMA LİPOGRAFİ (Göynük Gazetesi)
TİPOGRAFİ GİBİ AMA LİPOGRAFİ
Saygılar harika okurlar. Bu hafta farklı bir yazı yazdım. Basılı yazı anlamındaki tipografi olmayacak anlatmaya çalışacaklarım. Lipografik bir yazıyla sınayacağım birinci olarak özümü, sonra da tamamımızı. Umarım yapmaya çalıştığımı tarafınıza aktarabilirim.
Lipogram, dilimizin yalnızca bir harfini kasıtlı olarak kullanmamaya dayalı bir yazım stili, bir sözcük oyunu aslında. Varlığı Antik Yunan'da Anadolu ozanlarına kadar uzanıyor. M.Ö. şair Lasus'un, adında 2 “S” olsa da "S" harfini hiç kullanmadan yazdığı yapıtlarıyla tanışıyor yazın kültürü bu lipogramla ilk olarak. Hiç kolay olmaması lazım, çünkü konuştuğu dilin ustası olmalı insan, bir harfi kasıtlı olarak kullanmadan yapıtlar ortaya koyması için.
Dilin sınırlarını zorlama arzusuna sahip amatör yazarınız Tansel Karakaya olarak bu stili kullanmaya çalışıp anlatımını farklılaştırmak, dilin var olan kurallarını azıcık kıpırdatmak istiyorum. Çünkü bu stili kullanmaya çalışmak, günlük yaşamda sık kullanılan bir sözcük dışında, bahis konusu sözcüğün muadilini bulmaya itiyor yazarı. Bu da anlatımını farklılaştırıyor, zorluyor kişiyi.
Dilbilgisi açısından manalı bir lipogram yazısı ortaya koymak , hatta yazının lipogram kullanarak yazılıp yazılmadığını anlamak çok çok zordur. Çünkü bazı yazılarda kasıt olmaksızın da bir harfin hiç kullanılmamış olma olasılığı vardır. 1845 yılında ilk olarak yayımlanmış Edgar Allan Poe şiiri Kuzgun'un hiçbir mısrasında "Z" harfi, yazarın da bunu kasıtlı yaptığına dair bir kanıt yoktur. Konuşmayla yazında çok sık kullanılmayan birkaç harfi çıkararak yazmaya çalışmak basit gibi algılanabilir olsa da asıl ustalık yaygın kullanılan bir harfi çıkararak yazmaya çalışmaktır.
Anadolu'da bunun yansımasını , lipograma çok yakın bir tür olan âşık atışmasında görüyoruz. Hatta âşık atışmasının alt ulamı olan LEBDEĞMEZ, harika bir misal. Bu söz sanatında âşıklar, B, F, V, M, P kullanmadan bir yandan bağlama çalar, bir yandan doğaçlama olarak sırayla atışırlar. Ayrıca âşıkların bunu dudaklarının arasına dik bir kürdan koyarak yaptığına şahit oluruz.
Yazar George Perec, Fransızca'da çok sık kullanılan "E" harfini hiç kullanmadan Kayboluş adlı bir roman yazmış 1969'da. Cemal Yardımcı da aynı harfi kullanmadan bu yapıtı lisanımıza ustalıkla kazandırmıştır. Hatta bu yapıt dünyada farklı noktalarda, ilgili dilin sık kullanılan harfi çıkarılarak o lisanlara kazandırılmıştır. Misal, bu roman İspanyolca'da "A", Rusça'da da "O" olmaksızın yayımlanmıştır.
Yazarınız olarak bu ilginç söz sanatını "E" harfi kullanmadan sizin nazarlarınıza sunmaya çalıştım. Tabii ki uygulamada yazar, yapıt adları vb. durumları ayrı tutarak akıcı, anlaşılır olmaya çabaladım. Bunu uygulamaya çalışmanın zorluğu, bu sanatla yapıtlar oluşturmuş yazarlara, ozanlara sonsuz saygı duymamı da ayrıca sağladı. Sürç-ü lisan olduysa affola.
Bu haftalık da bu kadar. Mutlu, sağlıklı bir hafta diliyorum tüm okurlarımıza.
Saygılar harika okurlar. Bu hafta farklı bir yazı yazdım. Basılı yazı anlamındaki tipografi olmayacak anlatmaya çalışacaklarım. Lipografik bir yazıyla sınayacağım birinci olarak özümü, sonra da tamamımızı. Umarım yapmaya çalıştığımı tarafınıza aktarabilirim.
Lipogram, dilimizin yalnızca bir harfini kasıtlı olarak kullanmamaya dayalı bir yazım stili, bir sözcük oyunu aslında. Varlığı Antik Yunan'da Anadolu ozanlarına kadar uzanıyor. M.Ö. şair Lasus'un, adında 2 “S” olsa da "S" harfini hiç kullanmadan yazdığı yapıtlarıyla tanışıyor yazın kültürü bu lipogramla ilk olarak. Hiç kolay olmaması lazım, çünkü konuştuğu dilin ustası olmalı insan, bir harfi kasıtlı olarak kullanmadan yapıtlar ortaya koyması için.
Dilin sınırlarını zorlama arzusuna sahip amatör yazarınız Tansel Karakaya olarak bu stili kullanmaya çalışıp anlatımını farklılaştırmak, dilin var olan kurallarını azıcık kıpırdatmak istiyorum. Çünkü bu stili kullanmaya çalışmak, günlük yaşamda sık kullanılan bir sözcük dışında, bahis konusu sözcüğün muadilini bulmaya itiyor yazarı. Bu da anlatımını farklılaştırıyor, zorluyor kişiyi.
Dilbilgisi açısından manalı bir lipogram yazısı ortaya koymak , hatta yazının lipogram kullanarak yazılıp yazılmadığını anlamak çok çok zordur. Çünkü bazı yazılarda kasıt olmaksızın da bir harfin hiç kullanılmamış olma olasılığı vardır. 1845 yılında ilk olarak yayımlanmış Edgar Allan Poe şiiri Kuzgun'un hiçbir mısrasında "Z" harfi, yazarın da bunu kasıtlı yaptığına dair bir kanıt yoktur. Konuşmayla yazında çok sık kullanılmayan birkaç harfi çıkararak yazmaya çalışmak basit gibi algılanabilir olsa da asıl ustalık yaygın kullanılan bir harfi çıkararak yazmaya çalışmaktır.
Anadolu'da bunun yansımasını , lipograma çok yakın bir tür olan âşık atışmasında görüyoruz. Hatta âşık atışmasının alt ulamı olan LEBDEĞMEZ, harika bir misal. Bu söz sanatında âşıklar, B, F, V, M, P kullanmadan bir yandan bağlama çalar, bir yandan doğaçlama olarak sırayla atışırlar. Ayrıca âşıkların bunu dudaklarının arasına dik bir kürdan koyarak yaptığına şahit oluruz.
Yazar George Perec, Fransızca'da çok sık kullanılan "E" harfini hiç kullanmadan Kayboluş adlı bir roman yazmış 1969'da. Cemal Yardımcı da aynı harfi kullanmadan bu yapıtı lisanımıza ustalıkla kazandırmıştır. Hatta bu yapıt dünyada farklı noktalarda, ilgili dilin sık kullanılan harfi çıkarılarak o lisanlara kazandırılmıştır. Misal, bu roman İspanyolca'da "A", Rusça'da da "O" olmaksızın yayımlanmıştır.
Yazarınız olarak bu ilginç söz sanatını "E" harfi kullanmadan sizin nazarlarınıza sunmaya çalıştım. Tabii ki uygulamada yazar, yapıt adları vb. durumları ayrı tutarak akıcı, anlaşılır olmaya çabaladım. Bunu uygulamaya çalışmanın zorluğu, bu sanatla yapıtlar oluşturmuş yazarlara, ozanlara sonsuz saygı duymamı da ayrıca sağladı. Sürç-ü lisan olduysa affola.
Bu haftalık da bu kadar. Mutlu, sağlıklı bir hafta diliyorum tüm okurlarımıza.
094.10.11.2024 - SONBAHARLAR BİZİM İÇİN HÜZÜNLÜ AMA UMUTLUDUR (Göynük Gazetesi)
SONBAHARLAR BİZİM İÇİN HÜZÜNLÜ AMA UMUTLUDUR
11 Kasım 1938. Atatürk’ün naaşı, İslam Tetkikleri Entsitüsü yöneticisi Ord. Prof. Dr. M. Şerafettin Yaltkaya’nın nezaretinde yıkandı. Başbakan Celal Bayar’ın talimatıyla, Prof. Lütfi Aksu tarafından tahnit işlemi yapılacaktı. Vücudun bozulmadan korunmasını sağlayacak olan tahnit işleminde kullanılacak olan solüsyon, 200 gram formaldehit, 1 gram sublime, 200 gram tuz, 10 gram asit penol, 1000 gram su’dan oluşuyordu. Prof. Lütfi Aksu, işlemi tamamladıktan sonra, bu solüsyondan iki küçük şişeye doldurup ağızlarını mühürledi, üstüne de içerik etiketi yazıp yapıştırarak Atatürk’ün kollarının arasına sıkıştırdı. Genelde yapılan bir uygulama ile yüzü ve sağ elinin maskı alındı. Galvanizli kurşundan bir tabuta konuldu ve kapağı örtüldü. Gül ağacından yapılmış bir başka tabuta yerleştirildi ve onun da kapağı kapatılıp üzerine Türk Bayrağı örtüldü.
Aradan 15 yıl geçti. Anıtkabir’in inşası tamamlandı. 1938’de Başbakan olan Celal Bayar artık Reisicumhur’du.
8 Kasım 1953 gecesi saat 23 sularında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji bölümü başkanı Prof. Dr. Kamile Şevki Mutlu, Ankara valisi tarafından arandı.
“Atatürk’ün tabutunun açılması ve tahnit işleminin çözülmesi için, hükümet tarafından görevlendirildiniz” dedi Profesöre.
9 Kasım 1953, sabah saat 7.30. Prof. Kamile Şevki Mutlu, Etnografya Müzesi’ndeki, geçici kabirden çıkarılan ve katafalkın üzerine konulan gül ağacı tabutun önündeydi. İçin için titriyordu. Neredeyse bayılacaktı ancak dayanmak zorundaydı. Saygı duruşu yapıldı. Ardından “Başlayalım lütfen” dedi usulca. Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’ndan 10 öğretmen getirilmişti yardımcı olmaları için. Bu öğretmenler gül ağacı tabutun vidalarını söküp kapağı kaldırdı. Kurşun tabutun lehimleri sökülüp onun da kapağı kaldırıldı ve ortamı tahnitte kullanılan solüsyonun kokusu sardı. Cenaze, kahve renkli muşambayla sarılıydı. Taşınma sırasında zarar görmesin diye, naaş ile tabut arasındaki boşluklara talaş konulmuştu. Talaş nemliydi ki bu iyiye işaretti; koruyucu solüsyonun uçup gitmediğini gösteriyordu. Prof. Kamile Şevki Mutlu, muşambayı göğüs hizasına kadar açtı. Atatürk’ün vücudu parafinli sargılarla örtülü, yüzü ise ıslak pamuk ile kaplıydı. Zaman adeta durmuştu. İğne düşse zemine sesi duyulacaktı. Herkes nefesini tutmuştu. Kamile Hoca, Atatürk’ün yüzündeki pamuğu yavaşça kaldırdı. Atatürk’ün yüzü ortaya çıkmıştı. Hiç bozulmamış olduğunu tespit ettiler. Bronz teni ve altın sarısı saçları rengini kaybetmemişti. Kalın kaşlarından bir tel kopmuş, sol göz kapağının üstüne düşmüştü. Prof. Mutlu usulca uzanıp kaş telini olduğu yerden aldı. Sakalları hafif uzamıştı ki bu olağan bir durumdu. 15 yıl önce Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyur gibiydi. 1951’de rahmetli olan Profesör Lütfi Aksu’nun yaptığı tahnit işlemi son derece başarılıydı. Prof. Kamile Şevki Mutlu, Atatürk’le yüz yüzeydi. Elini uzatıp yanağına dokundu ve sevgiyle okşadı. O anda ne hissettiğini hatıratında anlattı Kamile Hoca:
“Bir an için sanki konuşacakmışız gibi hissettim”
Salondaki derin sessizlik sürüyordu. Naaşı kurşun tabuttan çıkarılıp dualarla kefenlendi ve ceviz ağacından yapılan yeni tabuta konuldu. Üzerine Türk Bayrağı örtüldü. Kadınlara eşit statü sağlayan adam, bir kadın tarafından son yolculuğa uğurlandı.
Ölümünden 15 yıl sonra bir kadın tarafından yanağı sevgiyle okşanan ilk ve tek insandır Atatürk. Dünya tarihinde sadece Ona nasip oldu bu. Çünkü; bu çilekeş milletin yetiştirdiği bu büyük insan, vefat ettiğinde bir erkeğe, toprağa verileceği zaman ise, bir kadına emanet edilmişti. 1938’de Atatürk’ün naaşının emanet edilebileceği en yetkin kişi bir erkekken, 15 yıl sonra, 1953’te bir kadındı. Hayatın her alanına daha fazla kadın eli değmesi gerektiğinin en önemli örneğidir belki de bu durum.
Açıkçası (kaynağı devlet arşivleri olan) yukarıda aktarmaya çalıştıklarımı ne zaman okusam, dinlesem gözlerim yaşarır. 10 Kasımlara bambaşka bir pencereden bakmamız gerektiğini düşünürüm. Yas penceresinden değil, kısacık ömrünü çağdaş bir ülke ve millet oluşturmaya adamış kocaman bir insanın başardıklarını içselleştirme penceresinden…
Bu haftalık bu kadar. Hepinize sevgi ve saygılar sunuyorum değerli okurlar.
