31 Mart 2010 Çarşamba

033-01.04.2010.Önyargılar

Önyargılar


Merhabalar sevgili dostlar. Aslında Perşembeleri yayımlanması gereken yazılarım, benden kaynaklanan aksaklıklardan ötürü bazen Cuma’ya sarkıyor; bu durumdan dolayı sizlerden af diliyorum.

Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur” der ünlü fizikçi Albert Einstein. Hepimiz hayat boyunca bir yığın önyargı besleriz. Özellikle insanlara karşı… Kimini memleketinden (…’dan adam çıkmaz örneğindeki gibi), kimini mensup olduğu ırkından, siyasal görüşünden, kimini de inancı ya da mezhebinden ötürü bir çırpıda yargılar, çoğu zaman hak etmediği biçimde insanları deyim yerinde ise “çöpe atıveririrz”. Onlar hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan, kendimizce bir profil belirler, bir kalıba sokmaya çalışırız çevremizdekileri. Sonrasında ise bu kişilerle olan tüm münasebetlerimizi, tutumumuzu bu profillere göre şekillendiririz. Zaman ilerleyip de önyargılarımızla itham ettiğimiz kişi hakkında, tam ters istikamette bir şeylere rastlasak dahi, zihnimizde oluşturduğumuz tabuları yıkmak çok zor olur maalesef. İnternette karşılaştığım güzel bir örneği sizlerle de paylaşmak isterim. Aranızda bu örneği barındıran e-postalarla karşılaşan olmuştur mutlaka. Bu e-postadan intihal yaptığım konusunda bana karşı önyargı beslemeyin lütfen!

Size bir soru: Sekiz tane özürlü çocuğa sahip ve frengi hastası bir hamile kadına rastlasanız, ona kürtaj olmasını tavsiye eder misiniz? Ancak bu soruyu yanıtlamadan evvel şu soruyu bir cevaplayın bakalım: Bir Dünya Lideri seçme aşamasındasınız. Ortada üç aday var.

Birinci aday sahtekârın teki… Kendi gibi sahtekâr siyasetçilerle işbirliği yapıyor. Falcılardan medet umuyor, iki tane metresi var, günde birkaç paket sigara ve neredeyse bir şişe Martini içiyor.

Adaylardan ikincisi iki kez işten kovulmuş, öğlene kadar uyuyan ve gecede bir şişe viski bitiren biri. Ayrıca üniversite yıllarında uyuşturucu kullanmış.

Son aday ise madalyalı bir savaş kahramanı. Vejetaryen ve sigara içmiyor. Sıkça olmamak kaydı ile bira içiyor. Evlilik dışı ilişkisi olmayan kanatsız bir melek adeta!

Tercihinizi belirlediniz mi? Evetse cevabınız adayların kimliklerini açıklıyorum:

Adaylar II. Dünya Savaşı’ndan… Aday 1 Franklin D. Roosevelt, Aday 2 Winston Churchill ve Aday 3 Adolf Hitler!.. Ve unutmadan, kürtajla ilgili soruya Evet dedinizse Ludwig van Beethoven’i öldürdünüz!..

Bir küçük önyargı anekdotu daha… Köyde yaşayan ve kocası, ilk çocukları daha doğmadan ölen genç bir hamile kadın, bir gün dağda yaralı bir gelincik bulmuş. Alıp tedavi etmiş gelinciği. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da oldukça uysallaşmış gelincik. Birkaç ay sonra kadın doğum yapmış. Tek başına çocuğuna bakması çok zor olsa da o, bu zorluklara göğüs germeye çalışmış. Günler günleri kovalarken, bir gün gelincikle bebeğini evde yalnız bırakarak dışarı çıkması gerekmiş kadıncağızın. Ardan geçen kısa bir sürenin sonunda eve döndüğünde gelinciği, ağzı burnu kan revan içinde görüp beyninden vurulmuşa dönmüş. Oracıkta öldürmüş gelinciği ve koşarak evladının beşiğinin yanına gitmiş. Ve bir şok!.. Bebek sapasağlam beşiğinde yatmakta ve paramparça bir yılan da başucunda bebeğin…

