31 Ocak 2025 Cuma

113.01.02.2025-E-MAIL FORWARDLAYIP BİR MEETING SET EDELİM (Göynük Gazetesi)

 E-MAIL FORWARDLAYIP BİR MEETING SET EDELİM

        Merhabalar değerli okurlar. Başlığa bakıp “Eyvah! Plaza dili!!!” dediğinizi duyar gibiyim. Tam olarak öyle olmasa da yazı, çalışma hayatıyla ilgili. Görece olarak uzun süren bir çalışma hayatının (yaklaşık 26 yıl) akabinde 2023 yılında eyt yasası çıkar çıkmaz emekli oldum. Yaş itibarı ile bir süre daha çalışabilirdim. Ancak ülkemiz şartlarında çalışma hayatı para kazanmaktan çok maalesef insanları yoğun stres ile yaşlandıran bir süreç. Tüm işverenleri aynı kefeye koymak haksızlık olur, fakat maalesef ülkemizdeki durum belli. Üç-otuz paraya emeği sömürmek, çalışanın alın terinin karşılığını verirken eli titremek, “ekmeğini ben veriyorum” gibi sakat bir düşünce ile mobbingin zirvelerinde dolaşmak… En son Kartalkaya otel katliamında da görüldüğü üzere başları sıkıştığında günah keçisi olarak emekçileri sırtlanların önüne atmak!.. Bendeniz de birkaç istisna dışında böyle işverenlerle ya da gölgesinden korkan amirlerle çalışmakla imtihan edildim deyim yerindeyse.

Özelleştirilmeden önce Sedaş bünyesinde çalıştım örneğin, yaklaşık 11 yıl boyunca. Bir devlet kurumuyken yaş, kpss vbmazeretlerden ötürü ana kadroya dahil edilmeyip müteah-itfirmalarda süründürüldüm. Özelleştirme sürecinin tamamlanmasından sonra ise yukarıda bahsettiğim gölgesinden korkanların “mezun olunan dal farklı” bahanesi ile yüz yüze geldim. Oysa aynı tipler, özelleştirmeden önce emekli olan personeli geri çağırmaktan imtina etmezken beni devlet içinde paralel yapı kuran tiplerin eline oyuncak etmekten çekinmemişlerdi. Elbette bana düşen itle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmaktı ve onca yılı çöpe atıp ayrıldım. Kısa bir dönem Bolu Belediyesi’nin atık depolama tesisinde, deponi gazından elektrik üretilen mekânda görev aldım. İstanbul’daki şirket merkezinde çalışan ve Korece bilmek dışında hiçbir meziyeti olmayan tipler, Biri Bizi Gözetliyor evi gibi Bolu’daki tesisi uzaktan kameralarla izleme sapkınlığına kadar götürdüler işi. Ayrıca okadar ahmaktılar ki patronun kardeşinin hastane dosyalarını almam için beni ruh sağlığı hastanesi ile bile muhatap ettiler! Doktor-hasta gizliliğinden bile bîhaber olan bu aymazlar, ayrıca patronun önceki belediye başkanı a.y. ile yakın muhabbetlerine güvenerek işyerinin çalışma ruhsatını bile çıkarmamışlardı. Benden önceki idari şef ile de bunun gibi bir yığın görüş ayrılığından ötürü mahkemeliktiler. O tiplerle aynı görüşte olmak zaten dünyanın en olanaksız şeyiydi. Proje müdür yardımcısı unvanlı cahil bir velet “Aman diyeyim Tansel bey, patron hafta sonu geçerken tesise uğrayacak. Ruhsatın henüz çıkmadığını söylemeyin kendisine, sakın!” diye tembihlemek çaresizliğindeydi! Kötü niyetli biri olsaydım, durumu pot kırmışım gibi lanse ederek bu tiplerin kariyerlerini başlamadan bitirebilirdim. Ama böyle bir insan olarak yetiştirilmemiştim şükür ki! Hiç unutmuyorum, bir defasında evrak peşinde koşuştururken Bolu Belediyesi’nden çıktım ve tesisin aracını park ettiğim Parti sokağa doğru yokuş tırmanıyorken aynı velet beni telefonla aradı. Yokuş tırmandığım için nefes nefese olmamı neye yordu dersiniz? “Tansel bey, spor mu yapıyorsunuz siz?” şeklindeki saçma sorusuna “Tabii ki m. bey! Ben mesai saatleri içerisinde spor salonuna gidip squat yaparım zaten. Alışkanlığımdır bu benim!” şeklinde yanıt vermiştim. Maruz kaldığım bundan daha saçma bir yığın mevzunun ardından yaklaşık 2 – 2,5 ay süren bu aptalca süreci de bitirdiğim için fazlasıyla memnundum. En azından selefim gibi mahkemelik olmadığım içindi elbette bu memnuniyetim…