11 Kasım 1938. Atatürk’ün naaşı, İslam Tetkikleri Entsitüsü yöneticisi Ord. Prof. Dr. M. Şerafettin Yaltkaya’nın nezaretinde yıkandı. Başbakan Celal Bayar’ın talimatıyla, Prof. Lütfi Aksu tarafından tahnit işlemi yapılacaktı. Vücudun bozulmadan korunmasını sağlayacak olan tahnit işleminde kullanılacak olan solüsyon, 200 gram formaldehit, 1 gram sublime, 200 gram tuz, 10 gram asit penol, 1000 gram su’dan oluşuyordu. Prof. Lütfi Aksu, işlemi tamamladıktan sonra, bu solüsyondan iki küçük şişeye doldurup ağızlarını mühürledi, üstüne de içerik etiketi yazıp yapıştırarak Atatürk’ün kollarının arasına sıkıştırdı. Genelde yapılan bir uygulama ile yüzü ve sağ elinin maskı alındı. Galvanizli kurşundan bir tabuta konuldu ve kapağı örtüldü. Gül ağacından yapılmış bir başka tabuta yerleştirildi ve onun da kapağı kapatılıp üzerine Türk Bayrağı örtüldü.
Aradan 15 yıl geçti. Anıtkabir’in inşası tamamlandı. 1938’de Başbakan olan Celal Bayar artık Reisicumhur’du.
8 Kasım 1953 gecesi saat 23 sularında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji bölümü başkanı Prof. Dr. Kamile Şevki Mutlu, Ankara valisi tarafından arandı.
“Atatürk’ün tabutunun açılması ve tahnit işleminin çözülmesi için, hükümet tarafından görevlendirildiniz” dedi Profesöre.
9 Kasım 1953, sabah saat 7.30. Prof. Kamile Şevki Mutlu, Etnografya Müzesi’ndeki, geçici kabirden çıkarılan ve katafalkın üzerine konulan gül ağacı tabutun önündeydi. İçin için titriyordu. Neredeyse bayılacaktı ancak dayanmak zorundaydı. Saygı duruşu yapıldı. Ardından “Başlayalım lütfen” dedi usulca. Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’ndan 10 öğretmen getirilmişti yardımcı olmaları için. Bu öğretmenler gül ağacı tabutun vidalarını söküp kapağı kaldırdı. Kurşun tabutun lehimleri sökülüp onun da kapağı kaldırıldı ve ortamı tahnitte kullanılan solüsyonun kokusu sardı. Cenaze, kahve renkli muşambayla sarılıydı. Taşınma sırasında zarar görmesin diye, naaş ile tabut arasındaki boşluklara talaş konulmuştu. Talaş nemliydi ki bu iyiye işaretti; koruyucu solüsyonun uçup gitmediğini gösteriyordu. Prof. Kamile Şevki Mutlu, muşambayı göğüs hizasına kadar açtı. Atatürk’ün vücudu parafinli sargılarla örtülü, yüzü ise ıslak pamuk ile kaplıydı. Zaman adeta durmuştu. İğne düşse zemine sesi duyulacaktı. Herkes nefesini tutmuştu. Kamile Hoca, Atatürk’ün yüzündeki pamuğu yavaşça kaldırdı. Atatürk’ün yüzü ortaya çıkmıştı. Hiç bozulmamış olduğunu tespit ettiler. Bronz teni ve altın sarısı saçları rengini kaybetmemişti. Kalın kaşlarından bir tel kopmuş, sol göz kapağının üstüne düşmüştü. Prof. Mutlu usulca uzanıp kaş telini olduğu yerden aldı. Sakalları hafif uzamıştı ki bu olağan bir durumdu. 15 yıl önce Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyur gibiydi. 1951’de rahmetli olan Profesör Lütfi Aksu’nun yaptığı tahnit işlemi son derece başarılıydı. Prof. Kamile Şevki Mutlu, Atatürk’le yüz yüzeydi. Elini uzatıp yanağına dokundu ve sevgiyle okşadı. O anda ne hissettiğini hatıratında anlattı Kamile Hoca:
“Bir an için sanki konuşacakmışız gibi hissettim”
Salondaki derin sessizlik sürüyordu. Naaşı kurşun tabuttan çıkarılıp dualarla kefenlendi ve ceviz ağacından yapılan yeni tabuta konuldu. Üzerine Türk Bayrağı örtüldü. Kadınlara eşit statü sağlayan adam, bir kadın tarafından son yolculuğa uğurlandı.
Ölümünden 15 yıl sonra bir kadın tarafından yanağı sevgiyle okşanan ilk ve tek insandır Atatürk. Dünya tarihinde sadece Ona nasip oldu bu. Çünkü; bu çilekeş milletin yetiştirdiği bu büyük insan, vefat ettiğinde bir erkeğe, toprağa verileceği zaman ise, bir kadına emanet edilmişti. 1938’de Atatürk’ün naaşının emanet edilebileceği en yetkin kişi bir erkekken, 15 yıl sonra, 1953’te bir kadındı. Hayatın her alanına daha fazla kadın eli değmesi gerektiğinin en önemli örneğidir belki de bu durum.
Açıkçası (kaynağı devlet arşivleri olan) yukarıda aktarmaya çalıştıklarımı ne zaman okusam, dinlesem gözlerim yaşarır. 10 Kasımlara bambaşka bir pencereden bakmamız gerektiğini düşünürüm. Yas penceresinden değil, kısacık ömrünü çağdaş bir ülke ve millet oluşturmaya adamış kocaman bir insanın başardıklarını içselleştirme penceresinden…
Bu haftalık bu kadar. Hepinize sevgi ve saygılar sunuyorum değerli okurlar.
093.31.10.2024 - Buluşmalar (Göynük Gazetesi)
BULUŞMALAR
Merhabalar değerli okurlar. Son günlerdeki gergin ve hızlı gündem, Cumhuriyet Bayramı, Göynük Gazetesi’nin ilk sayısı, Ayna grubu konseri derken neredeyse güme giden bir konudan bahsetmek istiyorum: Göynük Belediye Başkanı Sayın Ali ORAL’ın 24 Ekim’de düzenlediği Halk Buluşması. Ama önce Ayna grubunun konseri hakkında bir iki söz söylemeliyim. Hani meşhur bir dizide psikiyatrist hanımefendinin her danışanıyla ilgili bir iç sesi vardı. Ve şöyle derdi: “Meğer sen neler biriktirmişsin öyle içinde…” Konserin bana hissettirdiği de buna benzer bir iç sesti aslında. Meğer genç yaşlı herkes neler biriktirmiş Ayna grubu ile ilgili. Aşklar, ayrılıklar, coşku, neşe… Ayna gerçekten de hayatımızda çok muhteşem bir detaymış, bunu gördük.
Gelelim Halk Buluşmasına. Periyodik olarak tekrarlanacağını umduğumuz ve gelenekselleşerek Halk BuluşmaLARI’na dönüşmesini beklediğimiz bu uygulamayailk kez düzenleniyor olması nedeni ile katılım biraz düşük olsa da toplantı Göynük halkı için umut vericiydi orası kesin. Zira “ben bu işi yaparım” iddiası ile cesaret gösterip elini taşın altına koymaktan çekinmeyen insanların, hesap vermekten de çekinmediklerinin göstergesi bence bu tür buluşmalar. Demokrasilerin vazgeçilmez unsuru olması gereken hesap verebilirliğin en kolay gerçekleşme noktası yerel yönetimlerdir kanımca.
Bunun yanı sıra halkın da küçük ya da büyük, yaşadığı kenti yönetmesi için sandıkta oy vererek seçtiği yöneticileri denetleyebilme fırsatıdır bu tür aktiviteler. Elbette yüzyıllardan beri süregelen ve sanki ulusal genetiğimize işlemiş olan tebaa kültüründen birey ve yurttaş olma bilincine henüz tam anlamıyla geçemeyişimizden ötürü insanımız sıkıntısını, beklentisini ve yapıcı eleştirisini yöneticilere iletebilme konusunda çekingen davranabiliyor. Hesap verme gibi bir kültür de bizde yerleşik olmadığından yöneticiler “mühür bende, Süleyman benim” tavrına sahip olabilmektezaman zaman. Hele ki yönetimde birden fazla dönem bulunduğunda insan, fıtratından ötürü bir güç zehirlenmesi yaşayıp sertliğe ve yapıcılıktan yıkıcılığa savrulabiliyor maalesef. Saygıdeğer Başkan Ali Oral’ı bu bağlamda kutlamak lazım, hesap verebilme olgunluğuna ve demokrasi kültürüne sahip olmasından ötürü.
Tabii bu satırlar kimilerine başkana methiye gibi gelebilir. Ama beni tanıyanlar bilirler, doğrularını söylediğim, yazdığım gibi eğrilerini de söylemekten ve yazmaktan çekinmem. Daha önce yapmışlığım da vardır! Ali Başkan’a yeri geldiğinde yapıcı eleştirilerimi dile getirmekten çekinmem. Yeri gelmişken Sayın Başkan’ın şahsında yönetime gelen herkese acizane önerim şudur: Hiç kimse her konuda bilgi sahibi olamaz. Eşyanın tabiatına aykırı olan bu handikapı gidermek için yöneticilerin, aşina olmadıkları konularda bilgi sahibi olan ve güvenilir birilerine danışmaları bir acziyet değil tam tersine olgunluktur, işlerini kolaylaştırmadır. Yeri geldiğinde çok zorlamadan bu olgunluğu göstermek, halkın nazarında da olumlu kabul edilecektir.
Bu haftalık bu kadar. Hepinize sevgi ve saygılar sunuyorum değerli okurlar.
Merhabalar değerli okurlar. Son günlerdeki gergin ve hızlı gündem, Cumhuriyet Bayramı, Göynük Gazetesi’nin ilk sayısı, Ayna grubu konseri derken neredeyse güme giden bir konudan bahsetmek istiyorum: Göynük Belediye Başkanı Sayın Ali ORAL’ın 24 Ekim’de düzenlediği Halk Buluşması. Ama önce Ayna grubunun konseri hakkında bir iki söz söylemeliyim. Hani meşhur bir dizide psikiyatrist hanımefendinin her danışanıyla ilgili bir iç sesi vardı. Ve şöyle derdi: “Meğer sen neler biriktirmişsin öyle içinde…” Konserin bana hissettirdiği de buna benzer bir iç sesti aslında. Meğer genç yaşlı herkes neler biriktirmiş Ayna grubu ile ilgili. Aşklar, ayrılıklar, coşku, neşe… Ayna gerçekten de hayatımızda çok muhteşem bir detaymış, bunu gördük.
Gelelim Halk Buluşmasına. Periyodik olarak tekrarlanacağını umduğumuz ve gelenekselleşerek Halk BuluşmaLARI’na dönüşmesini beklediğimiz bu uygulamayailk kez düzenleniyor olması nedeni ile katılım biraz düşük olsa da toplantı Göynük halkı için umut vericiydi orası kesin. Zira “ben bu işi yaparım” iddiası ile cesaret gösterip elini taşın altına koymaktan çekinmeyen insanların, hesap vermekten de çekinmediklerinin göstergesi bence bu tür buluşmalar. Demokrasilerin vazgeçilmez unsuru olması gereken hesap verebilirliğin en kolay gerçekleşme noktası yerel yönetimlerdir kanımca.
Bunun yanı sıra halkın da küçük ya da büyük, yaşadığı kenti yönetmesi için sandıkta oy vererek seçtiği yöneticileri denetleyebilme fırsatıdır bu tür aktiviteler. Elbette yüzyıllardan beri süregelen ve sanki ulusal genetiğimize işlemiş olan tebaa kültüründen birey ve yurttaş olma bilincine henüz tam anlamıyla geçemeyişimizden ötürü insanımız sıkıntısını, beklentisini ve yapıcı eleştirisini yöneticilere iletebilme konusunda çekingen davranabiliyor. Hesap verme gibi bir kültür de bizde yerleşik olmadığından yöneticiler “mühür bende, Süleyman benim” tavrına sahip olabilmektezaman zaman. Hele ki yönetimde birden fazla dönem bulunduğunda insan, fıtratından ötürü bir güç zehirlenmesi yaşayıp sertliğe ve yapıcılıktan yıkıcılığa savrulabiliyor maalesef. Saygıdeğer Başkan Ali Oral’ı bu bağlamda kutlamak lazım, hesap verebilme olgunluğuna ve demokrasi kültürüne sahip olmasından ötürü.
Tabii bu satırlar kimilerine başkana methiye gibi gelebilir. Ama beni tanıyanlar bilirler, doğrularını söylediğim, yazdığım gibi eğrilerini de söylemekten ve yazmaktan çekinmem. Daha önce yapmışlığım da vardır! Ali Başkan’a yeri geldiğinde yapıcı eleştirilerimi dile getirmekten çekinmem. Yeri gelmişken Sayın Başkan’ın şahsında yönetime gelen herkese acizane önerim şudur: Hiç kimse her konuda bilgi sahibi olamaz. Eşyanın tabiatına aykırı olan bu handikapı gidermek için yöneticilerin, aşina olmadıkları konularda bilgi sahibi olan ve güvenilir birilerine danışmaları bir acziyet değil tam tersine olgunluktur, işlerini kolaylaştırmadır. Yeri geldiğinde çok zorlamadan bu olgunluğu göstermek, halkın nazarında da olumlu kabul edilecektir.
Bu haftalık bu kadar. Hepinize sevgi ve saygılar sunuyorum değerli okurlar.
