30 Ağustos 2025 Cumartesi

155 - 30.08.2025 - 30 AĞUSTOS'UN GÜR SESİ (Göynük Gazetesi)

 

30 AĞUSTOS'UN GÜR SESİ


30 AĞUSTOS'UN GÜR SESİ

Her milletin tarihinde dönüm noktaları vardır. Ağustosların Türk tarihindeki varlığı gibi… Bizim için 30 Ağustos, sadece askeri bir zaferin değil, aynı zamanda millet olma iradesinin tescilidir. 26 Ağustos’ta Dumlupınar’dan göğe yükselen top sesleri, aslında Anadolu’nun kurtuluşu ve adeta yeniden doğuşunun simgesiydi. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları, bağımsızlığımızı sadece savaşla değil, akıllave inançla da kazandı. Bu topraklarda hür yaşama iradesi, işte o gün, “Ya istiklal ya ölüm!” şiarıyla mühürlendi.

Bugün 30 Ağustos’u kutlarken, ne yazık ki kimi zaman ironik bir manzarayla karşılaşıyoruz. Minberlerden yükselen hutbelerde, şehitlerimize dualar edilirken, bu zaferin başkomutanı Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının isimleri anılmaz oldu. Sanki o büyük zafer gökten zembille inmiş, ordunun başında bir komutan yokmuş, milletimizin önünde yol gösteren bir önder hiç olmamış gibi… Hutbelerde “ecdadımız” denilse de o ecdadın inisiyatif alabilme cesareti göstermiş en gür sesi olan Mustafa Kemal’in adı her ne hikmetse dudaklara değmez.

Oysa aynı hutbelerde şükranla andığımız nice isim sıralanırken, biz bu topraklarda özgürce o hutbeyi dinleyebiliyorsak, bunun ilk sebebi o 30 Ağustos’ta elde edilen zaferdir. Namazlar huşu içinde kılınabiliyorsa, bayrağımız minarelerde dalgalanabiliyorsa, İslam coğrafyasındaki tek örnek olan 5 vakit ezan sesi susmuyorsa, işte bunun teminatı o kahramanlardır. Ne gariptir ki, her yerde izi olan Mustafa Kemal’in adı, minberlerde yankılanmıyor.

Elbette millet unutmuyor. Meydanlarda, caddelerde, evlerin balkonlarında dalgalanan bayraklar, halkın vicdanının hutbesidir. O hutbede Atatürk de var, Fevzi Paşa da var, Kazım Karabekir Paşa da var, İsmet Paşa da var, adsız kahraman Mehmetçik de var. Çünkü milletimiz biliyor ki, 30 Ağustos sadece askeri bir zafer değil, geleceğe bırakılmış bir bağımsızlık mirasıdır.

Bugün çocuklarımızın okul yolunda başı dik yürüyebilmesi, gençlerimizin zor da olsa hayal kurabilmesi, bizlerin görece özgür ve korkusuzca yazabilmesi gibi yüzlerce güzel şey hep o günün mirasıdır. Bu yüzden 30 Ağustos’un anlamını kavramak, onu sıradan bir tatil günü değil, bir şuur günü olarak yaşamak zorundayız.

Dolayısıyla kutlu olsun 30 Ağustos Zafer Bayramı! Hutbelerde adı anılsın ya da anılmasın; gönüllerden Mustafa Kemal Atatürk’ü çıkarabilmek imkansızdır. Zira insanımızın gönül minberinden o Mustafa Kemal’in sesi, Anadolu’nun dört bir yanında hâlâ yankılanmaktadır. Unutulmasın ki zaferleri onu kazananlar kutlar!

Göynük Gazetesi'nde yayımlanan köşe yazıları, yazarlarının kişisel görüşlerini yansıtmaktadır.
Her köşe yazısı yalnızca yazarı sorumluluğundadır ve Göynük Gazetesi'nin kurumsal görüşünü temsil etmez.
Yazılarda dile getirilen fikir, eleştiri ve değerlendirmeler, düşünce özgürlüğü çerçevesinde yayımlanmaktadır.

27 Ağustos 2025 Çarşamba

154 - 27.08.2025 - VİZYON MU POLEMİK Mİ? (Göynük Gazetesi)

 

VİZYON MU POLEMİK Mİ?

VİZYON MU POLEMİK Mİ?

    ​Bugünkü yazımda New York’un efsane belediye başkanı Rudolph “Rudy” Giuliani’den biraz bahsedecek, bizdeki mevkidaşları ile azıcık mukayese yapmaya çalışacağım.

    ​Rudy Giuliani 1994 ile 2001 arasında New York’ta belediye başkanlığı yaptı. Cumhuriyetçilerdendi. Aslında hukukçu olan Rudy, başkan seçildiğinde New York’ta suç oranları zirveye ulaşmıştı. Göreve gelir gelmez adi suçları azaltmak üzere yoğun inisiyatif ve gayret gösterdi. Bunun meyvesi olarak can güvenliği riski olan birçok bölgeyi güvenli hale getirmeyi başardı.

    Tabii burada bir parantez açalım ve belediye başkanının adi suçları azaltma ile ilgili çalışmalar yapmasının anlamını açıklayalım dilimiz döndüğünce.

    ​ABD’de kolluk kuvvetlerinin bütçesi federal hükümet tarafından değil bizzat belediyelerce finanse ediliyor. Yani New York polisin işvereni içişleri bakanlığı değil New York Belediyesi. Hollywood filmlerinde gördüğümüz klişelerden biri olan New York polis departmanında çalışan bir detektifin, örneğin Los Angeles’a gidip rozetini gösterdiğinde “o rozetin burada hiçbir işlevi yok ahbap” tepkisi alması işte bu yüzden. Rudy de göreve getirdiği polis şefi ile eşgüdümlü çalışarak bu mücadeleyi verdi.