Burada bir tesiste de çalıştım. İsim vermeyeceğim, bir aile şirketiydi burası ve ilginç bireylere sahipti. Örneğin patronlardan biri 29 Ekim öncesinde telefonla aradı beni ve tesise bayrağı asıp asmadığımı sordu. Her daim olduğu gibi bu soruya da doğru neyse onu söyleyerek cevap verdim: “Maalesef filanca bey. Yoğunluktan atlamışız. Hemen tesisteki bekçi arkadaşı arayıp astırtıyorum.” Telefonu kapar kapamaz aradığım bekçi arkadaşımın cevabı beni benden aldı adeta! “Tansel abi, filanca ağbi geldi tesise ve beraber astık biz bayrağı!” Adam meğer ağzımı aramış, yoklama çekmiş bana! Patronlardan bir başkası ise hiç suçum olmadığı halde ne eğitimsizliğimi, ne sabotajcılığımı bıraktı. Hatta kafasız olduğuma kadar getirince olay boyut değiştirdi. “İşini de seni de…” raddesine gelmeme rağmen kardeşi devreye girdi ve “Orada dur abi!” dedi. Bu mevzudan ve istifanın eşiğinden dönüşümden bir-iki ay sonra bu kez yine amiri olduğum çalışma arkadaşlarımın önünde suratıma bir tutam evrak fırlattı aynı görgüsüz kişi. O an şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: “Dünyanın en zengini de olsa bazıları, insan olma konusunda çok ilkel çağlardan günümüze ulaşamamış olabiliyor…” Sadece patronlar değil profesyonel yöneticilerin bazıları da maalesef patron kabından yal yemiş madrabaz tiplerdi. “Bu kadar profesyonellik ve kurumsallık beni aşar abi!” dedim kendime ve bir yılı bile tamamlamadan, 11 ay sonunda ayrıldım. Sonuçta Göynük küçük yer, şiddetin hiçbir zaman taraftarı olmamama rağmen, adımın “patrona dayak attı”ya çıkmasını istemedim.

Şimdi geldiğim noktada, maaş konusu hariç, tam bir Norveç emeklisi gibiyim. Emekli maaşı konusu zaten makro bir problem, salt benlik bir mevzu değil. Kendime göre bir rutin oluşturdum. İyi besleniyorum, sporumu yapıyorum, kafam estiğinde gidip Çubuk gölü kıyısında kamp sandalyemi açıp kitabımı okuyorum. “Bolu’ya (ya da Adapazarı’na) gideceğim, birkaç işim var. Gelir misin?” diye soran arkadaşlarıma asla hayır demiyorum. Saçma sapan tiplerle muhatap olmamaya çalışıyorum. Ama kader işte, manyak mıknatısıyım! Bazen denk geldiğim oluyor. O zaman da tersi yönde hareket etmekten zerrece gocunmuyorum. Beni uzunca bir süredir görmeyen eş dost ile karşılaştığımda “Abi gitgide gençleşiyorsun, maşallah!” şeklinde bir övgüye mazhar oluyorum. Sağlığım da çok şükür yerinde ki en büyük zenginlik alameti bu. Milyon dolarlık olmaya lüzum yok! Ekonomik şartlar zorlamazsa eğer çalışma hayatına tam zamanlı olarak dönmek gibi bir niyetim de yok. Tecrübemden faydalanmak isteyen olursa da oturur şartları konuşuruz. Allah herkese böyle huzur nasip etsin.

Sevgiler sunuyorum tüm okurlarımıza.

29 Ocak 2025 Çarşamba

112.27.01.2025 - LİYAKAT, NEPOTİZM ve ETİK (Göynük Gazetesi)

LİYAKAT, NEPOTİZM ve ETİK

Merhabalar değerli okurlar. Otel felaketlerinde dünya sıralamasına giren Kartalkaya otel yangınının üzerinden yaklaşık bir hafta geçti. Bu süre tartışmalarla doluydu maalesef. Yetki-sorumluluk vs derken yıkılan aileler, sönen ocaklar, yaralılar gölgede kaldı.

​Gölgede kalan ve hiç kimsenin suya sabuna dokunmaz bir tavırla es geçtiği mevzu, etik yani ahlaki değerlerdi desek sanırım hata yapmış olmayız. Adli süreç devam ettiği müddetçe bu platformlardan kişisel fikrimizi beyan etmemiz doğru olmaz. Süreç tamamlandığında, yani vakti geldiğinde bizim de birkaç sözümüz olur elbet bu facia ile ilgili olarak.

​Benim üzerinde durmak istediğim asıl konuya dönelim. Siyasette iktidarıyla muhalefetiyle liyakatsizliğin ve adam kayırmanın gün geçtikçe derinleşen yüzü ile karşılaştığımızın farkındasınız değil mi? Genellikle seçimle göreve gelenlerin oğlunu / kızını, damadını, gelinini, yeğenini, kuzenini bilumum aile efradını alt kadrosundaki görevlere getirdiğine şahit oluyoruz. Sadece seçimle değil atamayla belli görevlere getirilenler de “benim ne eksiğim var?!” dercesine aynı yolları tercih etmekteler. Gün geçmiyor ki X Üniversitesi rektörü, bir yakınını bölüm sekreteri ya da genel sekreter olarak atamamış olsun.

​Aslında çok ince bir çizgi var burada. Yakın aile bireylerinin bazı görevlere atanmasında liyakatli davranılmış olabileceği gibi atandığı konu ile ilgili hiçbir birikimi olmadan görevlendirilenler de olabilir. Çizginin bir milim ötesi aile kayırmacılığı yani NEPOTİZM iken, bir milim gerisi de göreve her açıdan uygunluk yani LİYAKAT olabilir. Aslında doğrusu, nepotizm ve liyakat tartışmalarının odağında hiç kalmadan bu işlerin ahlaki çerçevede değerlendirilmesi. Bununla ilgili bir küçük anekdot aktarmak isterim yeri gelmişken:

​Vaktiyle çok iyi arkadaş olan iki lise öğrencisi, Milli Eğitim Bakanı ile görüşmek üzere bakanlığa giderler. O dönemlerde parlak öğrencilerin devlet bursu ile yurt dışına gönderilip eğitim almalarının sağlanmaktadır. Gençler de bahse konu burstan faydalanmak istemektedir. Bakan talepleri dinleyip gençlerden birini dışarı çıkartır ve kalan öğrenciye;

“Seni yurtdışına burslu gönderebilirim, ama arkadaşını gönderemem. Eğer onu da gönderirsem Bakan kendi oğluna torpil yaptı diye söz çıkarırlar” der. Söz konusu bakan Hasan Âli Yücel, burs verdiği öğrenci ileride dünyaca ünlü bir profesör olacak olan Gazi Yaşargil ve oğlu da şair Can Yücel’dir. Olayın bu şekilde cereyan edip etmediği biraz tartışmalı da olsa etik açıdan gidişatın böyle olması gerekliliği su götürmez bir gerçek.