092.29.10.2024 - Tarihe Düşülen Not (Göynük Gazetesi)
TARİHE DÜŞÜLEN NOT
Merhabalar değerli okurlar. 29 Ekim bizim için çok özel bir tarih. 1920’de açılan Büyük Millet Meclisimizde ilk başlarda net bir hükümet sistemi yoktu ve İcra Vekilleri Heyeti adı verilen bir meclis hükümeti yönetimdeydi. Dönemsel konjonktür bunu gerektirmekteydi. 1922’nin Kasım ayından itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki bu sistem tıkanmaya başladı ve süregelen hükümet bunalımı, Atatürk’ün 28 Ekim’deki meşhur “Efendiler, yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” söyleminin akabinde, 29 Ekim’de Cumhuriyet’in ilanı ile sona ermiş oldu. Başka bir deyişle 101 yıllık iniş ve çıkışlarla dolu serüven başlamış oldu. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılının ilk senesini de böylece tamamlamış oluyoruz. Darısı diğer yüzyılların başına. Yine aziz Atatürk’ün söylediği "Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." sözü, her türlü iç ve dış mihrak karşısında hepimize umut verecektir.
Yazımın açılışı haddim olmayarak biraz tarih dersi formatında oldu. Ama konu Atatürk olunca, konu cumhuriyet olunca kendimi farkında olmadan böyle bir vaziyette buluyorum. Öğretmen okulu mezunu bir ana-babanın evladı olarak farklı bir durum mümkün değil zaten. Köy Enstitüleri geleneğinin ışığında eğitim verilen öğretmen okulları maalesef zaman içerisinde Anadolu liseleri gibi içi boşaltılan bir kavram haline dönüştürülse de benim jenerasyonumdaki birçok genci yetiştiren eğitimciler o geleneğin temsilcileridir. (Yazarın Notu: Beni tanıyanlar “genç mi?!” diye soracaktır elbet. Her ne kadar yarım asırlık bir adam olsam da her daim genç hissettiğimi bileceklerdir. Yazarın notunun sonu)
Makro boyutuyla 29 Ekim’in anlam ve öneminin odağında Cumhuriyetimizin olması şaşırtıcı değil. Ancak mikro boyutta da yerlisi olsun, sonradan yerleşeni olsun Sakin Şehir Göynük’ün sakinleri için bu tarihin başka bir önemi daha var şu andan itibaren: Göynük’ün ilk basılı gazetesi olan Göynük Gazetesi’nin yayım tarihi olması… Deneyimli gazeteci saygıdeğer Elif Sarıhan’ın teşebbüsü ile kurulan Göynük Gazetesi, hem konvansiyonel gazete formatında basılı olarak hem de çağın gereklerine uygun şekilde dijital olarak siz okurlarımızın beğenisine sunuluyor. Bunların yanı sıra her yaştan okuyucuyu hedefleyen sosyal medya bağlantılarıyla da dikkat çekici bir unsur olarak dijital ortamlarda da var olmakta. Göynük Gazetesi’nin de Cumhuriyetimiz gibi uzun soluklu olması en büyük temennimiz. Bir de tabii ilginize (ve dolaylı olarak övgünüze) mazhar olmak…
Bu vesile ile siz okurlarımızın Cumhuriyet Bayramı’nı ilk günkü heyecan ile kutluyorum. Gazetemizin basılı ve dijital tüm sürümleri ile sosyal medya sayfalarımızın ısrarlı takipçisi olmanızı dileyerek hepinize sevgilerimi sunuyorum değerli okurlar.
Merhabalar değerli okurlar. 29 Ekim bizim için çok özel bir tarih. 1920’de açılan Büyük Millet Meclisimizde ilk başlarda net bir hükümet sistemi yoktu ve İcra Vekilleri Heyeti adı verilen bir meclis hükümeti yönetimdeydi. Dönemsel konjonktür bunu gerektirmekteydi. 1922’nin Kasım ayından itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki bu sistem tıkanmaya başladı ve süregelen hükümet bunalımı, Atatürk’ün 28 Ekim’deki meşhur “Efendiler, yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” söyleminin akabinde, 29 Ekim’de Cumhuriyet’in ilanı ile sona ermiş oldu. Başka bir deyişle 101 yıllık iniş ve çıkışlarla dolu serüven başlamış oldu. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılının ilk senesini de böylece tamamlamış oluyoruz. Darısı diğer yüzyılların başına. Yine aziz Atatürk’ün söylediği "Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." sözü, her türlü iç ve dış mihrak karşısında hepimize umut verecektir.
Yazımın açılışı haddim olmayarak biraz tarih dersi formatında oldu. Ama konu Atatürk olunca, konu cumhuriyet olunca kendimi farkında olmadan böyle bir vaziyette buluyorum. Öğretmen okulu mezunu bir ana-babanın evladı olarak farklı bir durum mümkün değil zaten. Köy Enstitüleri geleneğinin ışığında eğitim verilen öğretmen okulları maalesef zaman içerisinde Anadolu liseleri gibi içi boşaltılan bir kavram haline dönüştürülse de benim jenerasyonumdaki birçok genci yetiştiren eğitimciler o geleneğin temsilcileridir. (Yazarın Notu: Beni tanıyanlar “genç mi?!” diye soracaktır elbet. Her ne kadar yarım asırlık bir adam olsam da her daim genç hissettiğimi bileceklerdir. Yazarın notunun sonu)
Makro boyutuyla 29 Ekim’in anlam ve öneminin odağında Cumhuriyetimizin olması şaşırtıcı değil. Ancak mikro boyutta da yerlisi olsun, sonradan yerleşeni olsun Sakin Şehir Göynük’ün sakinleri için bu tarihin başka bir önemi daha var şu andan itibaren: Göynük’ün ilk basılı gazetesi olan Göynük Gazetesi’nin yayım tarihi olması… Deneyimli gazeteci saygıdeğer Elif Sarıhan’ın teşebbüsü ile kurulan Göynük Gazetesi, hem konvansiyonel gazete formatında basılı olarak hem de çağın gereklerine uygun şekilde dijital olarak siz okurlarımızın beğenisine sunuluyor. Bunların yanı sıra her yaştan okuyucuyu hedefleyen sosyal medya bağlantılarıyla da dikkat çekici bir unsur olarak dijital ortamlarda da var olmakta. Göynük Gazetesi’nin de Cumhuriyetimiz gibi uzun soluklu olması en büyük temennimiz. Bir de tabii ilginize (ve dolaylı olarak övgünüze) mazhar olmak…
Bu vesile ile siz okurlarımızın Cumhuriyet Bayramı’nı ilk günkü heyecan ile kutluyorum. Gazetemizin basılı ve dijital tüm sürümleri ile sosyal medya sayfalarımızın ısrarlı takipçisi olmanızı dileyerek hepinize sevgilerimi sunuyorum değerli okurlar.
091.25.10.2024 - TUSAŞ (Göynük Gazetesi)
TUSAŞ
Merhabalar değerli okurlar. Aslında planımda bu yazının tarihi 31 Ekim olacaktı. Ama insanoğlu plan yaparken yaratıcı yukarıdan gülermiş sözüne uygun şekilde bu yazıyı 29 Ekim yazısının önüne çekmek gereği hasıl oldu. Ülkemizin son zamanlardaki yoğun, yorucu ve hatta yıpratıcı gündemi kuşkusuz hepinizin malumu. Ben de dilim döndüğünce bu yoğun gündem hakkında kısa kısa da olsa fikir beyan etmek, tarihe ufak da olsa notlar düşmek istedim. Ama bunu yaparken "kırmızı kalemli insanlar"dan biri olma riskinin de var olduğunu unutmamak gerek. Tee 2008 yılında, yerel bir gazetede yayımlanan aynı adlı yazımı anımsadım bu vesile ile. https://karakayatansel.blogspot.com/2009/02/00225092008krmz-kalemli-insanlar.html?m=1 adresinde bulabileceğiniz bu yazıda özetle insanların, iş eleştirmek olunca nasıl da acımasız olabileceği anlatılmaktaydı. Bu riske rağmen yazmayı sürdürmek, söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil gibi bir durum…
Üzücü bir olay; TUSAŞ, yani Türkiye Havacılık ve Uzay Sanayi A. Ş.’deki terör eylemi. Sabah evinden çıkıp akşam dönemeyenler arasına beş yurttaşımız daha katıldı maalesef. Her ne kadar inanç gereği her ölüm mutlak ecel gereğidir düşüncesinde olsak bile, son günlerde iyice yoğunlaşan karamsar ülke gündemindeki ölümler bir çoğunuz tarafından da zamansız ölüm kabul edilmekte. Şimdi evlilik yıldönümü için kocasının gönderdiği bir buket çiçeği almak üzere pek de nizami diyemeyeceğimiz nizamiyeye gelen 37 yaşındaki mühendis Zahide’nin kaybı böyle değil mi Allah aşkına? Ya da eve ekmek götürmek için gün boyu direksiyon sallayan, onca saçma sapan insanın ağız kokusunu çeken taksi şoförü Murat abimizin ölümü adil geliyor mu size? Terörist eylem kısmına birazdan geliriz de, acaba Türkiye’nin NASA’sı diyebileceğimiz TUSAŞ gibi dev bir savunma sanayi işletmesinin kapısına, AVM kapısıymış gibi özel güvenlik koymak aymazlık değil de nedir? Kimse alınmasın, özel güvenlik mensuplarına değil benim sözüm, ama aklı almıyor insanın. Hadi NASA dedik o örnekten devam edelim: NASA’nın ana nizamiyesinden, bagajında ölü bir taksici ile neredeyse elini kolunu sallaya sallaya girebilir mi devlet düşmanı terörist gruplar? Bırakın sivil taksiyi, akredite değilse resmi araç bile giremez bu denli kolayca ana kapıdan içeri. Girmeye direnirse de adamın aklını hatta canını bile alırlar! Sıradan Amerikan polislerinin silah kullanma ve orantısız güç uygulamadaki örnekleri günaşırı televizyonlarda yayımlanmakta. Bugüne değin görmemiş olan varsa açsın video paylaşım sitelerini, izlesin. Tamam, bazen ne yaparsan yap olacak olan olur, önüne geçemezsin. Ama tedbir de alınmalı öyle değil mi? Daha önceki yıllarda örneğin Hava Kuvvetleri Komutanı bile TUSAŞ’ı ziyaret edecek olsa işletilen protokole göre, önce Hava Kuvvetleri Komutanlığı ile TUSAŞ arasında bir randevu oluşturma süreci gerçekleşir, onay alınırdı. “Komutan, 105 nolu hangardaki proje üzerinde inceleme yapacak” denilir ve buna göre ziyaret süreci belirlenirdi. Ziyaret zamanı geldiğinde de kaç araç ile gelmiş olursa olsun sadece kendi aracı ve bir eskort araçtan oluşan iki araca giriş izni verilirdi. Ve dediğim gibi, kuvvet komutanı bile olsa bu devasa kuruluşta her yere giremez, kleransı çerçevesinde sadece izni alınmış bölüme girebilirdi. Bunu kuvvet komutanına bir saygısızlık gibi algılamamak lazım. Aksine bu bir güvenlik önlemidir. Tehlikeli, yer yer patlayıcı maddeler bulunan ortamlara komutan bile olsa giriş güvenlik prosedürlerine bağlı olmalıdır zira. Fakat 15 Temmuz sürecinin akabinde bu prosedür değiştirildi ve sonuç bu…
Eylemin zamanlaması ve şekli ise ayrı bir tartışma konusu. Bölücü örgütün 25 yıldır cezaevinde olan liderine yönelik çağrıların Gazi Meclis kürsülerinden dile getirilişinin hemen ertesi günü gerçekleştirilmesi çok ilginç. Tıpkı ABD Pennsylvania’daki fetö liderinin ölmesinin akabinde bu çağrıların yapılmasındaki zamanlama gibi… Ama 1-2 günde kotarılan bir eylem olmadığı da bir gerçek. En azından birkaç aydır bir izleme faaliyetinin de yapılmış olduğu anlaşılıyor. Eyleme gelen teröristlerin de kullandıkları silahlar, vücut dillerindeki rahatlık ve profesyonelliğe bakılırsa alelade dağ kadrosundan olmadıkları açık. Müttefiğimiz(!) ABD’nin eğit-donat usulleriyle gönderildikleri belli. Sadece teröre lanet okuyarak, en sert şekilde kınayarak bununla mücadele edilemeyeceği açık. Uyanık olunmalı.
Biraz uzun oldu, sıkmadığımı umarım. Hepinize sevgi ve saygılar sunuyorum değerli okurlar.