    Rudy Giuliani’nin görev süresi içinde karşılaştığı en büyük problem kuşkusuz 11 Eylül Saldırıları idi. Saldırılar sonrasında ortaya koyduğu otorite, basın yayın organlarında yayımlanan demeçleri ile paniği azaltıp halkı yatıştırma konusundaki başarısı takdir topladı. Hem de sadece ABD’de değil tüm batı dünyasında…

    Rudy’nin belediye başkanlığının ilk dönemlerinden itibaren suçla mücadelesindeki yaklaşım, kriminologlar James Q. Wilson ve George Kelling tarafından 1980'lerde ortaya atılan kırık pencere teorisiydi. İlgisizlik ve bozulma belirtilerinin suç davranışlarını tetikleyebileceğini öne süren bu teoriye göre, kırık bir pencere tamir edilmezse, kısa süre sonra tüm pencereler mutlaka kırılacaktır. Elbette Başkan’ın suçu önleme konusunda yer yer sert müdahalelerde bulunulmasına gösterdiği müsamahada tartışmalara konu edildi.

    Elbette yönetim tarzı farklı olduğundan doğrudan RudyGiuliani ile bizimkileri karşılaştırmak doğru olmayacaktır, ama ülkemize ve Bolu’ya gelirsek; Bolu’nun hafızasında durgun, sakin bir yüzle yer etmiş ama aslında şehrin “keşif ruhunu”canlandıran bir başkanı vardı: Reşat Aker. Onu bilenler “sessiz ama etkili” diye adlandırır. Çünkü 1934–1946 yılları arasında belediye başkanlığı koltuğundayken, Bolu’nun “bilinen ama ulaşılması zor” doğal harikası —Abant Gölü’nü— halkın gündemine taşımıştı. (Yazarın Notu: Son yazımı okuyup geri bildirimde bulunan dostların uyarısıyla Abant’a biraz yüklendiğimi fark ettim. Biraz da övelim değil mi ama? Yazarın notunun sonu)

    Aker’in asıl mesleği veterinerlikti; bu da ona bölgede seyahat etmek ve doğayla iç içe çalışmak için özgürlük tanıyordu. Mudurnu’ya hayvan hastalığı ihbarıyla giderken yolu Abant’tan geçmiş, jandarmanın referansıyla ulaşabildiği bu güzellik karşısında âdeta büyülenerek “buradan ayrılamam” demekten kendini alamamış Abant’ı yalnızca keşfetmekle kalmayarak; Halkevi dergilerinden TBMM’ye uzanan telgraflarla, resmi programlarla, bu gölü Bolu halkının gözdesi haline getirdi. “Abant’tan ne ben ayrılabildim ne o benden” sözleri, onun tutkusunu özetler nitelikte.

    Sonrasında gelen başkanlar döner sermaye işleri, altyapı, konut projeleriyle şehirleşmenin gerekliliklerini yerine getirmeye çalışsalar da, Aker’in “Abant ruhu”nuyakalamadılar. Aker, Bolu’yla doğayı, turizmi, kültürel canlılığı birleştirmiş bir simaydı. Ardından gelenler bu fikri devam ettirmeye belki niyetlendiler ama, şehir için anlamlı bir “turizm öncüsü” kimliği oluşturamadılar.

    Gönül isterdi ki ardılı olan başkanlar da Reşat Aker’in vizyonerliğini gösterebilsinler. Küçük kıvılcımlar olarak kendini gösterebilen birkaç başkan oldu ancak hiçbiri aleve dönüşemedi.

    Son şahit olduğumuz birkaç mevzuda da bu dönüşümün gerçekleşemediğini ibret ve de başkası adına utanmaduygularıyla izledik maalesef. Bir belediye başkanı düşünün; ülkenin en köklü holdinginin ortaklarından ve de en büyük spor kulüplerinden birinin başkanı olan bir kişiyle, incir çekirdeğini doldurmayacak kadar boş bir polemik yaratıyor. Bir gün kafasına esiyor, süper lüks makam aracı olan Audi Q8’e biniyor ve tee 19 km uzaktaki bir köye gidip bir mahalle tabelası önünde video çekiyor. O kulüp başkanına Kibar Feyzo’daki Mahoağanın “vallaha sataram köyü ha!” şeklindeki gözdağına benzer şekilde “Bak bu tabelayı kaldırırım ha!” diye ayar vermeye çalışarak ekliyor: “Tabelayı kaldırır ve kulüp başkanı olan selefinin adını yazan tabela ile değiştiririm!” Tecrübeli bir siyasetçiyim diyor ama görünen o ki ne siyasetten ne de futbol kulübü yönetmekten anlıyor. İcraat yerine şovla vakit harcaması, yerel yöneticilikten çok kasaba politikacılığı izlenimi veriyor. Yazık!

    Yıllar önce SimCity: Claudiopolis başlıklı iki yazı yazmış ve şehir kurup yönetme simülasyon oyunu olan SimCity’yilayıkıyla oynamayı beceremeyenlerin belediye başkanlığına filan soyunmaması gerektiğini söylemiştim. Açıkçası yazdıklarımın arkasındayım. Hatta ekleme yapmak gerekirse belediye başkanı olmak isteyenlerin ruh ve beden sağlığı kontrol edilmeli, sosyal açıdan da geniş bir değerlendirmeye tabi tutulmaları şart olmalı. Bir de çevrelerindeki “iletişim uzmanı” tipler bunlara millete efendilik yapmak için değil hizmet için koltuk işgal ettiklerini bir zahmet söyleyiversinler.