Ön yargı zamanla takıntı (obsesyon) haline dönüşebileceğinden çok ama çok tehlikeli… Var olan ön yargılarla mücadele ederken, oluşacak yeni ön yargılara da dur demek gerekli kanımca. Yeni ön yargıların oluşumuna nasıl dur diyeceğimize gelince; öncelikle her okuduğumuza ve her duyduğumuza inanmayarak ve yanı sıra görüp duyduklarımızı sorgulayarak… Ön yargılar bazen somut gerçeklere de dayanıyor olabilir. Ancak çoğunlukla geçmişten gelen yaşanmışlıklar ve paradigmalar, ön yargının kaynağıdır.
Bütün bu anlattıklarımın ışığında önümüzdeki aylar içinde karşı karşıya geleceğimiz Referandum Sandığı’nın temelinde yatan Anayasa değişiklikleri için durup düşünmeli ve ön yargılardan uzak, gerçekçi değerlendirmeler ışığında 12 Eylül rejiminin yarattığı en büyük ucube olan 1982 Anayasası’nda yapılacak, belki de en kapsamlı, bu değişiklikler için toplumsal bir uzlaşma (konsensüs) aramak zorundayız. Zira yapılacak Anayasa “onun Anayasası” ya da “benim Anayasa’m” değil, “Bizim Anayasamız” olacaktır…

Sevgiler sunuyorum değerli dostlar… Hoşça kalın.

Yazarın Notu: Paradigma, belli bir zaman diliminde bir grup ya da topluluğun düşünme biçimi ve davranışlarını belirleyen bir dünya görüşü, bir bakış açısı ve bir model anlamında kullanılmaktadır… T.K.

24 Mart 2010 Çarşamba

032-25.03.2010.Radyo Günleri

Radyo Günleri


Selam ve sevgiyle merhabalar… Televizyon denen kerameti kendinden menkul cihaz hayatımıza bu denli girmezden evvel, televizyonun resimsizi olan radyonun hayatımıza neler kattığını düşünmüşlüğünüz var mı dostlar?
Ellili ve altmışlı yıllara ve radyonun o yıllardaki kayıtsız şartsız egemenliğine vâkıf değilim elbet; ancak seksenli yılların başlarında radyo benim için bir tutkuydu desem yeridir. FM bandının esâmesinin bile okunmadığı, erken kalkanın kaset çıkarmadığı ve radyoculuğun sadece istek şarkılar çaldırmadan ibaret olmadığı günlerde “Burası uzun dalga bin beşyüz metre Ankara Radyosu…” diye başlayan anonsuyla tek bir TRT radyosu vardı. Hem de ne radyo…
Bir kere saçmalık düzeyi yüksek, diyalog yazma becerisi sıfırın altında senaristlerce kaleme alınan, keyfe keder televizyon dizilerine deyim yerindeyse “on basacak kadar iyi” olan Arkası Yarın ve Radyo Tiyatrosu vardı. Seslendirme sanatçıları rahmetli Alev Sezer’i, Sezai Aydın’ı, Meral Niron’u, rahmetli Fatoş Balkır’ı ve “Efekt: Korkmaz Çakar”ı ile tam bir fenomendi gözümde bu yapımlar. Özellikle sizi anlatılan mekanın tam ortasına koyuveren ses efektlerinin operatörü olan Korkmaz Çakar’ın adı, en son söylendiğinden midir bilinmez, akılda en çok kalanıydı bu isimlerin. Tıpkı hafta sonları TRT büyük stüdyosunda (eski Arı Stüdyosu) düzenlenen ve canlı olarak yayımlanan Türk Sanat Müziği konserlerinin saz heyetinde ismi en son söylenen Atilla Mayda gibi… Kadife gibi sesi ve muhteşem vurgulaması ile her hafta bir romanı okuyan Şebnem Savaşçı vardı; Bir Roman Bir Hikâye adlı programı sunan… Şebnem Savaşçı'yı dinleyerek okumuş kadar olurduk o romanları. Cuma akşamüzerleri “Koşun koşun radyo başına başlıyor saatimiz, koşun koşun radyo başına işte hep beraberiz...” müzikli anonsu ile başlayan Çocuklarla Başbaşa vardı. Dinlerken bizi sanki hayal dünyasına sürükleyen ve Tolga abi hariç neredeyse tamamı yaşıtımız olan çocuklar tarafından götürülen bir yapımdı Çocuklarla Başbaşa. Tolga abi de yıllar sonra televizyonda Hugo adlı yarışmayı sunan Tolga Gariboğlu’ndan başkası değildi. Saatler akşamüstü altıyı vurunca koşa koşa radyo başına giderdik, tıpkı programın müzikli anonsundaki gibi… Haşarılıklarımızdan bıkıp usanmış ebeveynlerimiz de bir saat olsun rahat bir nefes alırdı. Gece haberlerinin ardından Deniz Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı’nın denizciler için yayımladığı bilmem kaç sayılı bildiriyi okuyan haber spikerleri vardı TRT radyosunda. Şehrimizde deniz olmasa da hangi denizde dalga yüksekliği ne kadar, hangi deniz feneri söndü, nerede deniz mutedil dalgalı öğrenirdik. Gerçi günümüzde sönen Deniz Fenerleri ile ilgili bilgileri “bir kısım medya”dan rahatlıkla öğrenebiliyoruz ya, neyse…
İşte böyle… Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım Radyo Günleri eşliğinde böyle geçti. Aslında bunlar yalnızca anımsayabildiklerim... Bunların dışında sizlerin aklına gelenler varsa bunları bana 3uncukoy@windowslive.com e-posta adresinden ulaştırabilirsiniz. Önümüzdeki haftalarda Radyo Günleri’ni takip eden TV Günleri’nin yâd edeceğim inşallah. Kökler dizisinden Kunta Kinte de bize eşlik edecek!
Bu hafta da bana ayrılan yerin tamamını tükettim. Önümüzdeki hafta tekrar buluşuncaya değin esenlikler diliyorum değerli dostlar. Klasik hatırlatma tümcesi: Yazılarımı www.karakayatansel.net.tc adresindeki kişisel internet blogumdan da okuyabilirsiniz. Görüşmek üzere…