Merhabalar değerli okurlar. Aslında planımda bu yazının tarihi 31 Ekim olacaktı. Ama insanoğlu plan yaparken yaratıcı yukarıdan gülermiş sözüne uygun şekilde bu yazıyı 29 Ekim yazısının önüne çekmek gereği hasıl oldu. Ülkemizin son zamanlardaki yoğun, yorucu ve hatta yıpratıcı gündemi kuşkusuz hepinizin malumu. Ben de dilim döndüğünce bu yoğun gündem hakkında kısa kısa da olsa fikir beyan etmek, tarihe ufak da olsa notlar düşmek istedim. Ama bunu yaparken "kırmızı kalemli insanlar"dan biri olma riskinin de var olduğunu unutmamak gerek. Tee 2008 yılında, yerel bir gazetede yayımlanan aynı adlı yazımı anımsadım bu vesile ile. https://karakayatansel.blogspot.com/2009/02/00225092008krmz-kalemli-insanlar.html?m=1 adresinde bulabileceğiniz bu yazıda özetle insanların, iş eleştirmek olunca nasıl da acımasız olabileceği anlatılmaktaydı. Bu riske rağmen yazmayı sürdürmek, söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil gibi bir durum…
Üzücü bir olay; TUSAŞ, yani Türkiye Havacılık ve Uzay Sanayi A. Ş.’deki terör eylemi. Sabah evinden çıkıp akşam dönemeyenler arasına beş yurttaşımız daha katıldı maalesef. Her ne kadar inanç gereği her ölüm mutlak ecel gereğidir düşüncesinde olsak bile, son günlerde iyice yoğunlaşan karamsar ülke gündemindeki ölümler bir çoğunuz tarafından da zamansız ölüm kabul edilmekte. Şimdi evlilik yıldönümü için kocasının gönderdiği bir buket çiçeği almak üzere pek de nizami diyemeyeceğimiz nizamiyeye gelen 37 yaşındaki mühendis Zahide’nin kaybı böyle değil mi Allah aşkına? Ya da eve ekmek götürmek için gün boyu direksiyon sallayan, onca saçma sapan insanın ağız kokusunu çeken taksi şoförü Murat abimizin ölümü adil geliyor mu size? Terörist eylem kısmına birazdan geliriz de, acaba Türkiye’nin NASA’sı diyebileceğimiz TUSAŞ gibi dev bir savunma sanayi işletmesinin kapısına, AVM kapısıymış gibi özel güvenlik koymak aymazlık değil de nedir? Kimse alınmasın, özel güvenlik mensuplarına değil benim sözüm, ama aklı almıyor insanın. Hadi NASA dedik o örnekten devam edelim: NASA’nın ana nizamiyesinden, bagajında ölü bir taksici ile neredeyse elini kolunu sallaya sallaya girebilir mi devlet düşmanı terörist gruplar? Bırakın sivil taksiyi, akredite değilse resmi araç bile giremez bu denli kolayca ana kapıdan içeri. Girmeye direnirse de adamın aklını hatta canını bile alırlar! Sıradan Amerikan polislerinin silah kullanma ve orantısız güç uygulamadaki örnekleri günaşırı televizyonlarda yayımlanmakta. Bugüne değin görmemiş olan varsa açsın video paylaşım sitelerini, izlesin. Tamam, bazen ne yaparsan yap olacak olan olur, önüne geçemezsin. Ama tedbir de alınmalı öyle değil mi? Daha önceki yıllarda örneğin Hava Kuvvetleri Komutanı bile TUSAŞ’ı ziyaret edecek olsa işletilen protokole göre, önce Hava Kuvvetleri Komutanlığı ile TUSAŞ arasında bir randevu oluşturma süreci gerçekleşir, onay alınırdı. “Komutan, 105 nolu hangardaki proje üzerinde inceleme yapacak” denilir ve buna göre ziyaret süreci belirlenirdi. Ziyaret zamanı geldiğinde de kaç araç ile gelmiş olursa olsun sadece kendi aracı ve bir eskort araçtan oluşan iki araca giriş izni verilirdi. Ve dediğim gibi, kuvvet komutanı bile olsa bu devasa kuruluşta her yere giremez, kleransı çerçevesinde sadece izni alınmış bölüme girebilirdi. Bunu kuvvet komutanına bir saygısızlık gibi algılamamak lazım. Aksine bu bir güvenlik önlemidir. Tehlikeli, yer yer patlayıcı maddeler bulunan ortamlara komutan bile olsa giriş güvenlik prosedürlerine bağlı olmalıdır zira. Fakat 15 Temmuz sürecinin akabinde bu prosedür değiştirildi ve sonuç bu…
Eylemin zamanlaması ve şekli ise ayrı bir tartışma konusu. Bölücü örgütün 25 yıldır cezaevinde olan liderine yönelik çağrıların Gazi Meclis kürsülerinden dile getirilişinin hemen ertesi günü gerçekleştirilmesi çok ilginç. Tıpkı ABD Pennsylvania’daki fetö liderinin ölmesinin akabinde bu çağrıların yapılmasındaki zamanlama gibi… Ama 1-2 günde kotarılan bir eylem olmadığı da bir gerçek. En azından birkaç aydır bir izleme faaliyetinin de yapılmış olduğu anlaşılıyor. Eyleme gelen teröristlerin de kullandıkları silahlar, vücut dillerindeki rahatlık ve profesyonelliğe bakılırsa alelade dağ kadrosundan olmadıkları açık. Müttefiğimiz(!) ABD’nin eğit-donat usulleriyle gönderildikleri belli. Sadece teröre lanet okuyarak, en sert şekilde kınayarak bununla mücadele edilemeyeceği açık. Uyanık olunmalı.
Biraz uzun oldu, sıkmadığımı umarım. Hepinize sevgi ve saygılar sunuyorum değerli okurlar.
090.16.10.2024 - Eğitim Hakkında Bir-İki Söz (Göynük Gazetesi)
EĞİTİM HAKKINDA BİR-İKİ SÖZ
Merhabalar değerli okurlar. Çalışma hayatımın büyük bir bölümü eğitim sistemine dahil kurumlarda geçti. Yabancı dil kursu, eski tip dershaneler ve son olarak da ilçemizde faaliyet gösteren özel eğitim ve rehabilitasyon merkezi... Bizim rahmetliler (annem ve babam) başta olmak üzere, sevgili eşim, eşimin kardeşleri, bacanağım, arkadaş grubumuzdan birçok birey, uzun sözün kısası eş-dost-akraba da hep eğitimci olunca ister istemez ben de bir eğitim neferine dönüştüm. İş arkadaşlarım, pedagojik manada bir eğitimci olmamama rağmen hep "hocam" hitabıyla seslendiler bana ve beni fahri eğitimci ilan ettiler gayriresmî olarak. İş bu sebeplerden ötürü ben de acizane (hatta belki de ukalaca) bir iki söz söyleme hakkı görüyorum kendimde.
Dikkat ettiniz mi bilmem, yazımın başlangıcında "eğitim" sistemi dedim. Zira sistem içerisindeki tüm kurumlar öğretimden ziyade bir eğitim faaliyeti içerisindeler. Bu doğal bir süreç. Yaşama dair ilk eğitimi ailesinden alan çocuklar, okullarda öğretmenlerini rol model olarak benimsiyor, hatta yeri geliyor onları ebeveynlerinin günümüz deyimi ile "bir tık" üzerinde konumlandırabiliyorlar. Temel eğitimdeki okulların düzeyi arttıkça sıralama bakımından eğitim, öğretimle yer değiştiriyor elbette. Fakat maalesef öğretimin yani bilgi aktarımının sıkıntılı olduğunu söylemek zorundayım. Bu sıkıntının temelinde eğitimcilerin eğitim eksikliği de yatıyor, öğretim sürecinin zamanlamasının yanlış olması da... "Ağaç yaşken eğilir" atasözüne riayet edilmediğinde bu zamanlama hatası iyice belirginleşiyor. Daha erken yaşlarda yeteneklerine uygun yönlendirme yapılmadığından istisnalara rağmen öğrencilerin çok büyük bir ekseriyeti robot gibi çoktan seçmeli sınavlarla doktor, mühendis vs gibi mesleklere yöneltiliyor. Sonuç; "Sen ağa ben ağa, bu koyunları kim sağa?!" Çok bilindik bir beyaz eşya markasının Bolu'daki bir fabrikasında çalıştığım dönemde şahit olduğum gibi durumlarla yüz yüze geliyoruz: Hiç alakası olmadığı halde tornavida tutmayı bilmeden mühendis olmuş "sayısalcılar", hasbelkader "sanat okuluna" girmiş ancak sistemin hatası nedeni ile asla mühendis olamayacak meslek liseliler... Aslında o da sanat değil zanaat okulu ya neyse... Birkaç yıl önce neredeyse Cumhuriyetimiz ile yaşıt bir holdingin başlattığı ancak maalesef hedefe ulaşamadığını üzüntü ile gördüğümüz "Meslek lisesi, memleket meselesi" sloganının hakkının verileceği günlerin özlemindeyim bir meslek liseli olarak.
Ama maalesef "bağzı" ülkelerde "bağzı" şeylerden tasarruf olmaz ama eğitim sisteminden öyle de bir olur ki!!!
29 Ekim'de gazetemizin ilk basılı nüshası çıkacak. Bundan dolayı bir sonraki yazım gelecek hafta değil, bizler için çok özel bir tarih olan 29 Ekim tarihinde olacak. Göynük'ün tarihine de bir not düşeceğimiz bu ilk sayımızı arşivlik olarak temin etmenizi öneririm.
Bu vesileyle hepinize sevgi ve selamlarımı sunuyorum değerli okurlar.
Merhabalar değerli okurlar. Çalışma hayatımın büyük bir bölümü eğitim sistemine dahil kurumlarda geçti. Yabancı dil kursu, eski tip dershaneler ve son olarak da ilçemizde faaliyet gösteren özel eğitim ve rehabilitasyon merkezi... Bizim rahmetliler (annem ve babam) başta olmak üzere, sevgili eşim, eşimin kardeşleri, bacanağım, arkadaş grubumuzdan birçok birey, uzun sözün kısası eş-dost-akraba da hep eğitimci olunca ister istemez ben de bir eğitim neferine dönüştüm. İş arkadaşlarım, pedagojik manada bir eğitimci olmamama rağmen hep "hocam" hitabıyla seslendiler bana ve beni fahri eğitimci ilan ettiler gayriresmî olarak. İş bu sebeplerden ötürü ben de acizane (hatta belki de ukalaca) bir iki söz söyleme hakkı görüyorum kendimde.
Dikkat ettiniz mi bilmem, yazımın başlangıcında "eğitim" sistemi dedim. Zira sistem içerisindeki tüm kurumlar öğretimden ziyade bir eğitim faaliyeti içerisindeler. Bu doğal bir süreç. Yaşama dair ilk eğitimi ailesinden alan çocuklar, okullarda öğretmenlerini rol model olarak benimsiyor, hatta yeri geliyor onları ebeveynlerinin günümüz deyimi ile "bir tık" üzerinde konumlandırabiliyorlar. Temel eğitimdeki okulların düzeyi arttıkça sıralama bakımından eğitim, öğretimle yer değiştiriyor elbette. Fakat maalesef öğretimin yani bilgi aktarımının sıkıntılı olduğunu söylemek zorundayım. Bu sıkıntının temelinde eğitimcilerin eğitim eksikliği de yatıyor, öğretim sürecinin zamanlamasının yanlış olması da... "Ağaç yaşken eğilir" atasözüne riayet edilmediğinde bu zamanlama hatası iyice belirginleşiyor. Daha erken yaşlarda yeteneklerine uygun yönlendirme yapılmadığından istisnalara rağmen öğrencilerin çok büyük bir ekseriyeti robot gibi çoktan seçmeli sınavlarla doktor, mühendis vs gibi mesleklere yöneltiliyor. Sonuç; "Sen ağa ben ağa, bu koyunları kim sağa?!" Çok bilindik bir beyaz eşya markasının Bolu'daki bir fabrikasında çalıştığım dönemde şahit olduğum gibi durumlarla yüz yüze geliyoruz: Hiç alakası olmadığı halde tornavida tutmayı bilmeden mühendis olmuş "sayısalcılar", hasbelkader "sanat okuluna" girmiş ancak sistemin hatası nedeni ile asla mühendis olamayacak meslek liseliler... Aslında o da sanat değil zanaat okulu ya neyse... Birkaç yıl önce neredeyse Cumhuriyetimiz ile yaşıt bir holdingin başlattığı ancak maalesef hedefe ulaşamadığını üzüntü ile gördüğümüz "Meslek lisesi, memleket meselesi" sloganının hakkının verileceği günlerin özlemindeyim bir meslek liseli olarak.
Ama maalesef "bağzı" ülkelerde "bağzı" şeylerden tasarruf olmaz ama eğitim sisteminden öyle de bir olur ki!!!
29 Ekim'de gazetemizin ilk basılı nüshası çıkacak. Bundan dolayı bir sonraki yazım gelecek hafta değil, bizler için çok özel bir tarih olan 29 Ekim tarihinde olacak. Göynük'ün tarihine de bir not düşeceğimiz bu ilk sayımızı arşivlik olarak temin etmenizi öneririm.
Bu vesileyle hepinize sevgi ve selamlarımı sunuyorum değerli okurlar.
089.10.10.2024 - Çürüğe Ne İyi Gelir? (Göynük Gazetesi)
ÇÜRÜĞE NE İYİ GELİR?
Merhabalar değerli okurlar. Ya da bu devirde hala okumaya gayret edenler mi demeliydim? Öyle ya, okuma oranları adına sosyal medya denilen gayya kuyusu başta olmak üzere, yüksek kitap fiyatları vb. sebeplerden ötürü oransal olarak gitgide düşerken, halâ okumaya gayret göstermek ne de üstün bir meziyet haline dönüştü. Oysa İslam dininin ilk emri okumak.
Bugünden itibaren her hafta sevimli ilçemiz Göynük’ün en yeni sesi olan Göynük Gazetesi’nde beraber olacağız. Amatör bir ruh ile dilim döndüğünce bir şeyler kaleme almaya çalışacağım. Umarım yazdıklarımı seversiniz.
Sosyal medya diyerek başladık söze ama saymaya kalksak sayfalarca tutacak onlarca nedenden ötürü toplumsal açıdan önü alınamayan bir çürümeye denk geldi yaşamlarımız. Edebiyattan sinemaya, müzikten konvansiyonel medyaya (televizyon yayıncılığına) kadar her yerde, ancak müthiş sıfatı ile nitelendirilebileceğimiz bir değişim ile karşı karşıyayız. Bu “müthiş” değişim maalesef ki her zaman olumlu yönde gerçekleşmiyor. Kabalık, rezillik, lümpenlik, etik yoksunluğu toplumun tüm katmanlarına sirayet etti. Güldürüler küfürlü, müzikler saldırgan, yazılı ve görsel materyal mafyatik ve kriminal tiplerle dolu… Örnekleri artırmak mümkün. Sosyolojik açıdan genişçe bir araştırma konusu olması gereken bir soru ile karşı karşıya kalıyoruz bu aşamada: Toplum kirlendiği için mi ortaya çıkan bu ürünler kirli yoksa bu ürünler mi toplumu etkileyip bozulmasına yol açıyor? Ahkam kesip “o bunu etkilemiştir” demeyeceğim, tekrarlamak gerekirse de bu sosyoloji biliminin konusu. Yalnızca şunu söylemeliyim; her zaman verilegelmiş bir örnektir, şehrin temiz olmasını isteyen herkes önce kendi evinin önünü temizlesin derler. Bütün bu çürümenin çözümünü polisiye tedbirlerde arayıp bireysel bir gayret göstermemek olsa olsa “dövlet bize bahmiyir” tarzı bir fikriyatın tezahürü olabilir.