22 Ağustos 2025 Cuma

153 - 22.08.2025 - BİP BİP BİP (Göynük Gazetesi)

 


BİP BİP BİP

Bilenler bilir; İzzet Baysal’a karşı çok büyük bir sempatim ve minnettarlığım vardır. Ölümsüzlüğün sırrını keşfeden adam diye nitelendiririm onu. İstisnalar vardır elbette ancak hayırsever kabul edilen birçok zengin, özellikle eğitime yatırım yaptıklarında, çoğu zaman bunu yıllık cirolarının içinden yaparlar. Bilançolarında bu ödemelerin tamamını vergiden düşebilme olanağı vardır. Oysa biz Boluluların “İzzet Baba” diye nitelendirdiği o güzel insan, vergilerden sonraki net kârından yapar tüm bağışını. Yani anasının ak sütü gibi helal olan, bizzat kendi parasından…

İzzet Baba’nın “en büyük eserim” diye nitelendirdiği, kuşkusuz İzzet Baysal Vakfı’dır. Ancak benim kanaatim, en büyük eserinin adeta yoktan var ettiği Üniversitemiz olduğudur. Başlangıçta Bolu İzzet Baysal Üniversitesi olarak planlanan isme “Abant”ın eklenmesi ise hazin bir durumdur. Daha önceki bir yazımda aktarmıştım; TBMM’deki komisyonda kuruluş görüşmeleri sürerken, o yıllarda Bolu’nun ilçesi olan Düzce’nin kontenjanından milletvekili olmuş Necmi Hoşver, “Üniversiteye Bolu ismi verilirse intihar ederim” şeklinde talihsiz ve pespaye bir çıkış yapmıştı. Sonuçta türlü ayak oyunlarıyla “Abant” kelimesi üniversitemizin adına eklendi.

12 Eylül’den 15 Temmuz’a uzanan süreçte devlet içinde örgütlenen yapının meşhur Abant Toplantıları’yla da bu ekleme arasında bağlantı olduğuna dair kulislerde konuşulanlar var. Elbette bunlar ispatlanmamış söylentiler, fakat Boluluların ve vatanseverlerin kafasında bir soru işareti olarak kaldığı da açıktır.

Vesselam, üniversite kurulan her il kendi adını üniversitesine gururla verirken, İzzet Babamızın hiçbir masraftan kaçınmadan kurduğu üniversite ancak yıllar sonra “Bolu” adına kavuşabildi. Ne yazık ki hâlâ “Abant” eklemesi ismin içinde yerini koruyor, nasıl çakıldıysa artık!

Bütün bunları sineye çektik diyelim… Fakat işin daha vahim bir yanı da var. Geçtiğimiz günlerdeki bir mezuniyet töreninde, İzzet Baysal Vakfı Başkanvekili saygıdeğer iş insanı Fatih Yamaner’in şu sözleri dikkat çekiciydi:

“Kurucumuz İzzet Baysal’ın en büyük hayallerinden biri, devletine karşılıksız armağan ettiği Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ni ülkesinin ilk 15-20 üniversitesi arasında görmekti. Bu hedefe ne kadar yakınız, ne kadar uzağız? Bu hepimizin kendisine sorması gereken bir sorudur.”

Bu soruya Rektör Prof. Dr. Mustafa Alişarlı’nın verdiği cevap ise hayli düşündürücüydü:

“İzzet Baysal’ın üniversiteyle ilgili bir vasiyeti hatırlatıldı. ‘Kurulduğunda ilk 15’te olmasını arzu ediyordu’ dedi. Şu an 210 üniversite var. Biz ulusal sıralamada 39’uncuyuz. 210’u yarıya bölersen 105 yapar, 39’u ya da 40’ı yarıya bölersem 20 yapar. 105’i yarıya bölersek 50’nin üzerinde yapar. 20’yi de yarı yaparsan 10 yapar. Demek ki ben bu vazifeyi yerine getirmişim. Bunu bildirmek isterim.” (Ardından da salondan vıcık vıcık alkışlar filan!)

“Şunu yarıya böl, bunu çeyrekle topla, al sana üniversitenin kuruluş yılı!” demediğine dua etmek lazım!

Fakat asıl mesele, üniversitedeki 18 (yazıyla on sekiz) kantinle ilgili uygulama. Sayıştay raporlarına göre bu kantinler ihalesiz şekilde, üniversitenin Araştırma Geliştirme Vakfı’na protokol imzalanarak devredilmiş ve bu durum kamu zararına yol açmış. Günde ortalama 10-15 bin kişiye hizmet veren ve alternatifi de bulunmayan Tıp Fakültesi kantini başta olmak üzere tüm kantinlerin bu şekilde devredilmesinin başka amaçlara hizmet ettiği yönünde ciddi iddialar var.

Ar-Ge Vakfı’nın temel amacı, elde edilen gelirlerle öğrenci ve akademisyenlerin araştırma faaliyetlerini desteklemek. Ancak raporlara yansıyan harcamalar arasında araç masrafları, konut demirbaşları, konuk ağırlama giderleri, sponsorluklar, gezi masrafları gibi birçok alakasız kalem bulunuyor.

Böyle olunca insanın aklına eski Başbakanlardan Tansu Çiller’in eşi Özer Uçuran Çiller’in anlattıkları geliyor. Bir kitabında, “Ne zaman paraya ihtiyacım olsa içimden bip bip bip derim. Bip, Başka İnsanların Parası demektir” sözünü kullanmıştı. Görünen o ki, aynı yöntem bugün üniversitemizde de uygulanıyor: Bip Bip Bip!