10 Mart 2010 Çarşamba

031-11.03.2010.Gitgide Çirkinleşen Hareketler Bunlar

Gitgide Çirkinleşen Hareketler Bunlar

 

Merhabalar… Ulusal ve yerel temelde medya eleştirisi yapmayan bir ben kaldım galiba. Ama çok sevdiğim bir programı eleştirme hakkım olduğuna inandığımdan bu işi rahatlıkla yapacağımdan kuşkum yok… Her Pazar akşamı Kanal D Televizyonu’nda yayımlanan ve bu kış üçüncü sezonunda izlediğimiz Çok Güzel Hareketler Bunlar adlı şov programın hakkında olacak eleştirilerim.

Başlangıçta hiç de fena bir fikir gibi gelmemişti: Genç ve yetenekli vatan evlatlarından müteşekkil bir tiyatro grubu her hafta perdelerini insanları güldürmek için açıyor, gençler hem yazıyor hem de oynuyordu. Hala da öyle yapıyorlar aslında ama sanki seviye biraz düştü gibi, ne dersiniz? İlk sezonunda denenmemiş bir formatın tezahürü olarak ekranlara gelen Ç.G.H. Yılmaz Erdoğan’ın yeğeni Ersin Korkut’un sıra dışı sempatisi ve komiklik karizmasına fazlaca yaslandığından da olsa gerek, özellikle 13 – 16 yaş grubu arasında popülarite kazandı. Ersin Korkut’un “çiçuv”larından sıkıldılar mı bilinmez, ikinci sezonundan itibaren “belaltı vuruşlar”a başlayan ekip, maalesef ki daha da sevildi. Esprilerin seviyesi ile birlikte izleyici kitlesinin yaş ortalaması da düştü. Yayımlanan neredeyse her skeç, Ç.G.H.’nin konsept ustası Yılmaz Erdoğan’ın deyimi ile en yüksek puan olan ÇÇGH (Çok Çok Güzel Hareket) olarak değerlendirildi. Kendisini derinlemesine tanımadığımdan kişiliği hakkında laf etmem doğru olmaz; ancak kelime oyunları ile güldürebilecek kadar lisanına hâkim bir mizahçının, düşen seviyeyle ters orantılı puanlar vermesini hayli manidar buluyorum. Özellikle “Hıyarlı Baba” namıyla anılan ve fazlaca terbiyesiz bir adamın resmedildiği tipleme, “Havuçlu Anne” namındaki isterik tiplemenin de katılımı ile tam anlamı ile (+18) bir hal aldı. Yaşları hayli ilerlemiş bu garip çiftin cinsel hayatları hakkında yaptıkları sıra dışı atışmaları ekranda izlemek beni rahatsız ediyor açıkçası. Rahatsızlığımı daha da artıran unsur ise bu tiplemelerin canlandırıldığı skeçlerin, büyük bir çoğunluğunu yukarıda bahsettiğim yaş grubundaki “çocuklar”ın oluşturduğu bir izleyici kitlesince takip edilmesi…  Hani televizyon yayınlarını koordine etmekle yükümlü olup da,  yalnızca reklamlardan  %5 pay alıp kenara çekilen, “Gençlerin ve çocukların fiziksel, zihinsel ve ahlaki gelişimini zedeleyecek türden programların, bunların seyredebileceği zaman ve saatlerde yayınlanmaması" şeklindeki Kanun maddesini uygulamamakta ısrarcı olan RTÜK diye bir kurul var ya, işte o kurulu göreve davet etmenin vakti geldi diye düşünüyorum. Kurulun, intihar eden plazma