Şimdii, geldik yazımın başlığındaki soruya! Çürüğe ne iyi gelir? Eskiden sağımızı solumuzu bir yerlere çarptığımızda annelerimiz ekmek ve şeker çiğneyip üzerine koyarlardı. Yediğimiz darbe biraz daha sert olduğunda da çiğ et koyarlardı çürüğe iyi gelir diyerek. Biz de çürüme ileri boyutta diyerek et koyacağız da… Tarım Bakanlığı’nın taklit ve tağşiş ürün listesine bakarak seçelim bari çürüğün üzerine koyacağımız eti. Maazallah, seçimimiz tek tırnaklı ya da domuz eti filan olur da…
Bu haftalık bu kadar. Hepinize sevgi ve selamlar sunuyorum değerli okurlar. Haftaya görüşmek üzere…
Merhabalar değerli okurlar. Ya da bu devirde hala okumaya gayret edenler mi demeliydim? Öyle ya, okuma oranları adına sosyal medya denilen gayya kuyusu başta olmak üzere, yüksek kitap fiyatları vb. sebeplerden ötürü oransal olarak gitgide düşerken, halâ okumaya gayret göstermek ne de üstün bir meziyet haline dönüştü. Oysa İslam dininin ilk emri okumak.
Bugünden itibaren her hafta sevimli ilçemiz Göynük’ün en yeni sesi olan Göynük Gazetesi’nde beraber olacağız. Amatör bir ruh ile dilim döndüğünce bir şeyler kaleme almaya çalışacağım. Umarım yazdıklarımı seversiniz.
Sosyal medya diyerek başladık söze ama saymaya kalksak sayfalarca tutacak onlarca nedenden ötürü toplumsal açıdan önü alınamayan bir çürümeye denk geldi yaşamlarımız. Edebiyattan sinemaya, müzikten konvansiyonel medyaya (televizyon yayıncılığına) kadar her yerde, ancak müthiş sıfatı ile nitelendirilebileceğimiz bir değişim ile karşı karşıyayız. Bu “müthiş” değişim maalesef ki her zaman olumlu yönde gerçekleşmiyor. Kabalık, rezillik, lümpenlik, etik yoksunluğu toplumun tüm katmanlarına sirayet etti. Güldürüler küfürlü, müzikler saldırgan, yazılı ve görsel materyal mafyatik ve kriminal tiplerle dolu… Örnekleri artırmak mümkün. Sosyolojik açıdan genişçe bir araştırma konusu olması gereken bir soru ile karşı karşıya kalıyoruz bu aşamada: Toplum kirlendiği için mi ortaya çıkan bu ürünler kirli yoksa bu ürünler mi toplumu etkileyip bozulmasına yol açıyor? Ahkam kesip “o bunu etkilemiştir” demeyeceğim, tekrarlamak gerekirse de bu sosyoloji biliminin konusu. Yalnızca şunu söylemeliyim; her zaman verilegelmiş bir örnektir, şehrin temiz olmasını isteyen herkes önce kendi evinin önünü temizlesin derler. Bütün bu çürümenin çözümünü polisiye tedbirlerde arayıp bireysel bir gayret göstermemek olsa olsa “dövlet bize bahmiyir” tarzı bir fikriyatın tezahürü olabilir.
Şimdii, geldik yazımın başlığındaki soruya! Çürüğe ne iyi gelir? Eskiden sağımızı solumuzu bir yerlere çarptığımızda annelerimiz ekmek ve şeker çiğneyip üzerine koyarlardı. Yediğimiz darbe biraz daha sert olduğunda da çiğ et koyarlardı çürüğe iyi gelir diyerek. Biz de çürüme ileri boyutta diyerek et koyacağız da… Tarım Bakanlığı’nın taklit ve tağşiş ürün listesine bakarak seçelim bari çürüğün üzerine koyacağımız eti. Maazallah, seçimimiz tek tırnaklı ya da domuz eti filan olur da…
Bu haftalık bu kadar. Hepinize sevgi ve selamlar sunuyorum değerli okurlar. Haftaya görüşmek üzere…
088.01.11.2021 - KAFAMDAKİ SORU(N)LAR (Bolu'nun Sesi)
KAFAMDAKİ SORU(N)LAR
Gecenin bilmem kaçıncı yarısı. Yatakta bir o tarafa, bir bu tarafa dönüp durmaktan ve uykumu getireceğine zerre kadar inanmamakla beraber saymaktan da bir türlü vaz geçemediğim küçük baş hayvancıklara eziyet etmekten bıkarak kalkıyorum ve geçiyorum klavyenin başına. Freud’un dediği gibi; çok uyumak kaçmaktır, uyuyamamak ise yakalanmak… Ben de bu gece yakalananlardanım. Zamanın birinde bir dershaneci eskisinin bana biçmeye kalktığı role bürünelim; klavye delikanlısı olalım biraz… Ama olamam ki! Bazı durumlar bazı insanların üzerine tam oturmaz, o insanda sakil durur ya, klavye delikanlısı tabiri de bana bol gelir. Zira hiçbir zaman klavye delikanlılığı yapmadım. Ha, konuşma esnasında lafı gediğine koyamadığım durumlar olmadı değil; ama sonrasında içimde kanser olacağına kalemimde konser olsun dedim ve yazdım söyleyemediklerimi. Kalemim de kuvvetlidir ha! Hiçbir hakaret ya da küfür kullanmadan 10 kilo bal ile dahi yutmakta zorlanacağı şeyler yazabilirim insanlara. “Hak eden insanlara” diyerek kapsamı daraltayım da durum budur maalesef.
Bugüne değin birkaç yerel gazetede yazılar yazmaya, hasbelkader yılların bende biriktirdiklerini, anlayabileceğini düşündüğüm insanların zihinlerine aktarmaya çalıştım. Tamamen amatör bir ruh ile yapmaya çalıştığım bu aktarım işini, içimde uhde kalmış bir çocukluk ya da ilk gençlik hedefine ulaşabilme arzusu ile yaptığım konusunda zerre şüphem yok. Yazdığım hiçbir yazıdan yana da pişmanlığım yok. Aklım asıl yazamadıklarımda… Kimi zaman kendi sansür filtremden geçemedi yazamadıklarım kimi zaman ise eşim veya rahmetli annemin süzgecinden. Zaman içinde birkaç yazım bu süzgeçleri aşıp yazdığım gazetelerin sütunlarında kendine yer buldu. Ve şükrederek söylemeliyim ki hiçbiri bu gazetelerin yöneticilerince sansür edilmedi. Bolu gibi küçük bir şehrin basını için pozitif bir durum bu elbette.
“Ne anlatıyon deminden beri hemşerim?” diye serzenişte bulunduğunuzu hissediyorum. El-cevap; kafamdaki soru(n)ların bir kısmını… Herkesin her şey hakkında bir fikri var ya, ben de herkes gibi biri olduğuma göre daldan doruktan konuşabilirim. Çok sevdiğim bir kardeşimin, Emre Başkaya’nın, deyimi ile herbokoloji profesörlüğü yolunda emin adımlarla yürüyen bana da bu yakışır doğrusu! Kullandığım tabir için bağışlayın lütfen. Ama yerel basının duayen kalemlerinin daha önce yerel bazı anti-kahramanlar için kullandığı bir ifade olduğundan bu denli rahat kullandım. Dedim ya, herkesin bir fikri var ve herkes fikrinin dünyadaki en muteber fikir olduğundan o denli emin ki… Oysa savunulan fikirler kulaktan dolma, içi boşaltılmış, ve 25 kuruşluk boş bir alışveriş poşetinden daha değersiz birçoğu. Vaktiyle bir amcaya fizik tedavi hizmetlerindeki bazı uygulamaların kapsam dışına alınması ile ilgili fikri sorulmuş, amcamız “yok öyle bir şey” demişti. Muhabir ısrarcı olarak “Ama Resmî Gazete’de yayımlanan bir tebliğ bu” deyince de “inanma o gazetelere” demişti bu minnoş amca! Ne kadar da naif. Şimdi bu amca bey ile aynı oksijeni yakıyorum ben. Düpedüz oksijen müsrifliği!!! Okumak, araştırmak, çeşitli kaynaklardan teyit etmeye çalışmak, hatta karşıt görüşlerdeki literatürü de taramak… Ne kadar anlamsız şeyler bunlar. Oysa kör cehalet ne güzel şey, her haltı biliyorsun! İngiliz edebiyatçı Thomas Gray’in dediği gibi “cahillik bir lütufsa akıllı olmak aptallıktır”. Öyle ya “beyin bedava” diye de bu denli yüklenmek, beyne biraz haksızlık değil de nedir Allah aşkına?!
Bir de tam yerine rast geldi, manzara koyalım: 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı bu yıl Cuma gününe denk geldi ya, millet hutbede Atatürk’ten bahsedilmemesine fena halde içerlemiş. Boşuna sinirlerinizi yıpratıyorsunuz. Adına “Dinayet” İşleri (yok yok aslına Diyanet olduğunu bilmiyor değilim; din-ayet, bakara-makara diyenler var diye öyle yazdım) denilen, kuyruklu yıldıza uzay aracı indiren NASA’dan daha fazla bütçesi olup da baldızına hallenen tiplerin çok da ayıp bir şey yapmadığı yönünde fetva verebilen bir kurum zaten bahsetmesin bir zahmet Atatürk’ten. Ne diyordu Barış Manço bir şarkısında: Altın çöpe düşse değerin kaybeder mi, tenekeyi parlatsan hiç çeyrek altın eder mi? Ha bu arada çeyrek altın da 900 Lirayı aşmış!!!
Yazıya nasıl başladık, bitirişimiz nasıl oldu?!? Neyse, hepinize tatlı rüyalar…
Gecenin bilmem kaçıncı yarısı. Yatakta bir o tarafa, bir bu tarafa dönüp durmaktan ve uykumu getireceğine zerre kadar inanmamakla beraber saymaktan da bir türlü vaz geçemediğim küçük baş hayvancıklara eziyet etmekten bıkarak kalkıyorum ve geçiyorum klavyenin başına. Freud’un dediği gibi; çok uyumak kaçmaktır, uyuyamamak ise yakalanmak… Ben de bu gece yakalananlardanım. Zamanın birinde bir dershaneci eskisinin bana biçmeye kalktığı role bürünelim; klavye delikanlısı olalım biraz… Ama olamam ki! Bazı durumlar bazı insanların üzerine tam oturmaz, o insanda sakil durur ya, klavye delikanlısı tabiri de bana bol gelir. Zira hiçbir zaman klavye delikanlılığı yapmadım. Ha, konuşma esnasında lafı gediğine koyamadığım durumlar olmadı değil; ama sonrasında içimde kanser olacağına kalemimde konser olsun dedim ve yazdım söyleyemediklerimi. Kalemim de kuvvetlidir ha! Hiçbir hakaret ya da küfür kullanmadan 10 kilo bal ile dahi yutmakta zorlanacağı şeyler yazabilirim insanlara. “Hak eden insanlara” diyerek kapsamı daraltayım da durum budur maalesef.
Bugüne değin birkaç yerel gazetede yazılar yazmaya, hasbelkader yılların bende biriktirdiklerini, anlayabileceğini düşündüğüm insanların zihinlerine aktarmaya çalıştım. Tamamen amatör bir ruh ile yapmaya çalıştığım bu aktarım işini, içimde uhde kalmış bir çocukluk ya da ilk gençlik hedefine ulaşabilme arzusu ile yaptığım konusunda zerre şüphem yok. Yazdığım hiçbir yazıdan yana da pişmanlığım yok. Aklım asıl yazamadıklarımda… Kimi zaman kendi sansür filtremden geçemedi yazamadıklarım kimi zaman ise eşim veya rahmetli annemin süzgecinden. Zaman içinde birkaç yazım bu süzgeçleri aşıp yazdığım gazetelerin sütunlarında kendine yer buldu. Ve şükrederek söylemeliyim ki hiçbiri bu gazetelerin yöneticilerince sansür edilmedi. Bolu gibi küçük bir şehrin basını için pozitif bir durum bu elbette.
“Ne anlatıyon deminden beri hemşerim?” diye serzenişte bulunduğunuzu hissediyorum. El-cevap; kafamdaki soru(n)ların bir kısmını… Herkesin her şey hakkında bir fikri var ya, ben de herkes gibi biri olduğuma göre daldan doruktan konuşabilirim. Çok sevdiğim bir kardeşimin, Emre Başkaya’nın, deyimi ile herbokoloji profesörlüğü yolunda emin adımlarla yürüyen bana da bu yakışır doğrusu! Kullandığım tabir için bağışlayın lütfen. Ama yerel basının duayen kalemlerinin daha önce yerel bazı anti-kahramanlar için kullandığı bir ifade olduğundan bu denli rahat kullandım. Dedim ya, herkesin bir fikri var ve herkes fikrinin dünyadaki en muteber fikir olduğundan o denli emin ki… Oysa savunulan fikirler kulaktan dolma, içi boşaltılmış, ve 25 kuruşluk boş bir alışveriş poşetinden daha değersiz birçoğu. Vaktiyle bir amcaya fizik tedavi hizmetlerindeki bazı uygulamaların kapsam dışına alınması ile ilgili fikri sorulmuş, amcamız “yok öyle bir şey” demişti. Muhabir ısrarcı olarak “Ama Resmî Gazete’de yayımlanan bir tebliğ bu” deyince de “inanma o gazetelere” demişti bu minnoş amca! Ne kadar da naif. Şimdi bu amca bey ile aynı oksijeni yakıyorum ben. Düpedüz oksijen müsrifliği!!! Okumak, araştırmak, çeşitli kaynaklardan teyit etmeye çalışmak, hatta karşıt görüşlerdeki literatürü de taramak… Ne kadar anlamsız şeyler bunlar. Oysa kör cehalet ne güzel şey, her haltı biliyorsun! İngiliz edebiyatçı Thomas Gray’in dediği gibi “cahillik bir lütufsa akıllı olmak aptallıktır”. Öyle ya “beyin bedava” diye de bu denli yüklenmek, beyne biraz haksızlık değil de nedir Allah aşkına?!