 

18 Ağustos 2025 Pazartesi

152 - 16.08.2025- BİR FİL DAHA LÜTFEN (Göynük Gazetesi)

 




BİR FİL DAHA LÜTFEN

Bu aralar sıklıkla paylaşılan kamuoyu araştırmalarına bir yenisi eklendi. Bir araştırma şirketinin yaptığı ankette katılımcılara şu soru yöneltildi:

Yangınlar, çarşı-pazar enflasyonu, terörsüz Türkiye süreci, tutuklamalar vb. durumlar karşısında kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

Katılımcıların %47’si —yani neredeyse her iki kişiden biri— “Endişeliyim” cevabını verdi. Diğer yanıtlar da şöyleydi: %16 “Üzgünüm”, %12 “Mutsuzum”, %5 “Kızgınım” ve %2 “Korkuyorum.” Kendi adıma bu yanıtlardan yalnızca birine değil; “Üzgünüm”, “Mutsuzum” ve “Kızgınım” seçeneklerine daha yakın bir ruh halindeyim.

Açıkçası, Hollanda’daki gibi dertlerimiz olmasını yeğlerdim. Mesela, normalde Nisan sonu–Mayıs başı gibi açan lalelerin bu yıl neden Nisan ortalarında açtığına dair bir Meclis Araştırma Komisyonu kurulsa… Öyle ya, nedir kardeşim bu lalelerin derdi? Her yıl açtıkları zamanın dışına çıkmak da neyin nesi?

Norveç’te bir apartmanın yöneticisi olmak isterdim mesela. Karşı binanın koyu renkli çatısının, bizim apartmanın sakinlerinin moralini olumsuz etkilediğini söyleyerek belediyeye başvurmak… Sonra da o çatının yeşile boyanmasıyla moral seviyemizin yükselmesini beklemek. Dert dediğin böyle olur işte.

Ya da Almanya’nın Köln kentinde yaşayan biri olarak, hafif raylı sistem ilavesinin evimin önünden geçeceğini belediyeden gelen bir mektupla öğrenmek… Mektupta hem çalışmanın süresi net bir şekilde yazılsın hem de inşaat gürültüsünden rahatsız olmamam için Köln kırsalındaki bir otelde yer ayırtıldığının bilgisi verilsin.

İsveç’te yaşayan bir işçi ya da memur olmak da hoş olabilirdi. Aylık maaşım olan 10 bin Kron’dan artırdığım 500 Kron için maliye tarafından ifadeye çağrılmak… Üstelik müfettişin bana, “Sayın Bay Rasmus Anderssen, size gıda, barınma, tiyatro, sinema, sağlık, tatil gibi tüm harcamalarınız için aylık 10 bin Kron veriyoruz. Neyi eksik gördünüz ki 500 Kron tasarruf ettiniz? Biz nerede yanlış yaptık?” diye sorması.

Ya da yine İsveç’te sosyal demokrat partili Başbakan’ın, devletin temsil giderleri için kendisine verdiği kredi kartıyla bir adet Toblerone çikolata aldığı tespit edildiğinde istifa etmesi… Üstüne bir de bağımsız mahkemeye kendini şikâyet edip yargılanmak istemesi. Sorarım size, çok mu ileri gidiyorum?

Şimdi bu dertlerimi okuyan siz sevgili okurlar, “Derdini seveyim senin!” diyebilir. Haklısınız. Bu ne şımarıklıktır canım! Kır dizini, otur oturduğun yere değil mi ama? Benim istediklerim gerçekten de demokrasi ve özgürlükler kapsamında ifade edilemeyecek ölçüde saçma şeyler.

Ancak hayallerden sıyrılıp gerçeklerle yüzleşince, kendimi çoğu zaman Nasreddin Hoca fıkralarındaki gibi hissediyorum. Hoca ile Moğol İmparatoru Timurlenk’in “Fil” hikâyesini bilirsiniz…

Timur, ordusundaki fillerden birini Akşehir’deki köye gönderir. Köylü, her öğünde dünyaları yiyen fili beslemekte iyice zorlanınca Nasreddin Hoca’ya gider ve “Aman hocam canım hocam, bize ön ayak ol da Timur’a derdimizi anlatalım” der. Hoca iyi niyetle heyete liderlik eder. Timur’un huzuruna vardıklarında bir bakar ki ardında kimsecikler kalmamış! Ocağına düştük diyenler, teker teker sıvışmıştır.

Timur, “Derdin nedir ey Hoca?” diye sorunca Hoca şu cevabı verir:

Timur Hazretleri, bizim köyde ordunuzun bir fili var. Köylü olarak bakımını biz yapıyoruz. Ama bu fil yalnız olduğu için çok mutsuz. Bizim arzumuz, bir fil daha inayet buyurmanız… Böylece onun da morali yükselir!

151 - 09.08.2025 - VATANDAŞ GAZETECİLİĞİ SÖZDE MİDİR ÖZDE Mİ? (Göynük Gazetesi)

 

VATANDAŞ GAZETECİLİĞİ SÖZDE MİDİR ÖZDE Mİ?

VATANDAŞ GAZETECİLİĞİ SÖZDE MİDİR ÖZDE Mİ?

Bilgisayarın başına oturdum ve okkalı bir cevap yazısı yazayım dedim kendi kendime. Zira her ne kadar amatörce yapmaya çalışsak da “sözde gazete” lafı çok dokunmuştu bana. Büyükler dokuz ölç, bir biç derler ya, çok doğru söylemişler. Ben de yazıp yazıp sildim konuyla ilgili ilk düşüncelerimi. Sonrasında ise salim kafa ile aşağıda okuyacaklarınızı yazdım elimden geldiğince.