​2015 yılında aile kayırmacılığı ile ilgili bir yazı yazdığımı anımsıyorum. Aradan geçen 10 yıllık süreçte olumlu yönde değişen hiçbir şey olmadığını görmek üzücü ve umut kırıcı. (Yazarın Notu : Söz konusu yazıyı https://karakayatansel.blogspot.com/search?q=HAFIZ adresindeki bireysel blogumdan okuyabilirsiniz)

​Her yıl onbinlerce kişi kamuda memur olarak görev alabilmek için çabalıyor, sınavlara, mülakatlara giriyor. Hazırlık sürecinde kurslara, basılı ya da dijital kaynaklara milyonlarca lira para harcıyor. Buna rağmen kendi dünya görüşüne yakın diye, akrabayı taallukattan diye örneğin ömrü boyunca konusu ile ilgili tek makale okumamış insanlar yerelde ve genelde her düzeyden görevlere getiriliyorsa eğer burada herşeyden önce bir hak yenilmesi durumu vardır ve bu durumun dini inançlarla değil ahlakla yani ETİK ile açıklanması daha doğru olacaktır.

​Kartalkaya faciasında hayatını kaybedenlere rahmet, geride kalanlara sabır ve yaralananlara da şifa dileklerimi bir kez daha sunmak isterim. Kartalkaya faciasının bu manada ahlaki çöküşten çıkış noktası olması umudu ile mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.

111.22.01.2025 - KARTALKAYA (Göynük Gazetesi)

KARTALKAYA

Merhabalar değerli okurlar. 20 Ocak akşamı, tamamladığım yazımın son kontrollerini yaptım ve 21 Ocak’ın ilk saatinde, 01.00 gibi bir hayli de geç bir saatte Elif hanıma gönderdim. Birkaç saat sonra gerçekleşecek büyük faciadan bîhaberdim. Ülkemizin sayılı kayak merkezlerinden olan Kartalkaya'daki en eski otel olan Grand Kartal'ın son belirlemelere göre 76 cana mezar olacağını ben dahil kimse bilemezdi elbet. Ancak maalesef yangın faciası gümbür gümbür"geliyorum" demiş bu bir gerçek. Paşaköy Mahallesindekiitfaiye merkezine yaklaşık 40 kmlik bir uzaklıktaki otele en iyi şartlarda 45-50 dakikada ulaşılabiliyor. Gecelik konaklama bedeli ortalama 30 bin Türk Lirası olan Kartalkaya bölgesine ulaşım böyle sıkıntılı iken, iptidai bile olsa bir sağlık merkezi ve yangın söndürme tesisinin bulunmayışı kanaatimce vahşi kapitalizmden başka bir şey ile açıklanamaz. Mevzuata göre bu bölgede ulusal ya da yerel düzeyde bu tesislerin kurulması zorunlu olmasa da o bölgedeki tesislerin bir araya gelip inisiyatif ortaya koyarak, en azından sezon içerisinde görev yapacak dönemsel ve mobil birimler oluşturması beklenir. Ama heyhat! Masraf filan olur maazallah! İnsandan para kazanıp, insan hayatını korumayı, ana odaktan bu kadar uzakta tutmak ancak bu ifade ile açıklanabilir çünkü.

​Olayın teknik boyutu üzerine vileda sopalı "gazeteciler" koca koca ekranların önünde saatler boyu konuşacaktır ondan şüphem yok. Ben, beni derinden etkileyen, üzerinden yıllar geçse de unutulamayacak birkaç resimden bahsedeceğim.

​Ucuca eklenmiş çarşafların otelin pencerelerinden sarkan görüntüsü örneğin. Çoğunlukla karikatürize bir şeydir birbirine düğümlenmiş çarşafların pencerelerden sarkıtılması. Ya da bu faciaya kadar öyleydi. Çünkü artık yaşanan can pazarının ve tedbirsizliğin bir simgesi o çarşaflar. Binanın dışına değil de içine konumlandırılmış, adı yangın merdiveni kendi ölüm merdiveni olan "şey"in yerine ikame edilen garabetin simgesi!

​Facianın ilk anlarının cep telefonları ile kaydedilmiş görüntüler örneğin… İnsanların çaresizlik içerisinde pencerelerden sarkarak çığlıklar içinde yardım talebinde bulunmalarını da unutamayacağım kendi adıma. Uçurumun kenarına inşa edilmiş otelin yaşamın kıyısındaki misafirleri... Ya da yanarak ölmek mi yoksa yüksekten atlayarak bir ihtimal ölmesem de birkaç kırık ile kurtulabilirim belki ikileminde kalan insanların seçeneksizliği...