Bir de tam yerine rast geldi, manzara koyalım: 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı bu yıl Cuma gününe denk geldi ya, millet hutbede Atatürk’ten bahsedilmemesine fena halde içerlemiş. Boşuna sinirlerinizi yıpratıyorsunuz. Adına “Dinayet” İşleri (yok yok aslına Diyanet olduğunu bilmiyor değilim; din-ayet, bakara-makara diyenler var diye öyle yazdım) denilen, kuyruklu yıldıza uzay aracı indiren NASA’dan daha fazla bütçesi olup da baldızına hallenen tiplerin çok da ayıp bir şey yapmadığı yönünde fetva verebilen bir kurum zaten bahsetmesin bir zahmet Atatürk’ten. Ne diyordu Barış Manço bir şarkısında: Altın çöpe düşse değerin kaybeder mi, tenekeyi parlatsan hiç çeyrek altın eder mi? Ha bu arada çeyrek altın da 900 Lirayı aşmış!!!
Yazıya nasıl başladık, bitirişimiz nasıl oldu?!? Neyse, hepinize tatlı rüyalar…
087.06.09.2021 - Tanju Bey Nereye Koşuyor? (Bolu'nun Sesi)
TANJU BEY NEREYE KOŞUYOR?
İki buçuk aydır yazı yazmadığımı fark edip klavyenin başına oturduğumda, aslında haftalar öncesinden yazmayı tasarladığım bir yazıya başlayacağımı bilmiyordum. Başlıktan da anlaşılacağı üzere yazımın öznesi Belediye Başkanı Sayın Tanju Özcan…
Öncelikle belirtmeliyim ki hiçbir parti ile organik bir bağım yok. Yetmişli yıllarda doğmuş bir birey olarak hasbelkader siyaset çevremde dolaşan bir olgu halindeydi. Rahmetli annemin adeta vasiyet edercesine “sen sen ol sakın siyasete bulaşma” diye tembihlediği biri olarak içerisine girmeden, hep takipçisi olageldim yerel ve ulusal siyasetin. Seksenli yıllarda teyzemin eşi rahmetli eniştem Süleyman Özdemir’in Anavatan Partisi Merkez İlçe Başkanlığı yapması ile siyaset denilen gayya kuyusunun biraz daha yakınlarında bulundum. Yıllar içerisinde sosyal demokrat dünya görüşüne sahip bir seçmen olmak dışında aktif siyasetle hiç işim olmadı.
2019 yılındaki yerel seçimlerde oyunu Tanju Özcan’a vermiş biri olarak seçim gecesi sonuçlarını takip ederken “nihayet verdiğim bir oy bu kez olsun boşa gitmedi” dediğimi anımsıyorum. Değişimin her zaman güzel sonuçlar veremediğini geldiğimiz noktada acı ile idrak ediyorum. Seçim öncesindeki Tanju Bey ile seçimi kazanan Başkan Tanju Bey arasında çok fazla fark görmekteyim. En belirgin olan fark Başkan Tanju Bey’in rahatsız edici gergin tavrı. Tamam, milletvekiliyken de Meclis kürsüsünde ateşli konuşmalarına şahit olurduk kendisinin, ama hiç bu kadar gergin ve sansasyonel olmamıştı.
Ulusal medyaya bir kez daha konu olduğu son söyleşiye kadar epeyce sansasyonel söylemlerle gündeme gelmişti kendisi. Özellikle Bolu’daki yabancı uyruklu kişilere yönelik uygulamayı düşündüğü 10 kat zamlı su ve belediye meclisindeki Adalet ve Kalkınma Partili üyelere çay fırlatması ile her zaman güzelliklerle anılmayı hak eden Bolu şehrinin “sağlıklı olmayan davranışlar sergileyen belediye başkanı” imajı ile ulusal mecralarda gündem olması, doğma büyüme Bolulu olan beni sıradan bir vatandaş olarak son derece üzdü açıkçası. Televizyondaki star yarışmalarının jürisi olarak tanınan Armağan Çağlayan’ın Gör Beni adlı Youtube kanalına verdiği söyleşide yaptığı gaf ile de 2019’daki seçimden bu yana sergilediği “ilginç” davranışlara adeta tüy dikti! Bahse konu söyleşiyi baştan sona takip etmiş biri olarak şunu söyleyebilirim; çizdiği olumsuz imajı düzeltmek yerine daha beter çizdirdi desem yeridir. Başlangıçta iyi başlayan söyleşide Tanju Bey yabancılara uygulanmasını önerdiği 10 kat zamlı hizmet olayını, iktidar ve muhalefetin elle tutulur bir göçmen politikası belirlemesine yönelik gündem oluşturma çabası olarak lanse etti ki aslında partili partisiz vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunun buna yakın bir bakış açısına sahip olduğu söylenebilir. Açıkçası ben de bireysel anlamda devletin göçmen politikasını gözden geçirmesini değil, sil baştan yeniden yapılandırması gerektiğini düşünenlerdenim. Ama gündem yaratmanın yolu buna benzer çıkışlar olmamalı. Belediye Meclis üyelerine çay fırlatılması ise bana göre (hatta görüş alışverişinde bulunduğum birçok kişiye göre) fazlasıyla anlamsız ve maksadını aşan bir eylemdi. Bunu kahvehanedeki Mehmet Ağa yapabilir. Çünkü onun siyasal bir kimliği yoktur. Yaptıkları, onu tanıyanlarca mazur görülebilir. Hatta espri olarak bile kabul görmesi olasıdır. Ama bunu bir Belediye Başkanı, hem de yıllardır iktidar yüzü görmemiş bir partinin temsilcisi olan ve neredeyse çeyrek yüzyıl sonra Bolu’yu yönetme şansını elde etmiş bir siyasal görüşün mensubu olan biri yaptığında ayıp ve hatta abes karşılanır. Gelelim Youtube’de “kırdığı pot”a.
Söyleşinin bir noktasında uzun senelerdir siyaset yaptığından ve tecrübeli bir siyasetçi olduğundan bahseden Tanju Beye Armağan Çağlayan “başınızdan geçen eğlenceli bir anı var mı?” diye sordu. İlk başta aklına şu anda bir anı gelmediğini söyleyen Tanju Bey, aradan birkaç soru geçtikten sonra sanki çok önemli bir konuyu hatırlamış gibi kamuoyunda çokça tartışılan o anıyı paylaştı. Ben tekrardan zikrederek bu anlamsızlığa ortak olmak istemiyorum. Ancak Başkan Tanju Bey’in özellikle belirttiği “tesettürlü hanımefendi”nin talebine imalı yaklaşımını hiç hoş bulmadığımı belirtmeliyim. Hem bu cinsiyetçi tavra sahip olan hem de çocuk sahibi olamamış binlerce insanın içindeki uhdeye “eğlenceli bir anı” olarak bakan biri, tecrübeli bir siyasetçi olamaz benim gözümde. Ama dedim ya Başkan Tanju Bey maalesef artık böyle birine evrilmiş görünüyor. Yakın zamanda katıldığım bir nikah merasiminde de yine imalı sözler etmiş, hem gelin kızımızı hem damat kardeşimizi hem de merasime katılan onlarca insanı utandırmıştı. Şimdi geldiğimiz noktada ise fikrim, Başkan Tanju Bey’in bilinçaltında böyle bir tabiat var demek ki düşüncesi… Yukarıda da belirttiğim gibi sıradan insanlar için bu tür muhabbetlerin, bu tür söylemlerin dile getirilmesinde zerre kadar beis yoktur. Çünkü onların belli bir noktaya kadar sorumluluğu yoktur. Ancak siyasetçi, bilim insanı, sanatçı vb. kimseler daha sorumlu davranmak, “on ölçüp bir biçmek” zorundadır. Sonra ahmet hakan gibi fırıldak tiplere laf etme fırsatı yaratırsınız. Başkan Tanju Bey bana kızmasın; kendisine defalarca oy vermiş bir seçmen olarak yazdım bu satırları.
Üzülüyorum, kızıyorum, hayıflanıyorum, başkası adına utanma fiilini en dip noktasına kadar hissediyorum. Onca yıllar boyu beslenen büyük umutlar ve bu umutların neticesinde gelen büyük teveccühün sonunda gelinen nokta bu olmamalıydı. Yazık!
İki buçuk aydır yazı yazmadığımı fark edip klavyenin başına oturduğumda, aslında haftalar öncesinden yazmayı tasarladığım bir yazıya başlayacağımı bilmiyordum. Başlıktan da anlaşılacağı üzere yazımın öznesi Belediye Başkanı Sayın Tanju Özcan…
Öncelikle belirtmeliyim ki hiçbir parti ile organik bir bağım yok. Yetmişli yıllarda doğmuş bir birey olarak hasbelkader siyaset çevremde dolaşan bir olgu halindeydi. Rahmetli annemin adeta vasiyet edercesine “sen sen ol sakın siyasete bulaşma” diye tembihlediği biri olarak içerisine girmeden, hep takipçisi olageldim yerel ve ulusal siyasetin. Seksenli yıllarda teyzemin eşi rahmetli eniştem Süleyman Özdemir’in Anavatan Partisi Merkez İlçe Başkanlığı yapması ile siyaset denilen gayya kuyusunun biraz daha yakınlarında bulundum. Yıllar içerisinde sosyal demokrat dünya görüşüne sahip bir seçmen olmak dışında aktif siyasetle hiç işim olmadı.
2019 yılındaki yerel seçimlerde oyunu Tanju Özcan’a vermiş biri olarak seçim gecesi sonuçlarını takip ederken “nihayet verdiğim bir oy bu kez olsun boşa gitmedi” dediğimi anımsıyorum. Değişimin her zaman güzel sonuçlar veremediğini geldiğimiz noktada acı ile idrak ediyorum. Seçim öncesindeki Tanju Bey ile seçimi kazanan Başkan Tanju Bey arasında çok fazla fark görmekteyim. En belirgin olan fark Başkan Tanju Bey’in rahatsız edici gergin tavrı. Tamam, milletvekiliyken de Meclis kürsüsünde ateşli konuşmalarına şahit olurduk kendisinin, ama hiç bu kadar gergin ve sansasyonel olmamıştı.
Ulusal medyaya bir kez daha konu olduğu son söyleşiye kadar epeyce sansasyonel söylemlerle gündeme gelmişti kendisi. Özellikle Bolu’daki yabancı uyruklu kişilere yönelik uygulamayı düşündüğü 10 kat zamlı su ve belediye meclisindeki Adalet ve Kalkınma Partili üyelere çay fırlatması ile her zaman güzelliklerle anılmayı hak eden Bolu şehrinin “sağlıklı olmayan davranışlar sergileyen belediye başkanı” imajı ile ulusal mecralarda gündem olması, doğma büyüme Bolulu olan beni sıradan bir vatandaş olarak son derece üzdü açıkçası. Televizyondaki star yarışmalarının jürisi olarak tanınan Armağan Çağlayan’ın Gör Beni adlı Youtube kanalına verdiği söyleşide yaptığı gaf ile de 2019’daki seçimden bu yana sergilediği “ilginç” davranışlara adeta tüy dikti! Bahse konu söyleşiyi baştan sona takip etmiş biri olarak şunu söyleyebilirim; çizdiği olumsuz imajı düzeltmek yerine daha beter çizdirdi desem yeridir. Başlangıçta iyi başlayan söyleşide Tanju Bey yabancılara uygulanmasını önerdiği 10 kat zamlı hizmet olayını, iktidar ve muhalefetin elle tutulur bir göçmen politikası belirlemesine yönelik gündem oluşturma çabası olarak lanse etti ki aslında partili partisiz vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunun buna yakın bir bakış açısına sahip olduğu söylenebilir. Açıkçası ben de bireysel anlamda devletin göçmen politikasını gözden geçirmesini değil, sil baştan yeniden yapılandırması gerektiğini düşünenlerdenim. Ama gündem yaratmanın yolu buna benzer çıkışlar olmamalı. Belediye Meclis üyelerine çay fırlatılması ise bana göre (hatta görüş alışverişinde bulunduğum birçok kişiye göre) fazlasıyla anlamsız ve maksadını aşan bir eylemdi. Bunu kahvehanedeki Mehmet Ağa yapabilir. Çünkü onun siyasal bir kimliği yoktur. Yaptıkları, onu tanıyanlarca mazur görülebilir. Hatta espri olarak bile kabul görmesi olasıdır. Ama bunu bir Belediye Başkanı, hem de yıllardır iktidar yüzü görmemiş bir partinin temsilcisi olan ve neredeyse çeyrek yüzyıl sonra Bolu’yu yönetme şansını elde etmiş bir siyasal görüşün mensubu olan biri yaptığında ayıp ve hatta abes karşılanır. Gelelim Youtube’de “kırdığı pot”a.