televizyonları resmeden reklamlar hakkında, aynı yasa maddesine dayanarak gösterdiği hassasiyeti, Yılmaz Erdoğan’ın alamet-i fârikası olan Ç.G.H. için de biraz göstermesi gerekiyor. Fakat maalesef RTÜK’ün Ç.G.H. hakkındaki tek hassasiyeti, programın başlangıcında sayılan dershane ve kolej isimlerinin Özel BİP Koleji, BİP Dershanesi şeklinde söyletilmesinden ibaret!!! Programın yayımlanan son bölümünde Yılmaz Erdoğan BİPler hakkında konuşurken; “Biz gençlerimizi hür bırakıyoruz. Büyükleri biplesin. Biz sansür uygulamıyoruz.” mealinde bir söylemi dile getirdi. Fakat kanımca “sansür” ve “otokontrol” arasındaki farkı birilerinin Yılmaz Erdoğan’a anlatması gerek. “Başkaları biplesin” demek, bence biraz kolaycılığa kaçmak oluyor sizce de öyle değil mi? Son bir söz de programı yerinde izleyen ve “Yılmaz Hoca”nın her dediğine hilafsız alkış tutanlara olacak: Bilete 85 Lira veriyor olmanız, inanmadığınız / katılmadığınız şeylere onay vermek için el çırpmanızı gerektirmez. Yoksa lider sultası altında, hür iradesini yasama faaliyetlerine yansıtamaz tarzda el kaldırıp indiren Patagonya vekillerden ne farkınız kalır?! 

Önümüzdeki hafta da bam teline dokunan yazılarımla burada olacağım. Takip gazetemizde yayımlanan yazılarımı internetteki www.karakayatansel.net.tc adresinde bulunan kişisel internet blogumdan da okuyabileceğinizi bir kez daha anımsatmak isterim. Tekrar görüşene değin sevgiyle kalın değerli dostlar…

3 Mart 2010 Çarşamba

030-04.03.2010.Merhaba, Yeniden…

Merhaba, Yeniden…

Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba demek istiyorum sevgili okurlar. Takvime baktım da; üç aydan daha fazla bir süredir gazeteye yazı yazmadığımı fark ettim. Kimi bölümleri telâşeli, kimi bölümleri çalkantılı, ruhsal ve bedensel anlamda son derece yorucu, ama ilk ve son zamanları çoğunlukla mutlu anlardan oluşan bir dönemdi bu bahsettiğim “ayrılık” dönemi. Belki de ne bileyim, pillerimi şarj etmek için kullanılmış “kafa izni” de diyebiliriz buna. Her neyse; bu haftadan itibaren tekrar bu köşede olacağım inşallah ve bundan da çok ama çok mutlu olacağım kesin…

Bu aralar profesyonel iş yaşamımda yıllık iznimden kalan son parçaları kullanıyorum. İş hayatı hakkında etraflıca düşünme fırsatı yakaladım bu periyodda. Öncelikle bu izni yaz aylarında kullanmayı çok isterdim elbette. Ancak maalesef şartlar beni bu izni almaya zorladı desem yeridir. Söyleyeceklerim, siz okuyucularıma çok tanıdık gelebilir. Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalıştığımı da düşünebilirsiniz. Ancak âcizane iş hayatı tecrübemin bu gözlemleri sizlere aktarmak konusunda bana epeyce ilham ve cesaret verdiğini söylemeliyim.