​Beni derinden etkileyen bir diğer durum da, yangının söndürülmesini takip eden dakikalarda drone ile kayda alınan pistte kayak yapan "insan"ların görüntüsü. Bir yanda soğutma çalışması yapılan ve ürkütücü bir görünüme bürünmüş, üstünden dumanlar tüten otelin enkazı, diğer tarafta çalışan telesiyejler eşliğinde kayak yapan spor aşığı tiplerin aynı kadrajdaki tiksindirici görüntüsü. Bir ülke insanının ahlaki çöküşünün resmi aslında bu. "Geceliğine 30 bin kâât ödüyorum ve benim otelim yanmadığına göre kayağımı yaparım kardeşim!" diye mağrurca kendini ifade etmek aslında bu durum. Vaktiyle bir olay yeri inceleme polisi kardeşimle konuşmuştum. O dönem, CSI (ya da bizdeki adı ile Kanıt) tarzı dizilerin revaçta olduğu bir dönemdi. Kendisine "Bir cinayet mahalline girdiğinizde, dizlerdeki gibi mi gerçekleşiyor süreç?" diye sormuştum. "Nerdeyse öyle. Ama ekranlardan hissedemeyeceğiniz şey ortamdaki koku! Ben yeni mezun birçok kardeşimin, ölümün kokusu ile yüzleştiğinde dayanamayıp kustuğuna çok şahit oldum" demişti. Haddimi aşmak istemem ama yanarak vefat etmiş onlarca insanın olduğu bir ortamda keyifle kayak yapabilmek en hafif ifade ile hayvandan daha aşağı bir mertebede olmaktır!

​“Bu faciadan alınması gereken dersler” diye başlayan cümleler maalesef kifayetsiz kalacak. Soma maden katliamı, Pamukova ve Çorlu tren faciaları, İliç madenindeki heyelan, Aladağ kız öğrenci yurdu katliamı, 6 Şubat depremleri… Liste uzun ancak maalesef hiçbirinde sorumluluk üstlenen olmadı. “Bu faciadan alınması gereken dersler” diye başlayan cümleler bundan dolayı kifayetsiz işte. Herkes birbirini suçlar, filler tepişir ama ezilen hep çimenler olur.

​Hayatlarını kaybedenlere rahmet, yaralılara şifa ve vefat edenlerin yakınlarına ve halkımıza sabır diliyorum.

15 Ocak 2025 Çarşamba

110.14.01.2025 - TOROSLAR GİBİ OLMAK (Göynük Gazetesi)

TOROSLAR GİBİ OLMAK

Aksiyon filmlerini sevmeyen pek azdır. Orada iyi adamlar ve kötü adamlar olur. İyi adamlar hep atletik yapılı, boylu boslu, sert mizaçlı, ürkütücü bakışlı ve yakışıklı tiplerdir. Bizim gerçek öykümüzdeki kahraman ise kısa boylu, tıknaz ve göbekliydi. Hatta vücut kitle endeksine bakılsa obez çıkardı sonuç. Ayrıca bir de keldi iyi mi! Sert mizaçlı ve ürkünç bakışlı da değil çektiği tüm eza ve cefaya rağmen tam tersi gülümseyerek bakardı hayata. Ama dediğimiz gibi hayatının neredeyse her anı kesinlikle aksiyon filmlerini aratmayacak hareketlilik ve heyecana sahipti.

​Adeta ateşten gömlek giymiş, hep kelle koltukta bir hayat sürmüş, Akdeniz coğrafyasının en tehlikeli ve acımasız hadiseleri içinde yer almıştı; hem de figüran olarak filan değil başrol ile! Kod adı Toros’tu. Toroslar gibi sarp ve sağlam bir yüreğe sahipti. Bugünlerde söndürülemeyen alevlerle uğraştığı iddia edilen Hollywood’un pompaladığı bir yığın savaş ve casusluk filmlerinde, adeta bir kalıptan çıkmış çakma kahramanları izletiyorlar tüm dünyaya ve bize. Oysa ki uçmayla kaçmayla, atlamayla zıplamayla yazılmıyor gerçek destanlar. Toros gibi mangal yüreklilerce yazılıyor.

​Adanın en yüksek kesimi olan Beşparmak dağlarında, kan gövdeyi götürürken kaydedilmiş siyah beyaz bir fotosu var örneğin: Mermi şeritlerini beline kemer gibi sarmış, elinde hafifmakineli tüfek, yaşamakla ölmek arasındaki incecik çizgide. Bilmeyen pikniğe gelmiş zanneder, o kadar rahat, gülümsüyor objektife. Rahmetli ile ilgili yazılıp yazılabilecek en güzel ifade sanırım bu fotoğraftan esinlenerek yazılmıştı: Sıradan görünümlü sıradışı kahraman!

​İnsan evlenirken mutlu, huzurlu ve sakin bir hayat düşler genelde. Hani şu pop şarkısında olduğu gibi: Evli, mutlu, çocuklu… Ama bu türden, sayıca pek az olan sıradışı kahramanların yanı başındaki kadınlar da el mahkûm sıradışı olurlar. Yaşadıkları aşklar da elbette aynı oranda sıranın dışında! Toros, yani Rauf ile Aydın’ın aşkı da tıpkı böyleydi. Rauf,mücadeleler ile dolu geçen ömrünün bir anında esir düşmüştü düşman eline. Durumu belirsizken Aydın’a gizlice bir mektup gönderdi.

​“Seni Allah’a, evlatlarımızı da sana emanet ediyorum. Hayat işte, iyi kötü tesadüflerle dolu. Bizimki de öyle oldu” diye yazıyordu mektubunda. Aydın ağladı; uzuun uzun günlerce ağladı. Şükür ki Rauf kurtuldu o cendereden. Daha sonra da benzer durumlarla karşılaştılar. Rauf kelimenin tam manası ile ölümlerden ölüm beğen tipi durumlarla karşılaştı. Kâh başının üstünden vızır vızır mermiler uçtuğu oldu, kâh iki adım ötesine havan topu düştüğü, en yakın arkadaşlarının kucağında şehedate erdiği de… Bazen adada bazen Londra’da suikastlerden kılpayı kutulduğu bile oldu. Aydın hep böyle istim üzerindeydi; kara haber beklentisinde… 64 yıl aynı yastığa baş koydular. Rauf’un annesi o 1,5 yaşındayken vefat etmişti. Aydın ona hem sevgili hem eş hem de anne oldu. Evlat acısı yaşattı bu hayat onlara, hem de üç kere. Bu ağır yükü üç kez omuzlamak zorunda kalsalar da birbirlerine ve aşklarına dayanarak ayakta kalmayı bildiler. Yeniden evlat sahibi oldular.