Söyleşinin bir noktasında uzun senelerdir siyaset yaptığından ve tecrübeli bir siyasetçi olduğundan bahseden Tanju Beye Armağan Çağlayan “başınızdan geçen eğlenceli bir anı var mı?” diye sordu. İlk başta aklına şu anda bir anı gelmediğini söyleyen Tanju Bey, aradan birkaç soru geçtikten sonra sanki çok önemli bir konuyu hatırlamış gibi kamuoyunda çokça tartışılan o anıyı paylaştı. Ben tekrardan zikrederek bu anlamsızlığa ortak olmak istemiyorum. Ancak Başkan Tanju Bey’in özellikle belirttiği “tesettürlü hanımefendi”nin talebine imalı yaklaşımını hiç hoş bulmadığımı belirtmeliyim. Hem bu cinsiyetçi tavra sahip olan hem de çocuk sahibi olamamış binlerce insanın içindeki uhdeye “eğlenceli bir anı” olarak bakan biri, tecrübeli bir siyasetçi olamaz benim gözümde. Ama dedim ya Başkan Tanju Bey maalesef artık böyle birine evrilmiş görünüyor. Yakın zamanda katıldığım bir nikah merasiminde de yine imalı sözler etmiş, hem gelin kızımızı hem damat kardeşimizi hem de merasime katılan onlarca insanı utandırmıştı. Şimdi geldiğimiz noktada ise fikrim, Başkan Tanju Bey’in bilinçaltında böyle bir tabiat var demek ki düşüncesi… Yukarıda da belirttiğim gibi sıradan insanlar için bu tür muhabbetlerin, bu tür söylemlerin dile getirilmesinde zerre kadar beis yoktur. Çünkü onların belli bir noktaya kadar sorumluluğu yoktur. Ancak siyasetçi, bilim insanı, sanatçı vb. kimseler daha sorumlu davranmak, “on ölçüp bir biçmek” zorundadır. Sonra ahmet hakan gibi fırıldak tiplere laf etme fırsatı yaratırsınız. Başkan Tanju Bey bana kızmasın; kendisine defalarca oy vermiş bir seçmen olarak yazdım bu satırları.
Üzülüyorum, kızıyorum, hayıflanıyorum, başkası adına utanma fiilini en dip noktasına kadar hissediyorum. Onca yıllar boyu beslenen büyük umutlar ve bu umutların neticesinde gelen büyük teveccühün sonunda gelinen nokta bu olmamalıydı. Yazık!
086.20.06.2021 - Ulvi Ağabey (Bolu'nun Sesi)
ULVİ AĞABEY
Bolu Merkez dışında yaşadığımız için Bolu haberlerini ancak yerel basınımızdan, en çok da BolununSesi’nden öğreniyorum. Geçtiğimiz günlerde de maalesef üzücü bir haber okudum: Tanışıklığım olan Ulvi EKER ağabeyimizin vefat haberi… Öncelikle yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. Allah gani gani rahmet etsin.
Vefat haberinin ertesi günü Ulvi ağabeyle ilgili başka bir haberle karşılaştık. O da tüm mal varlığını Türk Eğitim Vakfı’na (TEV) bağışladığı haberiydi. Gerçekten de adı gibi ulvî bir hareket yapmış. Bu devirde eşine gerçekten az rastlanır bir davranış… Günümüzde adına her ne kadar bağış dense de yaptırılan ve eğitim için bağışlanan yapıların, aslında vergiden düşebilmek için de yaptırılmış olduğu herkesin bildiği bir gerçek. Amaç ne olursa olsun, özellikle eğitim için bağışlanan her kuruş dünyalara bedeldir bence.
Bağışçılık konusunda Türkiye’de lider ve artık bir marka olan İzzet Baysal’ı tek geçmek lazım elbette... Türkiye’de tek dünyada da ilk üçe içerisindedir İzzet Baba. Dolayısıyla O’nu ayrı bir yerde tutmak lazım. Sağlığında yaptığı bağışlar ile TEV’i ihya eden Ulvi ağabeyimiz gibi birkaç örnek var: Zeki Müren, Ferdi Özbeğen, Aktris Asuman Arsan, tiyatro ve seslendirme sanatçısı Macide Tanır ve Safiye Ayla gibi… Yaptığı bağışın büyüklüğü ile Türkiye’de sıralamaya girdiği kesin Ulvi ağabeyin. Bağışın muhatabı olan TEV de umarım bunun hakkını verecektir.
Elbette yerel ve ulusal basında dolaşan binlerce hatta milyonlarca Lira / Euro / Dolar gibi kerameti kendinden menkul paraların el değiştirmesi haberlerinin gölgesinde, bu bağış haberi çölde vaha gibi geldi bana allahın bildiği. Bir de “insan öteki tarafa götüremeyeceği menkul ya da gayrımenkul varlıkları neden biriktirir” sorusu…
Geçmişte tasarruf yapabilmek nispeten daha kolaydı. Şimdilerde insanlar temel ihtiyaçlarını ancak karşılayabildiğinden tasarruf biraz daha geriye kalıyor olsa da kâh kara günler için kâh çoluk çocuk kendisinden sonra zorluk çekmesin diye biriktirilenlerin akıbeti zaman zaman tartışma konusu da olabiliyor. Nadiren de olsa yazımıza konu olan Ulvi ağabeyin yaptığı gibi kimsesizlerin kimsesi olabilme amacı da taşıyabiliyor. Kim bilir hangi ihtiyaç sahibi çocuğumuz ya da gencimiz yapılan bu bağışlar ile okuyacak, bir zanaat ya da mesleğin sahibi olacak. İnsanlık tarihi buna benzer onlarca anekdot ile dolu. İnanışa göre ölse de kıyamete kadar sevap kazanmaya devam eder böyle hayırseverler. Herkese nasip olabilecek bir durum da değil açıkçası. Daha fazlasını daha çoğunu istemek ama bunu tamah duygusu ile değil faydalı olabilme amacı taşırsa değerli bir istek olacaktır diye düşünüyorum. Yoksa günlüğü 90 küsur bin lira maaşa denk gelen ama filozofluktan başka bir işe yaramayan şenol güneş pozisyonuna düşebilir insan!
Bir kez daha Ulvi Eker ağabeyimize rahmet diliyor, siz okuyucularımıza da hayırlı haftalar diliyorum.
Bolu Merkez dışında yaşadığımız için Bolu haberlerini ancak yerel basınımızdan, en çok da BolununSesi’nden öğreniyorum. Geçtiğimiz günlerde de maalesef üzücü bir haber okudum: Tanışıklığım olan Ulvi EKER ağabeyimizin vefat haberi… Öncelikle yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. Allah gani gani rahmet etsin.
Vefat haberinin ertesi günü Ulvi ağabeyle ilgili başka bir haberle karşılaştık. O da tüm mal varlığını Türk Eğitim Vakfı’na (TEV) bağışladığı haberiydi. Gerçekten de adı gibi ulvî bir hareket yapmış. Bu devirde eşine gerçekten az rastlanır bir davranış… Günümüzde adına her ne kadar bağış dense de yaptırılan ve eğitim için bağışlanan yapıların, aslında vergiden düşebilmek için de yaptırılmış olduğu herkesin bildiği bir gerçek. Amaç ne olursa olsun, özellikle eğitim için bağışlanan her kuruş dünyalara bedeldir bence.
Bağışçılık konusunda Türkiye’de lider ve artık bir marka olan İzzet Baysal’ı tek geçmek lazım elbette... Türkiye’de tek dünyada da ilk üçe içerisindedir İzzet Baba. Dolayısıyla O’nu ayrı bir yerde tutmak lazım. Sağlığında yaptığı bağışlar ile TEV’i ihya eden Ulvi ağabeyimiz gibi birkaç örnek var: Zeki Müren, Ferdi Özbeğen, Aktris Asuman Arsan, tiyatro ve seslendirme sanatçısı Macide Tanır ve Safiye Ayla gibi… Yaptığı bağışın büyüklüğü ile Türkiye’de sıralamaya girdiği kesin Ulvi ağabeyin. Bağışın muhatabı olan TEV de umarım bunun hakkını verecektir.
Elbette yerel ve ulusal basında dolaşan binlerce hatta milyonlarca Lira / Euro / Dolar gibi kerameti kendinden menkul paraların el değiştirmesi haberlerinin gölgesinde, bu bağış haberi çölde vaha gibi geldi bana allahın bildiği. Bir de “insan öteki tarafa götüremeyeceği menkul ya da gayrımenkul varlıkları neden biriktirir” sorusu…
Geçmişte tasarruf yapabilmek nispeten daha kolaydı. Şimdilerde insanlar temel ihtiyaçlarını ancak karşılayabildiğinden tasarruf biraz daha geriye kalıyor olsa da kâh kara günler için kâh çoluk çocuk kendisinden sonra zorluk çekmesin diye biriktirilenlerin akıbeti zaman zaman tartışma konusu da olabiliyor. Nadiren de olsa yazımıza konu olan Ulvi ağabeyin yaptığı gibi kimsesizlerin kimsesi olabilme amacı da taşıyabiliyor. Kim bilir hangi ihtiyaç sahibi çocuğumuz ya da gencimiz yapılan bu bağışlar ile okuyacak, bir zanaat ya da mesleğin sahibi olacak. İnsanlık tarihi buna benzer onlarca anekdot ile dolu. İnanışa göre ölse de kıyamete kadar sevap kazanmaya devam eder böyle hayırseverler. Herkese nasip olabilecek bir durum da değil açıkçası. Daha fazlasını daha çoğunu istemek ama bunu tamah duygusu ile değil faydalı olabilme amacı taşırsa değerli bir istek olacaktır diye düşünüyorum. Yoksa günlüğü 90 küsur bin lira maaşa denk gelen ama filozofluktan başka bir işe yaramayan şenol güneş pozisyonuna düşebilir insan!
Bir kez daha Ulvi Eker ağabeyimize rahmet diliyor, siz okuyucularımıza da hayırlı haftalar diliyorum.
085.13.06.2021 - Aşı Aymazları (Bolu'nun Sesi)
Aşı Aymazları
Son günlerde sosyal medyada sıkça karşılaştığım bir mevzu var: Aşı karşıtlığı!
Bildiğiniz üzere şu anda piyasada iki ayrı aşı var devlet tarafından temin edilen. Biri halk
arasında Çin aşısı adıyla anılan ve geleneksel metodla (yani virüsün zayıflatılması ile) üretilmiş olan
SİNOVAC, diğeri de Almanya’da yaşayan Türk bilim insanları Uğur ŞAHİN ve Özlem TÜRECİ (ve onların sahibi olduğu firma) tarafından geliştirilen ve mRNA gibi yeni bir teknoloji kullanılmış olan Pfizer / BIONTECH aşısı. Orta vadede bunlara Rus menşeli SPUTNIK V ile henüz ismi belli olmayan ve Faz-3 çalışmaları için gönüllüler aranmakta olan yerli aşıyı da eklersek halkımızın epeyce bir seçeneği olacak
diyebiliriz. Elbette ülkemiz tarafından tercih edilmese de dünyanın çeşitli bölgelerinde uygulanan başka aşılar da (CoronaVac, AstraZeneca / Oxford, Moderna vb) mevcut.
Tabi konu aşı ve enjeksiyon olunca, asıl görevi komplo teorileri üretmek olan ve bilimsellikle zerrece ilgisi olmayan bazı tipler, aşılar hakkında ipe sapa gelmez iddialar dillendirmeye başladı ışık
hızında! Aşıların aslında insanlara nano-çipler enjekte etmek için kullanılacağından, insan DNA’sını değiştireceğine kadar uzanan ve hurafe ile komplo teorisi arasında dolaşıp duran bir yığın safsata…
Bunları ortaya atan ve yayılmasına önayak olanlara “Pekala, bu nano-çipleri neden insanlara enjekte etme ihtiyacı hissediyorlar?” diye sorulduğunda ise cevap hazır: “Bilgilerimizi çalmak istiyorlar!!!”
Bilgilerimizi çalmak isteyenler varsa, ki mutlaka vardır böyleleri, yöntemleri bu denli karmaşık değildir.
Çok uzağa gitmeye gerek yok, her tür bilgiyi paylaşıma açtığınız akıllı telefonlar ile emin olun daha çok bilgiye ulaşmak mümkündür. Virüsün ortaya çıkışı ve görece olarak kısa bir sürede buna karşı aşı geliştirilmesi de ayrıca incelenmesi gereken süreçler ve bence asıl komplo teorisine açık olan kısım da bu.
Yazımıza konu olan ise aşı karşıtlığının geldiği nokta. Yukarıdaki satırlarda ismi geçen aşılar, ülkemiz dışında geliştirilen ve dünyaya dağıtımı yapılan ilaçlar. Elbette bu “dağıtım” para karşılığı yapılmakta. Yani ülkemiz bunları temin ederken para ödüyor ve bu paralar genel bütçe yoluyla karşılanıyor. Hepimizin ödediği vergiler ile… Biontech aşısı kullanıma hazırlanırken basitçe bir flakon sulandırılıyor. Her bir şişe 6 kişiyi aşılamak üzere kullanıma sunulmakta. Günlük aşı randevuları da 6 ve katları şeklinde belirleniyor. Son 6 randevudan bir kişi aşı olmaya gelemediğinde ya da
gelmediğinde son doz maalesef çöpe gidiyor. İlk zamanlarda uygulanan Sinovac aşısında böyle bir durum yoktu. O tek doz olarak kullanıma sunulmuştu. Şimdilerde sosyal medyadan matah bir işi yapıyormuş gibi paylaşılan da bu aşıların randevu alıp randevuya gitmeyerek çöpe gidişine vesile olmak aslında. Aşı olmak ya da aşıyı reddetmek bireyin özgür iradesidir. Aşıyı reddedenlere yaptırım uygulanır uygulanmaz bu da devletin politikasıdır. Fakat hem aşıyı reddedeceksin hem de randevu alıp bu randevuya gitmeyerek parası tüyü bitmedik yetimin hakkıyla ödenmiş aşının ziyan olmasına
sebep olacaksın. Bunlara söylenebilecek pek çok söz var ama yayın yoluyla hakaret suçu işlemek istemeyiz! En basit ifade ile aymazlık bu. Başkalarının hakkına girmek; aşı olabilecekken olamayanların ve aşı olmayıp virüsün yayılması ile hasta olan ve hatta ölenlerin hakkında girmek… Yaradan akıl vermiş, ama sen bu aklı kullanmamakta ya da şeytanca kullanmakta ısrar ediyorsun. Allah her türlü aymazlıktan korusun hepimizi.