21 yıl önce, 2004 yılıydı. Hint Okyanusu’nda 9,3büyüklüğünde bir deprem oldu, belki anımsarsınız. Depremin hemen ardından EndonezyaTayland gibi yerlerde tsunami alarmları verildi. Depremden ya da tsunamiden doğrudan ya da dolaylı etkilenen 230 bin kişi yaşamını yitirdi.

Felaketin ilk anlarında dünyanın en büyük haber ajansları diye nitelendirebileceğimiz ReutersAssociated PressAgenceFrance-Presse gibi yayın organları felaket bölgesinden henüz tek kare bile fotoğraf çekip abonelerine ulaştıramamışken, Norveç’te faaliyet gösteren küçücük bir yerel gazete, VerdensGang, şakır şakır fotoğraf ve video yayımlamaya başladı. O güne değin Norveç dışında kimselerin adını sanını duymadığı bu gazete, vatandaş gazeteciler için bir hat kurdu ve bölgedeki Norveçli turistlerin cep telefonları ile çekip gönderdiği bu hatta ilettiler. Böylece tsunaminin en kritik dakikalarında henüz bölgeye bir muhabir bile gönderememiş olan haber ajansları ve CNNBBC gibi köklü medya kuruluşlarını atlatan VerdensGang, neredeyse hiç para ve zaman kaybetmeden felaketi saniye saniye dünyaya aktarmış oldu.

Bu bir milat kabul edildi. Ancak aslında vatandaş gazeteciliği kavramının temelleri 90lı yıllarda ABD’de atılmıştı. Profesyonel mesleği gazetecilik olmayan kişilerin habere tanıklık etmesi, haberle ilgili fotoğraf ve videoları kaydetmesi ve teknolojiyi de kullanarak bunları yayımlaması, yani haberi topluma ulaştırması vatandaş gazeteciliği olarak kabul edildi.

Günümüzde bu duruma Youtube, Facebook, Instagram, X (eski Twitter) gibi platformların kullanıcıları kendi imkanları ile kişisel medyasını kurmuş oluyorlar. Böylece haber niteliği ve değeri taşıyan içerikleri aracısız biçimde ve bir patronaj altında olmadan topluma aktarıyorlar.

Göynük Gazetesi’ne haber niteliği taşıdığına inandığı bilgi ve belgeleri ulaştıran yerel halkın da yaptığı aslında net olarak bu. Çünkü zaten sınırlı olan kaynaklarla halka haber ulaştırmak dışında bir amacı olmayan bir kurumun her habere bir muhabir göndermesi zor hatta imkansız. Oysa vatandaş gazeteci kavramı içerisinde sayılabilecek herkes, amatör gazetecilik refleksi ile çektiği fotoğraf ve videoları gazetemize göndererek bir bakıma haberin altına imzasını da atmış oluyor.

Dolayısıyla azıcık okuyup yazmış, görüp geçirmiş biri olarak açıkça ifade edebilirim ki vatandaş gazetecilerden daha önemli bir haber kaynağı YOKTUR! Çünkü geleneksel gazeteci / muhabir olay yerine gidinceye kadar onlarca (hatta bazen yüzlerce) vatandaş fotoğrafını, görüntüsünü çeker, tanıklarla röportaj türevi videolar kaydedip paylaşır. Hatta bizim örneğimizde de olduğu gibi haberin ihbarını yapan vatandaşın hastası vardır ve bu ihbarı yapmaya mecbur kalmıştır. “Üzerine vazife mi senin?” diyerek sövmek yerine teşekkür ederiz haberdar ettiğiniz için demek lazımdır.  

Dünyada 5 milyar insanda cep telefonu var. Bunların yarıdan fazlası internet kullanıcısı. Her gün 350 milyardan fazla elektronik posta (e-mail) gönderiliyor. Whatsapp ve benzeri anlık mesajlaşma platformlarından günde 100 milyardan fazla mesaj gönderiliyor. Ülkemizde 50-55 milyon aralığında kişinin akıllı tabir edilen cep telefonu var. Türk insanı günde ortalama 8 saat internet kullanıyor.

Bize yaptığımız haberlerle ilgili olarak “iyice araştırdınız mı?” ya da “gidip haberi yerinde gördükten ve teyit ettikten sonra mı yayınladınız?” diye soran sevgili takipçilerimize verilebilecek cevabımız yukarıda zikrettiğimiz bu devasa rakamlar olacaktır.

İnsanlık halidir; bizim de hataya düştüğümüz durumlar elbette olabilir. Ancak bunu eleştirmenin yolu “sözde gazete”olmakla itham edilmek, “bunların fıtratında var” denilerek aşağılanmak ya da “Allah korkusu olmayan vicdansızlar”olarak nitelendirilmek olmamalı diye düşünüyorum. Birbirimizi kayıtsız şartsız ötekileştirmekten vazgeçtiğimiz gün, üstenci tavırlarla alçak eşek binmeye, öksüz uşak dövmeye kolay demeden hizmet etmek için makam işgal ettiğimizianlayabildiğimiz gün, ağırlıklarından kurtulup gökyüzüne doğru salınan bir sıcak hava balonu gibi yükseleceğimizden zerre kadar şüphem yok.

7 Ağustos 2025 Perşembe

150 - 07.08.2025 - GÖNÜL SUSMAYA RAZI DEĞİL (Göynük Gazetesi)

 

GÖNÜL SUSMAYA RAZI DEĞİL

GÖNÜL SUSMAYA RAZI DEĞİL

 

Beyhude gamlanma divane gönül!
Cümle alemin rızkını veren vardır.
Yaptığın hatayı görmüyor sanma.
Kalpte gizli en derin sırları bilen vardır.
Mal-i emlakim var deyü güvenme!