"Çocuklarım bensiz büyüdü, bensiz büyüyen çocuklarımın çocukluk hatıralarını anımsayamadığım için garip bir özlem içindeyim, ölen çocuklarımızın matemini bile yeterince tutamadım, küçük oğlumun cenaze törenine bile katılamadım, ağlamak istedim ağlayamadım, sarılıp öpmek istedim, bunu da yapamadım, içinde bulunduğumuz durum nedeniyle duygularımı dışa vuramadım, Kıbrıs meselesi yüzünden omuzlamak zorunda kaldığım sorumluluklar mı bana mani oldu, yoksa doğuştan mı böyleydim, bilemiyorum" diyecekti Rauf.

​Bir de şunu ekleyecekti:

"Türkiye olmadan cennete bile girmem!"

​Böyle yurtsever, böyle adanmış bir yürekti o. Huzurlu ve dingin bir yaşam hayali kuran Aydın işte bu Çılgın Türk ile bir ömür geçirdi. Rüyalarının gerçeğe döndüğü anlara da şahitlik ettiler hayallerinin yıkılışına da. Bazen mutluluk bazen hüzün. Amerikalı filan olsalar Hollywood temcit pilavı gibi onlarca kez filmini çekerdi de bu iki güzel insanın, onların film gibi hayatının finalini isteseler de böyle yazamazlardı. Rauf son nefesini verirken Aydın’ına şarkı söylemekteydi!

"Sevemez kimse seni, benim sevdiğim kadar, sevgilim sen olmasan, bu dünya neye yarar" diye mırıldanıyordu. İşte böyle sıradanlıktan uzaktı. Aydın ilk kez o gün, Rauf ruhunu teslim ettiğinde, ayakta durmakta zorlandı. Rauf’unun tabutuna sarılarak “ülkesinden önce evimin lideriydi” diyebildi sadece. Bu yiğit adamın yiğit kadını yedi yıl dayanabildi onun yokluğuna. O da 2019’da yumdu gözlerini. Umarız bu hayatta düşleyip ulaşamadıkları o huzura birlikte yürüyorlardır. Bu vesile ile Kıbrıs’ın gerçek kahramanlarından Rauf Denktaş’ı vefatının 13üncü yılında anmak istedim. Rahmetli Toros, uğrunda canını ortaya koyduğu Kıbrıs’ın kumarcı oligarkların, kara paracıların insafına teslim edildiğini görse yine silahlarını kuşanıp Beşparmak Dağlarına çıkmakta bir an bile tereddüt etmezdi ama ben Toros olsaydım ne haliniz varsa görün deyip çekip giderdim…

9 Ocak 2025 Perşembe

109-02-10.01.2025 - ALLAH ZİHİN AÇIKLIĞI ve CESARET VERSİN, ÂMİN (Göynük Gazetesi)

ALLAH ZİHİN AÇIKLIĞI ve CESARET VERSİN, ÂMİN

Merhabalar değerli okurlar. Dün akşam Göynük İlçe Mal Müdürlüğü’nün tasarruf tedbirleri bahane edilerek kapatılması kararı üzerine epeyce de sert bir yazı yazmıştım. Kontrol ve düzeltmelerin ardından 10 Ocak itibarı ile yayımlanmak üzere yazıyı saygıdeğer patronumuz Elif hanıma gönderecekken kararın askıya alındığı haberleri düştü sosyal medyaya.

Elbette bu kararın nihai bir karar mı olduğu yoksa benim algıladığım şekliyle bir süreliğine buzdolabına mı kaldırıldığı tartışılır. Umarım ben yanılırım.

Bu kararın alınmasında emeği geçen başta Kaymakamımız Sayın Talha Battal beyefendiye, Bolu ilini TBMM’de temsil eden milletvekillerine, Göynük Esnaf ve Sanatkârlar Odası Başkanı Sayın Ferhat Aksoy’a ve sivil toplum kuruluşlarına teşekkür etmek gerek. İsimlerini zikrettiğim değerli şahsiyetler kadar emeği olan ve tepkisini gayet orantılı, demokratik ve cesurca dile getiren Göynük halkının da sağlam bir alkışı hak ettiğini söylemek lazım. Zira ülkemizde böyle medeni tepki koyabilen insanların hala var olduğunu görebilmek inanılmaz bir mutluluk. Sağduyu galip geldi diyelim.

Dikkat ediyorum da bu tarz yanlış kararların çoğu oturduğu yerden, masa başından ve sahaya çıkıp şartları görmeden “ben yaptım olducu” zihniyetteki bürokratlar tarafından verilmekte. Mevzuat hazretleri kavramı 20. yüzyılda pek bir revaçtaydı. Bu yüzyılda da çoğu zaman görmekteyiz mevzuat hazretlerine sıkı sıkıya bağlı bazı insanları. İnisiyatif alarak karar verebilmek hem cesaret hem de bilgi işidir ve liderlik kavramının ana unsurlarındandır.