1996 yılından bu yana bilfiil iş yaşamının içindeyim. Askerlik dönemini de katarsak eğer yaklaşık 15 senelik bir kariyerim var. Çok sıkı çalışılan ve aşırı disiplinli amirlerden müteşekkil bir “iş yeri” olarak görürsek, askerlik hizmeti de kariyere dâhil edilebilir diye düşünüyorum. Zira o dönemde “devre”lerimizle ortak görüşümüz; “sivilde kendi işimde bu kadar çalışsam trilyoner olurum oğlum!” şeklindeki fazlaca ütopik bir söylemdi. Neyse, konuyu dağıtmayalım. Bahsettiğim süreyi kapsayan bu dönemde onlarca, hadi biraz da abartayım, yüzlü rakamlarla ifade edilebilecek kadar çok insanla tanışıp, iş ortamını paylaştım. Ve fark ettim ki iş yaşamında hiç kimse hiç kimsenin gerçek manada dostu değil. Yüzünüze gülen insanların büyük çoğunluğu, punduna getirip sizi ekarte etmek isteyen, acımasız bireyler… Gitgide zorlaşan hayat şartlarının insanları bu hale getirmiş olduğunu savunabilirsiniz, ama kazın ayağı öyle değil. Kimsenin ayağının altına sabun koymadan da hayatını idame ettirebilmek mümkün… Bir de kendini paralarcasına çalışanların, “çalışırmış gibi yapanların” yanında zerre kadar değeri olmadığını fark ettim. 20 – 25 sene boyunca iş yaşamında adeta bir “asalak” gibi geçinen tiplerin, kendilerini gerçekten de kaliteli ve vazgeçilmesi mümkün olmayan çalışanlar gibi görmeleri durumu, adeta lunapark aynalarına bakarak kendini daha yakışıklı gören “paçoz”ların durumu gibi. Elbette yalnızca onları değil, onlara bu “cahil cesareti”ni veren, amirlik vasfı olmayan amirleri de suçlamak lazım. Tamam, yıllar önce durum oymuş: Her lise mezunundan Devlet Memuru, her üniversite mezunundan da Devlet Su İşleri Genel Müdürü icat etmişler (Üstad Nejat Uygur’un deyimi ile “Anlayan anladı!”). Adam kıtlığında bu normal bir durum da, artık şartlar değişsin lütfen! İnsanlar torpil ve kayırmacılıkla değil, liyakat ile değerlendirildiğinde pek çok şeyin daha düzgün yürüdüğü görülecektir. Bu söylediğim elbette işin makro boyutu. Ama bir yerden de başlamak lazım bence. Üzgünüm ki kamu sektörünü bir yana bırakın, özel sektörde bile işler böyle yürümüyor, yürütülmüyor. Kariyer planlaması için yapılan yüzbinlerce dolarlık “kişilik ve yetenek belirleme” testleri bile, kişiliksiz kişilerce bir kalemde çöpe atılıp, hak edenler yerine hak ettiği düşünülenler “suyun başına” oturtuluyor. Neyse, “çok bilen”lerin icraatlarını sorgulamak benim haddime değil elbette. Ama insan kabullenmekte zorluk çekiyor. Yani iki dil bilen, yüksek lisans yapmış, donanımlı, gayretli gençlerin, yetkisi olan pasiflerce pasifize edilmesi hangi mantık kaidesi ile değerlendirilebilir ki?!

Hepinize başarılarla dolu bir çalışma hayatı diliyorum sevgili okurlar. Bu haftalık bu kadar demeden evvel, 10 yıl önce aramızdan ayrılan Şehrimizin Babası İzzet Baysal’ı anma etkinliklerinin, 5 Mart günü düzenleneceğini hatırlatmak isterim.

Takip gazetemizde yayımlanan yazılarımı internetteki www.karakayatansel.net.tc adresinde bulunan kişisel internet blogumdan da okuyabilirsiniz. Hoşça kalın, sevgiyle kalın…

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...