Arkam var deyü dayanma!
Sırt üstü insanı yere varan vardır.
Beyhude gamlanma divane gönül!
Cümle alemin rızkını veren vardır.

Derdime vakıf değil canan.
Beni handan bilir.
Hakkı vardır şad olanlar.
Herkesi sadan bilir.

Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.
Çektiğim alamı bir ben bir de Allah'ım bilir.

​Divan şairi Fuzuli’nin Beyhude gamlanma divane gönüladlı şiiriyle giriş yaptık yazımıza. Son günlerin flaş konusu diploma sahtekarlığı hakkında tarihe birkaç söz bırakmak temel amacımız.

​Skandalın herkesçe bilinen adı bu; Diploma sahtekarlığı. Oysa sahtekarlık yapılan tek konu diploma değil. Torbacının*narkotik başkomiseri olduğu, ortaokul mezununun profesör sıfatı ile üniversitede etkin mevkilerde yer işgal ettiği, halı yıkama işiyle uğraşan birinin hipnoz seansları düzenlediği, ehliyet sınavından 8 (yazıyla sekiz) puan alan birinin notunun 70’e yükseltilerek yollarda terör estirtildiği, sahte diplomalı mühendisin baraj inşa ettiği kapsamlı ve rezil bir e-imza sahtekarlığı ile karşı karşıyayız. Yukarıdaki örnekleri çoğaltmak ise mümkün.

E-imza dediğin şey, hepimizin tüm bilgilerinin yer aldığı e-devlet ortamına bilgi yüklemek için yetkili kişilere verilen bir tür dijital anahtar. Yukarıdaki sahtekarlıkları yapan kişi ya da kişiler işte bu anahtarı bir şekilde elde etmişler. Her alanda kullanarak bunu bir kazanç kapısına çevirmişler.

Olayın ortaya çıkışı da bir hayli ilginç. İnternette tüketici olarak karşılaştığınız sıkıntıları dile getirebileceğiniz şikayet siteleri mevcut. Buralardan birine “Sahte diploma almak için şu kadar para ödedim. Diplomam bana teslim edilmedi” şeklinde şikayet yazan birinin bu başvurusunun fark edilip sosyal medyada TT (Trending Topic – En çok konuşulan konu) yapılması ile olay ayyuka çıkıyor. Ahlaksızlığın ve aymazlığın son noktası!

​Şimdi bunca rezilliği görünce insanın aklına son 10 yılda atanamadığı için intihar eden 300 gencecik öğretmen geliyor. ÜÇ-YÜZ!!! Mezun olduğu eğitim dalında iş bulamadığı için kolluk kuvvetlerine (polis ya da asker) katılan ve operasyonlarda şehit olan insanlar geliyor. Evlatlarına kuru ekmek alamadığı için, onlar salonda oynarken yatak odasında hayatına son veren gencecik bir baba geliyor. Kahramanmaraş depreminde hayatını kaybeden vatandaşlara ait belgelerin bile sahtekarlıkta kullanıldığına dair iddialar, iğrençliğin boyutlarını gözler önüne seriyor. Ayyuka çıkan her skandaldan sonra sorageldiğimiz “daha kötüsü ne olabilir ki?!” sorusunun cevabını ibretle almaktayız. Sahi hemşehrimiz de olan kahraman savcımız Yavuz Engin bey’in kelle koltukta ortaya çıkardığı bir yenidoğan çetesi davamız vardı, n’oldu o?!

​Her skandalda dibe vuruyoruz diyerek dövünüyoruz ya, biz dibe vurmamışız, yerin dibine geçmişiz de haberimiz yokmuş. Ya da haberimiz varmış ama “adaaam sen de!” deyip geçmişiz her skandalda.

Gönül, susmaya razı değil… Fuzuli’den bugüne değin dert çok! Ama bu topraklarda hâlâ alnının teriyle direnen, adalet için kelle koltukta yürüyen insanlar varsa; umut da vardır, direnç de. Yeter ki susmak yerine sesimizi yükseltmeye devam edelim!

*Torbacı, uyuşturucu madde satıcılarına sokak ağzında verilen isim.

4 Ağustos 2025 Pazartesi

149 - 05.08.2025 - HOW ARE YOU? NE VAR YU! (Göynük Gazetesi)

 

HOW ARE YOU? NE VAR YU!

HOW ARE YOU? NE VAR YU!

Ben de bu sahte diploma çetesi tartışmalarına katılmak isterdim ama… malum, söz ağızdan çıkınca nerelere varır belli olmuyor. Neyse ki eğitim deyince Silivri kapıları şimdilik uzaklarda kalıyor!

Benim öğrenci olduğum dönemden günümüze (hatta daha uzun zamandır) yabancı dil eğitimi veriliyor okullarda. Haydi daha spesifik olalım, yabancı dil yerine İngilizce’yi kullanalım terim olarak. Şimdilerde ilkokul 2nci sınıftan lise 12nci sınıfa değin kesintisiz biçimde İngilizce eğitimi verilmekte. Ancak lise bitip üniversiteye başlayan bir gencimiz İngilizce konuşma, dinleme, yazma gibi aktivitelerde en az 10 yıl boyunca eğitim almış olmasına rağmen maalesef yeterliliğe ulaşamıyor. Hazırlık sınıfı olan bir üniversite bölümüne yerleşip hazırlık atlama sınavına da girse, hatta bazı durumlarda bir yılını hazırlık sınıfında da geçirse başarısız sonuçlar alıp üniversite eğitimine veda edebiliyor ya da sıralamada tercih ettiğinden çok daha geride bir başka okula geçmek zorunda kalabiliyor.