Bu vesile ile hazır halkımız ve ilçemizde etkili ve yetkili olanlar mücadeleye başlamışken hızlarını alamazlar da adını aziz bir şehidimizden alan ilçe DEVLET hastanemizin Mudurnu Devlet Hastanesi’ne bağlı bir semt polikliniği olma durumu da geri çevrilir. Böylece Devlet Hastanesi kavramı lafta ve tabelada kalmamış olur.

Gamlı Baykuş gibi konuşmak istemiyorum ama başta da söylediğim gibi umarım bu Mal Müdürlüğü mevzusu, kesin olarak kapanmıştır. Bir bakmışsınız insanlar bu mevzuyu unuttuklarında askıya alınan karar usulca uygulanıvermiş! Bugüne değin edindiğim tecrübeler maalesef bu yönde. Bu bir kazanımdır elbette ancak unutulmasına ya da unutturulmasına fırsat vermeden takipçisi olunmaya devam edilmeli. Aksi durumda bir sabah uyanırsınız ve başınızı vuracağınız taşların da Mudurnu’ya bağlanmış olduğunu görürsünüz!

Mutlu, sağlıklı ve aymazlıktan uzak günler diliyorum tüm okurlarımıza.









108.06.01.2025 - FERDİLER TAYFURLAR, İÇİMİZ YANAR YANAR (Göynük Gazetesi)

FERDİLER TAYFURLAR, İÇİMİZ YANAR YANAR

Merhabalar değerli okurlar. Son günlerin flaş konusu Gassal dizisini yazacaktım. Her şeyin olduğu gibi onun da “gözünü” çıkarmıştı çünkü bizim millet sosyal medya denen çöplükte. Her yüz hikâye ya da paylaşımın doksan sekizinde fon müziği olarak Ferdi Tayfur’un “İçim Yanar” adlı şarkısının, Şahin Kendirci tarafından yorumlanmış hali kullanılıyordu o kadarını söyleyeyim size! Yaratılan muhafazakâr – sekülertartışması da cabasıydı. Derken söz konusu şarkının sahibi Ferdi Tayfur’un vefat haberi düştü bu kez haber olarak. Fanatik bir dinleyicisi olsun olmasın ülkede müzik dinleyen istisnasız herkesin en az bir şarkısından etkilenmişliği olan ve bu toprakların yetiştirdiği en başarılı müzisyenlerden olan Ferdi Tayfur’un ölümü, insanların riyakarlığını bir kez daha ortaya döktü. “Ben caz dinliyorum şekerim. Arabeks (!) bana hitap etmiyor! O ne öyle ağlak şarkılar ayol?!” minvalinde görüş beyan eden ve çıktığı yumurtayı beğenmeyen tipler bile birden Ferdi Baba’cı oluverdi.

​Sorsan rahmetlinin adının nereden geldiğini bilmeyen tiplerin içim yanar yanar diye şarkı söylemeleri bana hiç de samimi gelmiyor. Jenerasyonu benim gibi yarım asra yaklaşmış olanlar hatırlar, sessiz sinemanın son dönemlerinden itibaren yaklaşık 30 yıl boyunca çektikleri komedi filmleri ile ünlü olan Stan Laurel ve Oliver Hardy’nin, ülkemizde de Laurel ve Hardy adıyla yayımlanan filmleri vardı. Türkçe seslendirmesini de dublaj sanatımızın duayenlerinden olan Ferdi Tayfuryapmıştı. Evet, Ferdi Tayfur. Ama yukarıda ismini zikrettiğim Ferdi Tayfur değil! Kendisi o denli başarılı bir seslendirme sanatçısıydı ki Laurel ile Hardy’nin orijinalinin bile önüne geçmişti neredeyse. Öyle ki Arabesk sanatçısı Ferdi Tayfur’un babası Cumali Turanbayburt da bu başarıdan etkilenmiş olacak ki seslendirme üstadının adını oğluna ad olarak koymuştu. Ferdi Tayfur (Turanbayburt) da 1999 yılında Kral TV Müzik ödülleri töreninde aldığı ödülü seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur’a adamıştı.

​Sanat yaşamı boyunca 30’un üzerinde albüm, bir o kadar da sinema filmi yapan Ferdi Tayfur, 9 defa da Altın Plak kazanmış gerçek bir başarı timsaliydi. Çektiği filmlerle de büyük başarılar kazanmış olan Ferdi Tayfur’un Derbeder filminin, 12 milyona yaklaşan bir gişe yaptığını da birçok kişi bilmez. Recep İvedik’tir çünkü onlar için Türk Sinemasının gişe rekortmeni! Gülhane Parkı konserini de birçok kişi bilmez. Büyük(!) şarkıcıların stadyum konserlerinin esamesi okunmazken bu büyük usta Gülhane Parkı’nda 200 bin kişiyitoplamıştır. Yurtdışında, Rusya’da, plak satan ilk Türk sanatçısıdır mesela ki bunu da birçok insan bilmez.

​Saymakla bitiremeyeceğimiz bunca yıllık efsane kariyeri, ifademi bağışlayın lütfen, musa özuğurlu adındaki bir salak tarafından "Ferdi Tayfur öldü, herkes bir övüyor bir övüyor. Sanatsal açıdan berbattı. Ağlak bir arabesk yapan birisinden bahsediyoruz" diye aymazca laflarla yorumlandı. Kanalın genel yayın yönetmeni özür diledi dilemesine de geçenlerde yazdığım gibi özür dilemek bir erdemdir elbet ama özür dileyecek davranışlar, sözler sarfetmemek daha büyük bir erdemdir. Kaba ifadelerle hakaretler etmek de “kör ölür badem gözlü olur” tarzı methiyeler düzmek de fazlasıyla yanlış. Orta yolu bulmak gerek.

​Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli müzisyenlerden olan Ferdi Tayfur’a rahmet ve sizlere de sağlıklı günler diliyorumdeğerli okurlar…

3 Ocak 2025 Cuma

107.02.01.2025 - KALABALIK YALNIZLIK (Göynük Gazetesi)

KALABALIK YALNIZLIK

Merhabalar değerli okurlar. 2025’in selefi 2024’ten çok daha güzel geçmesini diliyorum.

​Türk Dil Kurumu, 1 milyondan fazla kişinin katılımıyla yaptığı anketin sonucunu paylaştı ve 2024 yılının kelimesi ya da kavramı olarak Kalabalık Yalnızlık kavramının en çok oyu aldığını açıkladı. Bu sözcük öbeğinin seçilmiş olması ve seçimin yapıldığı ortamın niteliği kimilerine biraz ironik geldi. Ben de bu grubun içindeyim. Bir yazarın bir tespitine rastlamıştım bir yerde. Şöyle diyordu:

Modern toplumun trajedisi, insanların birbirleri ile iletişim kuramaması değil, iletişim kurduklarını sanmasıdır” diyordu yazar bu tespitinde. Y, Z, Alfa, Beta gibi harflerle belirtilen günümüz kuşaklarının bazıları ise hem iletişim kurmada problem yaşıyor hem de iletişim kurduğu yanılgısını dibine kadar hissediyor. Jenerasyonları irdelemek başka bir yazının, hatta başka yazarların konusu. O yüzden üzerinde çok durmayacağım bunun. Benim asıl üzerinde acizane fikir belirteceğim mevzu, bir tekillik ifadesi olan yalnızlık ve çoğulluk anlatan kalabalık kelimelerinin nasıl olup da aynı kavramda varlık bulabildiği olacak.

​Uğurladığımız 2024 yılı, insanların kalabalıklar içinde yalnızlık hissetmeleri üzerine yapılan araştırmaların sayısal olarak zirve yaptığı bir yıldı. Sosyoloji, psikoloji ve iletişim bilimlerinin üzerine çokça kafa yorması gereken bu durum, çevremizdeki insanların, hatta bizzat bizim, gündelik yaşantılarında kurduğu ilişki biçimlerinde kendini gösteriyor. Dijital teknolojinin ve sosyal medya denilen “çöplüğün” kullanımının çoğalması ile insanların kendilerini daha yalnız hissetmesi doğru orantılı. Sosyal medyada (para getirdiğinin fark edilmesinin de etkisiyle) popüler anlatımla takipçi ve beğeni “kasma”nın önem kazanması sonucu, kalabalık (!) bir çevre oluşturulması, yalnızlık hissiyatına bir çözümmüş gibi lanse ediliyor. Ama tam tersine bu kuru kalabalık, yalnızlık hissini geometrik olarak artırıyor. Gerçek dünyada belediyenin halk ekmek kuyruğunda birkaç lira daha ucuza ekmek almak için bekleşen insanlar ile 500-600 liraya Dubai çikolatası kuyruğunda bekleşenler arasında elli – yüz metre kadar bir mesafe olsa da dijital dünyadaki gelip geçicilik, yalnızlık hissini biraz daha derinleştirmekte. Buna günlük hayatın gittikçe artan hızı ve yoğunluğunun da eklenmesi, bayram ziyaretinin yerini mesajlaşma uygulamasından atılan toplu mesajların alması gibi örneklerin çoğalması sonucu toplumsal bağların kopma noktasına gelişini de eklediğimizde bağ kurma konusunda sıkıntı çeken insanların kendilerini kalabalık içinde yalnız hissetmesi daha da çok görülmekte.

​İnsanın çevresindeki kişi sayısının fazla olması, kendisini yalnız hissetmediği anlamına da gelmiyor elbette. Aynı ev içinde aile bireylerinin sadece bedenen bir arada olması, aynı sofrayı paylaşsalar dahi yalnız hissetmelerine engel değil maalesef. Sonrası Nuri Bilge Ceylan filmleri gibi; uzun uzun sekanslar, sessizlik vs…

​Buraya kadar eleştirdik. Peki önereceğimiz çözüm var mı? Hayat tecrübemiz çerçevesinde var birazcık.

​Erken yaşlardan itibaren temasta oldukları teknoloji ortamında çocuklarımızı bilinçli bir kullanıma yönlendirmek belki de bu çözümlerin en önemlisi. Elbette bunu sadece sözlerle değil uygulamalarla da göstermek gerek. Kendisi yoğun biçimde sigara kullanan ebeveynlerin, sigaranın zararları üzerine uzun uzun söylevler vermesi ne kadar nafile bir çaba ise, konuşmakve dinlemek yerine cep telefonlarına gömülmesi de aynı paralelde bir durum ortaya çıkarıyor. Duyguları paylaşmak, çeşitli topluluklara etkinliklere katılım sağlamak, ailemize zaman ayırmak da kalabalıkta yalnızlık çekmenin ilacı olabilir. Belki de en önemlisi Matrix filminde olduğu gibi sanal bir dünyada yaşamadığının bilincine varmak gerek sanırım.

​Mutlu ve sağlıklı günler, haftalar, aylar hatta yıllardiliyorum tüm okurlarımıza.