Sevgi ve saygılarımla sağlıklı günler, sağlıklı haftalar diliyorum değerli okurlar.
Son günlerde sosyal medyada sıkça karşılaştığım bir mevzu var: Aşı karşıtlığı!
Bildiğiniz üzere şu anda piyasada iki ayrı aşı var devlet tarafından temin edilen. Biri halk
arasında Çin aşısı adıyla anılan ve geleneksel metodla (yani virüsün zayıflatılması ile) üretilmiş olan
SİNOVAC, diğeri de Almanya’da yaşayan Türk bilim insanları Uğur ŞAHİN ve Özlem TÜRECİ (ve onların sahibi olduğu firma) tarafından geliştirilen ve mRNA gibi yeni bir teknoloji kullanılmış olan Pfizer / BIONTECH aşısı. Orta vadede bunlara Rus menşeli SPUTNIK V ile henüz ismi belli olmayan ve Faz-3 çalışmaları için gönüllüler aranmakta olan yerli aşıyı da eklersek halkımızın epeyce bir seçeneği olacak
diyebiliriz. Elbette ülkemiz tarafından tercih edilmese de dünyanın çeşitli bölgelerinde uygulanan başka aşılar da (CoronaVac, AstraZeneca / Oxford, Moderna vb) mevcut.
Tabi konu aşı ve enjeksiyon olunca, asıl görevi komplo teorileri üretmek olan ve bilimsellikle zerrece ilgisi olmayan bazı tipler, aşılar hakkında ipe sapa gelmez iddialar dillendirmeye başladı ışık
hızında! Aşıların aslında insanlara nano-çipler enjekte etmek için kullanılacağından, insan DNA’sını değiştireceğine kadar uzanan ve hurafe ile komplo teorisi arasında dolaşıp duran bir yığın safsata…
Bunları ortaya atan ve yayılmasına önayak olanlara “Pekala, bu nano-çipleri neden insanlara enjekte etme ihtiyacı hissediyorlar?” diye sorulduğunda ise cevap hazır: “Bilgilerimizi çalmak istiyorlar!!!”
Bilgilerimizi çalmak isteyenler varsa, ki mutlaka vardır böyleleri, yöntemleri bu denli karmaşık değildir.
Çok uzağa gitmeye gerek yok, her tür bilgiyi paylaşıma açtığınız akıllı telefonlar ile emin olun daha çok bilgiye ulaşmak mümkündür. Virüsün ortaya çıkışı ve görece olarak kısa bir sürede buna karşı aşı geliştirilmesi de ayrıca incelenmesi gereken süreçler ve bence asıl komplo teorisine açık olan kısım da bu.
Yazımıza konu olan ise aşı karşıtlığının geldiği nokta. Yukarıdaki satırlarda ismi geçen aşılar, ülkemiz dışında geliştirilen ve dünyaya dağıtımı yapılan ilaçlar. Elbette bu “dağıtım” para karşılığı yapılmakta. Yani ülkemiz bunları temin ederken para ödüyor ve bu paralar genel bütçe yoluyla karşılanıyor. Hepimizin ödediği vergiler ile… Biontech aşısı kullanıma hazırlanırken basitçe bir flakon sulandırılıyor. Her bir şişe 6 kişiyi aşılamak üzere kullanıma sunulmakta. Günlük aşı randevuları da 6 ve katları şeklinde belirleniyor. Son 6 randevudan bir kişi aşı olmaya gelemediğinde ya da
gelmediğinde son doz maalesef çöpe gidiyor. İlk zamanlarda uygulanan Sinovac aşısında böyle bir durum yoktu. O tek doz olarak kullanıma sunulmuştu. Şimdilerde sosyal medyadan matah bir işi yapıyormuş gibi paylaşılan da bu aşıların randevu alıp randevuya gitmeyerek çöpe gidişine vesile olmak aslında. Aşı olmak ya da aşıyı reddetmek bireyin özgür iradesidir. Aşıyı reddedenlere yaptırım uygulanır uygulanmaz bu da devletin politikasıdır. Fakat hem aşıyı reddedeceksin hem de randevu alıp bu randevuya gitmeyerek parası tüyü bitmedik yetimin hakkıyla ödenmiş aşının ziyan olmasına
sebep olacaksın. Bunlara söylenebilecek pek çok söz var ama yayın yoluyla hakaret suçu işlemek istemeyiz! En basit ifade ile aymazlık bu. Başkalarının hakkına girmek; aşı olabilecekken olamayanların ve aşı olmayıp virüsün yayılması ile hasta olan ve hatta ölenlerin hakkında girmek… Yaradan akıl vermiş, ama sen bu aklı kullanmamakta ya da şeytanca kullanmakta ısrar ediyorsun. Allah her türlü aymazlıktan korusun hepimizi.
Sevgi ve saygılarımla sağlıklı günler, sağlıklı haftalar diliyorum değerli okurlar.
084.07.06.2021 - Fikir (Bolu'nun Sesi)
FİKİR
Merhaba değerli okurlar. İki haftalık bir aradan sonra tekrar beraberiz. Malum, gazeteye köşe yazma işini amatörce yaptığımızdan, profesyonel işlerimizin yoğunluğu bu arayı vermemize sebep oldu desek yeridir.
Değerli dostlar, yazmaya değer o denli çok konu var ki hangi birini önce yazmalı diye düşünmek öncelikli sorun olması gerekirken, yaşadığımız iklimden ötürü bu konulardan birçoğuna oto-sansür uygulamak zorunda hissettiğim çok zaman olmakta. Yanlış anlaşılmasın; gazetemiz yönetiminden kesinlikle bir sınırlama olmadığını belirtmem gerek. Aslında normal şartlar altında amatör, ya da profesyonel yazı yazanların kendilerini özgür hissetmeleri gerek.
Sonuçta çoğunluğu, dünya görüşleri perspektifinde kişisel kanaatlerini okuyucu ile paylaşmakta. Maalesef yazarlıkla alakalı olmasa bile sosyal medyada paylaştığı kişisel görüşleri nedeni ile kovuşturmaya uğrayan o kadar çok insan olunca, ister istemez benim gibi bireyler yazı yazma, görüş beyan etme aşamasında sıkıntı duymaktalar.
Oysa, haydi beni boşverin, çiçekten böcekten bahsetmek yerine deyim yerinde ise “32 kısım tekmili birden” ifşaatlarda bulunan ve toplumca tanınan ve bilinen şahsiyetler hakkında fikir beyan etmek isteyenler olabilir. Belki de taa 90lı yıllarda olup bitenlere atıfta bulunarak, aradan geçen onca zamana rağmen hiçbir şeyin olumlu yönde değişmediğini görüp hayıflananlar da…
Kara mizahın en sevdiğim örneklerinden birinde; bir ağa, kahyası ile birlikte kasabaya doğru yola çıkar. Ağa at üstünde, kahyası ise yayan devam etmektedir yola. Bir noktada ağa sıkılır ve sıkıntısını gidermek için kâhyayı günümüz deyimi ile trollemeye karar verir. Ve ona yol kenarındaki büyükbaş hayvan dışkısını göstererek “bir parmak yersen ata sen binersin. Ben de yayan giderim” der. Kâhya yorgunluktan el mahkûm kabul eder ve bir parmak yer dışkıdan. Yer değişirler. Ağa söz verdiği üzere ata kâhyayı bindirir kendi de yanı sıra yayan devam eder yola. Kasabaya yaklaştıkça ağanın kafa ayıkmaya başlar. Tabii ya, el âlem ne demez; kâhya at üstünde, koskoca ağa yayan. Bir teklifte daha bulunur kahyasına ağa: “Hadi yer değişelim” Bu kez trolleme sırası kâhyaya gelmiştir: “Olur ağam da sen de şu dışkının bir tadına bak hele!” Ağa da mecburen kabul eder. “Tadımdan” sonra ağa eski yerine, atın eyerine, kâhya ise tabanvaylara… Derken kâhya o can alıcı soruyu sorar: “Ağam köyden çıktığımızda da sen at üstünde ben ise yayandım. Kasabaya yaklaştık, durum yine aynı; sen at üstünde bense yayan. Peki ağam, biz bu b*ku niye yedik?!?”
Sevgili dostlar, ülkenin uzak yakın tarihlerine bir göz attığımızda gördüğümüz, züccaciye dükkanına girmiş filler gibi her yanı darmadağın eden olaylar… Ve yine fillerden hareket edersek, tepişen fillerin ayakları altında kalarak ezilen çimenler. Umarım zihniyetler biraz olsun değişme eğilimine girer de bu cefakâr ve çilekeş halk biraz olsun rahata erer. Bu anlamda genç nesle biraz olsun güvenmek gerekli. Eski kuşaklar pek beğenmese de farklı bir ferasete sahip bence gençler.
Saygı ve selamlarımla iyi haftalar diliyorum değerli okurlar.
Değerli dostlar, yazmaya değer o denli çok konu var ki hangi birini önce yazmalı diye düşünmek öncelikli sorun olması gerekirken, yaşadığımız iklimden ötürü bu konulardan birçoğuna oto-sansür uygulamak zorunda hissettiğim çok zaman olmakta. Yanlış anlaşılmasın; gazetemiz yönetiminden kesinlikle bir sınırlama olmadığını belirtmem gerek. Aslında normal şartlar altında amatör, ya da profesyonel yazı yazanların kendilerini özgür hissetmeleri gerek.
Sonuçta çoğunluğu, dünya görüşleri perspektifinde kişisel kanaatlerini okuyucu ile paylaşmakta. Maalesef yazarlıkla alakalı olmasa bile sosyal medyada paylaştığı kişisel görüşleri nedeni ile kovuşturmaya uğrayan o kadar çok insan olunca, ister istemez benim gibi bireyler yazı yazma, görüş beyan etme aşamasında sıkıntı duymaktalar.
Oysa, haydi beni boşverin, çiçekten böcekten bahsetmek yerine deyim yerinde ise “32 kısım tekmili birden” ifşaatlarda bulunan ve toplumca tanınan ve bilinen şahsiyetler hakkında fikir beyan etmek isteyenler olabilir. Belki de taa 90lı yıllarda olup bitenlere atıfta bulunarak, aradan geçen onca zamana rağmen hiçbir şeyin olumlu yönde değişmediğini görüp hayıflananlar da…
Kara mizahın en sevdiğim örneklerinden birinde; bir ağa, kahyası ile birlikte kasabaya doğru yola çıkar. Ağa at üstünde, kahyası ise yayan devam etmektedir yola. Bir noktada ağa sıkılır ve sıkıntısını gidermek için kâhyayı günümüz deyimi ile trollemeye karar verir. Ve ona yol kenarındaki büyükbaş hayvan dışkısını göstererek “bir parmak yersen ata sen binersin. Ben de yayan giderim” der. Kâhya yorgunluktan el mahkûm kabul eder ve bir parmak yer dışkıdan. Yer değişirler. Ağa söz verdiği üzere ata kâhyayı bindirir kendi de yanı sıra yayan devam eder yola. Kasabaya yaklaştıkça ağanın kafa ayıkmaya başlar. Tabii ya, el âlem ne demez; kâhya at üstünde, koskoca ağa yayan. Bir teklifte daha bulunur kahyasına ağa: “Hadi yer değişelim” Bu kez trolleme sırası kâhyaya gelmiştir: “Olur ağam da sen de şu dışkının bir tadına bak hele!” Ağa da mecburen kabul eder. “Tadımdan” sonra ağa eski yerine, atın eyerine, kâhya ise tabanvaylara… Derken kâhya o can alıcı soruyu sorar: “Ağam köyden çıktığımızda da sen at üstünde ben ise yayandım. Kasabaya yaklaştık, durum yine aynı; sen at üstünde bense yayan. Peki ağam, biz bu b*ku niye yedik?!?”
Sevgili dostlar, ülkenin uzak yakın tarihlerine bir göz attığımızda gördüğümüz, züccaciye dükkanına girmiş filler gibi her yanı darmadağın eden olaylar… Ve yine fillerden hareket edersek, tepişen fillerin ayakları altında kalarak ezilen çimenler. Umarım zihniyetler biraz olsun değişme eğilimine girer de bu cefakâr ve çilekeş halk biraz olsun rahata erer. Bu anlamda genç nesle biraz olsun güvenmek gerekli. Eski kuşaklar pek beğenmese de farklı bir ferasete sahip bence gençler.
Saygı ve selamlarımla iyi haftalar diliyorum değerli okurlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)
DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...

-
Çanakkale Yılmaz ÖZDİL 1915 yılıydı. Avustralya’da, New South Wales eyaletinde, Broken Hill kasabasından geçen trene ateş açıldı, b...
-
ROK and Roll!!! Merhabalar sevgili okurlar. Öncelikle geçmiş Ramazan Bayramınızı kutlamak isterim. Umarım bu bayram eşiniz, dostlarınız ve...
-
Kırmızı Kalemli İnsanlar Merhabalar. Geçen hafta yayımlanan ilkyazımızın başlığı 3üncü Köy yerine, tarihin tozlu raflarına kaldır...