Peki neden 10 yıl gibi görece uzunca bir süre boyunca İngilizce eğitimi almış olmasına rağmen gençler “derdini anlatacak kadar” bile İngilizceye sahip olamıyor?

Birçok sebebi var elbet bunun. Yıllar içinde hem öğrencisi hem de iş arkadaşı olduğum bir İngiliz öğretmen arkadaşım, bu sorunun sebeplerini tartıştığımız bir ortamda bu sebeplerin belki de en doğrusunu ortaya koyan şu veciz ifadeyi kullanmıştı:

Sizin eğitim sisteminiz İngilizce nasıl öğretilemez üzerine kurulu!” Evet onlarca sebep arasında altına imza atabileceğim tek gerçek sebep bu maalesef.

İlkokul 2nci sınıfta da This is a book (Bu kitaptır) anlatılıyor, lise 12nci sınıfta da!.. Zamanlar konusu PresentSimple (Geniş Zaman) ile başlıyor erken dönemde, liseden mezun olma aşamasında bile hala Present Simple zamanının kuralları ile boğuşmakta çocuklar. Müfredat kitaplarının demirbaş karakterleri olan Mr ve Mrs Brown vardı benim öğrenci olduğum dönemde, şimdi şimdilerde biraz ağarmış halleri Mr ve Mrs White vardır muhtemelen!

Oysa bir dilin hakkıyla öğrenebilmesi için o dile maruz bırakılması gerek öğrencilerin. Bunun iki yolu var: Ya gidip o dilin yaşadığı ortamda yaşayarak ya da çeşitli yayınları o dilin orijinal seslendirmesi ile izleyerek ya da dinleyerek.

Vaktiyle müdür yardımcılığını yaptığım bir İngilizce kursuna kursiyer olarak başvuran Iraklı sığınmacılarda fark ettiğimiz şey dertlerini anlatacak bir İngilizcelerinin olmasıydı. Nasıl öğrendiklerini sorduğumuzda ise aldığımız yanıt ilginçti: “Bizim evde sabahtan akşama kadar uydudan CNN haber kanalı izlenir!

Onların kursa gelme sebebi bizim insanımızın tam zıttı bir sebeptendi: Konuşabildikleri dilin kurallarını öğrenebilmek. Bizde durum nasıl derseniz, kurallarını adeta İngiliz kraliyet ailesi kadar iyi bildiğimiz dili konuşabilmenin peşindeydik biz. Görev yaptığım İngilizce kursuna daha önceki senelerde kursiyer olarak başvurma motivasyonum buydu.

Burada işin mutfağındaki İngilizce öğretmenlerimize hiçbir sözüm yok. Zaten ıvır zıvır iş yükleri o kadar fazla ki hiçbirinin idealist davranma ve “gramer yerine konuşma öğretelim çocuklara” gibi bir lükse ne zamanları var ne de enerjileri. Hadi insanüstü bir gayret ile bu düşünceyi uygulamaya geçirmek istediler diyelim, bu kez de müfredat ve mevzuat kardeşlerönlerine heyula gibi dikiliyor!

Çevremdeki onca eğitimcinin affına sığınarak son birkaç söz etmem gerekirse eğer; içi boşaltılmış eğitim sisteminin acilen ve de köklü şekilde değiştirilmesi lazım. Yoksa sihirli değnek bugün dokunsa bile, meyvesini torunlarımız bile zor görür. Her geçen gün, geleceğimizden biraz daha eksiliyor. Ve hâlâ “This is a book”... Eee, How are you*, ne var yu?!

*How are you? İngilizce’de Nasılsınız sorusunun kalıbıdır...

148 - 30.07.2025 - TEKBİR ve TEDBİR (Göynük Gazetesi)

 

TEKBİR ve TEDBİR

TEKBİR ve TEDBİR

Son günlerdeki orman yangınları, vatanseverim diyen herkesin kalbini yakıyordur eminim. Eskiden de orman yangınları olurdu ama günümüzdeki kadar yıkıcı değildi sanki. Çünkü bir zamanlar “tu kaka” ilan edilmeden önce, Türk Hava Kurumu önderliğinde eşgüdümlü bir çalışma yürütülür, yangın kısa sürede kontrol altına alınırdı. Ancak son yıllarda yangınla mücadeleden çok, Türk Hava Kurumu’yla mücadele öncelikli hale gelince; yangın söndürme çabasına cansiperane katılan herkesin şevki kırıldı.

Sen tedbirini al, gerisini Allah’a bırak” şeklinde özetlenebilecek tevekkül anlayışında, ne yazık ki “tedbir” kısmı güdük kalınca, her biri birer oksijen fabrikası olan ağaçları, yuvası orman olan hayvanları, eşsiz bitki örtüsünü ve elbette canı pahasına yangınla mücadele eden resmî görevli ve sivil onlarca insanı kaybettik.

Bununla da kalmadı. Tedbir almak yerine, yangın gören tekbir getirsin denilerek mesele yapay bir maneviyat kılıfına sokuldu. Sosyal medyada her adım başı buna rastlamak mümkün. Evliyalardan nakledildiği iddia edilen menkıbelerle, Allahu Ekber denilince yangının kendiliğinden söneceğini zanneden bir güruh türedi. Oysa bizler, anlatageldiğimiz o evliyalar kadar inançlı, ahlaklı olsaydık; belki ettiğimiz dualar da, getirdiğimiz tekbirler de anlamını bulurdu.

Ama ne biz birer evliyayız, ne de bizlere evliya diye pazarlanmaya çalışanlar gerçekten buna layık. Cemaatinin karşısında salya sümük ağlayan, “şeyh uçmaz mürid uçurur” anlayışıyla evliya kategorisine yükseltilen kişiliklerin, bu ülkeyi 15 Temmuz sürecine nasıl sürüklediğine birlikte şahit olduk. O yüzden artık sorgulamadan inanma dönemini kapatma, akılla ve liyakatle hareket etme zamanıdır.