2 Ocak 2025 Perşembe

106.01.01.2025 - ÇEYREK YÜZYIL (Göynük Gazetesi)

ÇEYREK YÜZYIL

Merhabalar değerli okurlar. Yılbaşlarının klişesidir. 31 Aralık günü eşle dostla vedalaşıp ayrılırken “Seneye görüşürüz” denir. İlk kez hangi zekâ küpü arkadaş yaptı bu müthiş espriyi bilemiyorum. Üzerinden çağlar da geçse nefret edilesi bu klişe espriyi dile getirmekten vaz geçmez insanlar. Soğuk esprileri çok seven ve bu huyundan ötürü çokça yargılanan biri olarak ben bile bu yönde görüş beyan ediyorsam bu durumu irdelemesi gerek uzmanların!

​Bir diğer yılbaşı klişesi de geride bırakılan seneyi didiklemek sureti ile muhasebe yapmak olsa gerek. İstisnalar elbette olabilir de geleneksel medyadan dijital mecralara kadar büyük bir çoğunluk, 2025 yılına girerken 2024 yılının bir almanağını çıkaracak. Bu durumu hem güzel hem de gereksiz bulmak gibi bir ikilemdeyim kendi adıma. Balık hafızası ile olan biteni unutma eğiliminde olan insanoğluna çok yakın geçmişin hatırlatılması faydalı olabilir. Fıtratında unutkanlık olan bizler için bu, işin güzel kısmı. Gereksiz kısmına gelince, bu hatırlatmaların kişilerin anı yaşamalarına engel olacağını düşünürüm. Benzer bir şekilde, görmeyi çok istediği bir yere gitme şansı yakalayıp, vaktinin çoğunu 999 kare fotoğraf çekmekle geçirerek adına yaşam denilen ve telafisi olmayan “canlı yayını” kaçırmak gibidir bu durum. Rahmetli Levent Kırca’nın da dediği gibi “Aç gözünü seyret, tekrarı yok bunun!” Her şeyde olduğu gibi bunda da kararında davranmak, gözle görünmeyen çizgiyi herhangi bir tarafın lehine bozmamak gerekir kanaatindeyim.

​Hadi ilkini bir tarafa bırakalım ve şu 2024’ün mini bir muhasebesini yaparak diğer klişeyi bir de biz uygulayalım:

​Oyuncu ve şarkıcı Ayla Algan’ı, TSM’nin önemli isimlerinden Yüksel Uzel’i, istihbaratçı ve yazar Mehmet Eymür’ü, iş insanı ve Atatürk sevdalısı Hanri Benazus’u, Yeşilçam oyuncusu Hikmet Taşdemir’i, yazar Alev Alatlı’yı, asker ve siyasetçi Saldıray Berk’i, oyuncu Tolga Savacı’yı, oyuncu Kayhan Yıldızoğlu’nu, yazar ve oyuncu Ali Sirmen’i, futbolcu Ersen Martin’i, sinemamızın duayen ismi Türker İnanoğlu’nu, THM sanatçısı Şakir Öner Günhan’ı, Trabzonspor’un efsane başkanlarından , siyasetçi Mehmet Ali Yılmaz’ı, tiyatromuzun duayeni Ayten Gökçer’i, oyuncu Ahmet Uğurlu’yu, Dr. Erdal Atabek’i, eski Türkiye güzellerinden modacı Asuman Tuğberk Yolaç’ı ve ondan çok kısa bir süre sonra da eşi Bay Evet-Hayır Erkan Yolaç’ı, oyuncu Fatma Karanfil’i, dublaj sanatçısı, Nicolas Cage’nin sesi, efsanelerden Uğur Taşdemir’i, Milyoner yarışmasının ilk sunucusu, oyuncu Kenan Işık’ı, onunla aynı çağda yaşamaktan onur duyduğum Genco Erkal’ı, Yeşilçam’ın gediklileri Aydemir Akbaş ve Tuncay Akça’yı, Müzevir Müzeyyen Sevil Üstekin’i, Yeşilçam’ın efsane aktrislerinden Ahu Tuğba’yı, şarkıcı Metin Arolat’ı, senarist ve yönetmen Tomris Giritlioğlu’nu, Babıâli’den İkitelli’ye gerçek gazetecilik denince akla gelen birkaç isimden biri olan Güneri Cıvaoğlu’nu, siyasetçi Recai Kutan’ı, oyuncu Vural Çelik’i, efsane arkeolog ve dilbilimci Muazzez İlmiye Çığ’ı, ilahiyatçı Profesör Beyza Bilgin’i, Köprü, Yol, Derman, Kurbağalar, Yılanların Öcü, Sen Türkülerini Söyle, Polizei ve Amerikalı gibi kült filmlerin yönetmeni Şerif Gören’i ve adını yazmayı unuttuğum nice insanı kaybettik 2024’te. Hepsini saygıyla ve hürmetle anıyorum.

​Elbette bunca ölümlerin ve kötü olayın arasında ailevi anlamda bize umut veren, bizi mutlu eden gelişmeler de olmadı değil. Biraz erkenci de olsa beşinci yeğenimiz Eliz dünyaya merhaba dedi, altıncısı Hanzade de yolda (belki de siz bu satırları okurken o avaz avaz bağırarak dünyaya gelişini ilan etmekle meşguldür!). Eşimin kardeşi Gülden de yıllardır verdiği emeklerin karşılığını aldı ve öğretmen olarak Geyve’ye atandı. Darısı atama bekleyen mağdur tüm öğretmenlerin başına. Ve sevgili eşim Aysun ile bendeniz… Nazar değmesin sağlık ve mutlulukla geride bırakılan 15 yıllık serüvenin yeni sezonu Netflix’te… olmayacak tabi ki! Yerli ve milli bir dijital platformdan tatminkâr bir teklif gelirse onu düşünebiliriz ama…

​Hepinize mutlu ve sağlıklı bir yıl diliyorum değerli okurlar.

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...