Allahu Ekber” nidası bir zamanlar, özellikle Orta Doğu coğrafyasında onurlu bir direnişin sembolüydü. Genç kuşak pek bilmez belki ama 50 yaş üzeri okurlarımız hemen hatırlayacaktır: Filistin’in israil’e karşı mücadelesi, hamas’tan çok önce El Fetih’in öncülüğünde yürütülürdü. Ve El Fetih’inve dolayısıyla Filistin’in lideri, başında siyah-beyaz kefiyesiyle tüm dünyanın tanıdığı bir isimdi: Yaser Arafat.

Arafat’ı, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda konuşurken hatırlıyorum. Sağ elinin işaret parmağını kaldırarak Allahu Ekber diye haykırışı, başta Filistin’in ve tüm mazlum coğrafyaların yüreğine umut aşılamıştı. O tekbir, işgalcilere karşı dimdik duran bir iradenin sembolüydü. Ama sonra El Fetih ile hamas arasındaki mücadele, israil’e karşı verilen direnişin bile önüne geçti. Geldiğimiz noktada ise ne Yaser Arafat kaldı, ne siyah-beyaz kefiyesi, ne de “Allahu Ekber” nidasının direnci...

Diyeceğim şu: Kimseye tekbir getirme demiyoruz. Tekbir de getirilsin, Kur’an da okunsun, dua da edilsin. Ancak unutulmasın; önce tedbir, sonra tevekkül... Dualarımızı eksik etmeyelim ama yangınlara karşı organize olalım, bilime ve liyakate kulak verelim. Çünkü bu yangınlar sadece ormanları değil, ortak aklımızı, vicdanımızı ve hafızamızı da yakıyor. Oysa bu ülkenin geçmişinde hem inanç vardı hem akıl; hem dua vardı hem dayanışma. Şimdi yeniden bu dengeyi kurma zamanı gelmedi mi sizce de?

147-25.07.2025 - TANRI'NIN POSTLU HABERCİSİ (Göynük Gazetesi)

 

TANRI'NIN POSTLU HABERCİSİ

TANRI'NIN POSTLU HABERCİSİ

2024’ün Ekim ayıydı. İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde, ayağının kırık olduğu belirlenen bir geyik bir fabrikanın bahçesine sığındı. İşçilerin durumu yetkililere bildirmesi sonucu yaralı geyik tedavi altına alındı. Bu durum hem geleneksel medyada hem de sosyal medyada beklenmedik ölçüde geniş yankı buldu.

Peki saygıdeğer ahalimiz neden bu yaralı geyiğe bu kadar ilgi gösterdi? Dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım, eğer geyik muhabbeti demezseniz!

Yakın geçmişte evlerimizin duvarlarına astığımız halılarda da sıkça gördüğümüz, Türk mitolojisinde de önemli bir yeri olan geyik, sıradan bir orman canlısı değil; ruhların rehberi, kadim bilgeliğin temsilcisi kabul edilir. Şamanlar onun peşine düşer, kutsal yolculuklar onunla başlardı. Dişi geyik, doğanın anaç tarafının, korunmanın ve bereketin simgesiydi. Eski zamanlarda bir geyiğin peşinden gidenler ya yeni bir yurt bulurdu ya da kendini bulurdu. Şamanizm’den kültürümüze aktardığımız geyik figürüne Osmanlı Devleti’nin erken dönemlerinde de rastlanıyor. Bursa’nın fethi için Orhan Gazi ile beraber savaşan Geyikli Baba örneğin… Osmanlı Devleti’nin ikinci devlet reisi Orhan Gazi de çok hürmet gösterirmiş Geyikli Baba’ya.

1908’deki II. Meşrutiyet öncesi, Resneli Niyazi BeyMakedonya dağlarında bir geyikle karşılaşır. Geyiğe nişan alan askeri ateş etmekten vazgeçirir, “Biz hürriyet için dağa çıktık, bu garibi kendi vatanında mı öldürelim?” der. Sonrasında geyik, kampın önüne gelip korkusuzca dolaşınca, askerler bunun uğur getirdiğine inanır. İttihatçıların isyanı başarılı olur ve II. Meşrutiyet ilan edilir.

Yaralı geyik figürü ise hem Orta Asya Türk mitolojisinde hem de Türk-İslam tasavvufunda pek hayra yorulmaz. Halkın zor durumda olduğuna ve tedavi edilip iyileştirilmediğinde halkın başından uğursuzluğun ve musibetlerin eksilmeyeceğine yorulur.  

Bugünse biz, geyiğin peşinden değil, gündemin kuyruğundan koşuyoruz. Her hafta, hafta ne ki, neredeyse saat başı başka bir gündemle sarsılıyor, bir öncekini unutarak ilerliyoruz. O geyik belki de tam da bu yüzden girdi Kemalpaşa’daki fabrika bahçesinden içeri: Unuttuğumuzu hatırlatmak için. Doğayı, saygıyı, adaleti, liyakati, anlam arayışını… Ve belki de bu kadar yoğunluk içinde asıl eksik olanın “vicdan” olduğunu göstermek için.

Öyle ya, bir geyiğin bile çare aradığı bir memlekette, biz hâlâ birbirimizin yarasına merhem olmazken, belki de bu ziyaretin asıl muhatabı biziz; yaralı, yorgun, yönünü kaybetmiş

Geyik gelip sessizce mesaj verdi. Peki biz ne cevap verdik?

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...