27 Mayıs 2025 Salı

137 - 28.05.2025 - DARBELER SADECE TANKLARIN GÖLGESİ Mİ? (Göynük Gazetesi)

 


DARBELER SADECE TANKLARIN GÖLGESİ Mİ?

Türkiye’de demokrasinin tarihi, sandıkla gelenlerin sandığı anlamsızlaştırdığı, iktidarın muhalefeti yok saydığı ve sonunda da ordunun devreye girdiği bir kısır döngüdür. Bu döngünün ilk ve en çarpıcı örneği 27 Mayıs 1960 darbesidir. Sabah tanklar sokaklara indiğinde, deyim yerindeyse sahnede ordu vardı. Ama perde arkasında, demokrasiyi çoğulculuktan çoğunlukçuluğa indirgeyen Demokrat Parti'nin uygulamaları duruyordu.

Adnan Menderes (ve Millî Mücadele kahramanlarından Celal Bayar) liderliğindeki DP, 1950’de halkın büyük teveccühü ile iktidara geldi. Ancak 1954’ten sonra meclis çoğunluğunun sağladığı rahatlık, iktidarı adım adım otoriterleştirdi. Basına sansür, muhalefete baskı, yargıya müdahale ve Tahkikat Komisyonu, en son Vatan Cephesi gibi kurum ve uygulamalarla adeta “çoğunluk da benim, hukuk da benim” anlayışı hâkim oldu. Böyle bir ortamda darbenin gelmesiyse ne yazık ki sürpriz olmadı. Bu noktada darbeyi sadece askerin hırsı olarak yorumlamak kolaya kaçmak olur. Menderes iktidarı, siyasi hoşgörüyü yok ederek darbenin zeminini bizzat kendisi hazırladı. Dahası darbeci cunta kendini ülkenin kurucularıyla aynı düzeyde görmüş olacak ki 27 Mayıs, 1980 yılına kadar Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlandı bu memlekette! (Yazarın Notu: Bendeniz de o yıllardaki adı 27 Mayıs İlkokulu olan ve doksanlı yıllara değin bu isimle eğitim veren, sonradan  Milli Egemenlik İlkokulu’na dönüşen okulda okudum.)

Ne var ki, 27 Mayıs’la başlayan bu müdahale geleneği zamanla bir norm hâline dönüştü. 12 Mart 1971’de, bu kez muhtıra biçiminde gelen müdahaleye, bilinen odaklarca kışkırtılan sokaklardaki sağ-sol çatışması bahane edildi. Siyaset kurumu ise çözüm üretmek yerine, kutuplaşmayı besledi. 12 Eylül 1980 darbesi ise bu kutuplaşmanın zirveye çıktığı anda geldi. Ancak bu kez ordu, sadece hükümeti değil, toplumu da dizayn etmeye soyundu. Anayasa’dan eğitime, sendikalardan medyaya kadar her şey militarist bir mantıkla yeniden şekillendirildi. Sivil ve örgütlü toplumun üzerinden sadece tanklarla değil adeta silindirle geçildi.

28 Şubat 1997 ise tankların değil, brifinglerin gölgesinde ilerleyen bir post-modern darbe olarak hafızalara kazındı. Dönemin Refah-Yol iktidarının toplumu kutuplaştıran söylemleri, “irtica” gerekçesiyle fırsat kollayan vesayet odaklarına altın bir fırsat sundu. Yine aynı kısır döngü: İktidarın gerilim siyaseti, darbecilere zemin hazırladı.

Ve son olarak, 15 Temmuz 2016… Bu kez darbenin şekli farklıydı ama özünde aynıydı. Fethullahçı Terör Örgütü FETÖ’nün orduya ve kurumlara sızması, yıllarca devlet içinde devlet oluşturmasına müsamaha gösterilmesi, iktidarların bu yapıyla olan ilişkileri… (Örneğin rahmetli Bülent Ecevit’in “hocaefendi” sıfatıyla anılan bu CIA maşası ile ilişkisi bir dönem hayli sıcak ve yakın sayılabilecek düzeyde idi). Tüm bunlar, gecikmiş bir yüzleşmenin faturası olarak milletin üzerine mermi ve bomba olarak yağdı.

Türkiye’deki darbeler tarihine bakınca net olarak görülen şu: Asker apoletlerini çıkarmadan siyasete soyunarak her zaman yanlış yaptı. Ama siyaset de eylemleri ile askerlerin önün açarak kendi çöküşünü hazırladı. Özellikle Demokrat Parti’nin uygulamaları, sadece 27 Mayıs’ın değil, sonraki müdahalelerin de meşruiyet tartışmasına malzeme sundu. Demokrasi, yalnızca sandığa indirgenemez. Basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve siyasi hoşgörü yoksa, seçimler otoriterliğin kılıfına dönüşür.

Bugün geçmişle yüzleşmenin tek yolu, sadece darbecileri değil, onlara fırsat tanıyan siyasal zihniyeti de sorgulamaktan geçiyor. Türkiye, artık bu sarmaldan çıkmak zorunda. Bunun da yolu siyaset kurumunu etik kurallar çerçevesine kökten değiştirmekten geçiyor.

21 Mayıs 2025 Çarşamba

136 - 21.05.2025 - KÜÇÜK KASABALARIN BÜYÜK SESSİZLİĞİ: GÖYNÜK’TE GENÇ OLMAK (Göynük Gazetesi)

 


KÜÇÜK KASABALARIN BÜYÜK SESSİZLİĞİ: GÖYNÜK’TE GENÇ OLMAK

            23 Nisan’da da kalemi elime almamıştım, şimdi 19 Mayıs gelip geçti, yine suskunum. Ulusal bayramların heyecanını kaybettiğimden değil bu; tam tersine, onları törensel alışkanlıkların ötesinde hissetmek istediğimden. Rutinleştirilen ve içi boşaltılan etkinlikler sustuğunda, yazmak daha gerçek geliyor.

            Gün geçmiyor ki Göynük’ün sokaklarında bir gençle göz göze gelmeyeyim. Her seferinde de istisnasız gençlerin gözlerinden okunan soru şu: “Biz burada ne yapacağız?” O an fark ediyorsunuz ki katışıksızlığını kaybetmemiş Anadolu kasabalarının en büyük sessizliği, gençlerin susturulmuş hayalleridir…

            Göynük, akıp giden tarihin odağında zarifçe duran bir kasaba. Arnavut kaldırımları, zamana meydan okuyan eşsiz konakları, anlatılmamış hikayelerle bezeli sokakları… Bu tarihi fonun önünde gençler için sahne gitgide daralıyor, küçülüyor. Üniversiteyi kazanıp dönen çok az. Dönenler ya bir iş bulamıyor ya da kasabanın temposuna ayak uydurmakta zorlanıyor. Geriye kalanlar ise çoğunlukla ailesinin yanında, bir şekilde hayata tutunmaya çalışıyor. Ama bir farkla: Tutundukları şey, kendi hayalleri değil, başkalarının beklentileri...

            Küçük kasabalarda genç olmak, çoğu zaman bir şeyi “beklemek”tir. Oysa gençlik şehirlerin karmaşasında “yaşamaktadır.” Burada ise anca beklenir; üniversite, iş, aşk, hatta bazen ufacık bir değişikliktir beklenen. Göynük’te gençler için sosyal alanlar sınırlı; kültürel etkinlikler seyrek, meslek edinme olanaklarıysa çoğu zaman aile geleneğine ya da yerel zorunluluklara hapsolmuş durumda. Birçok genç, aile işletmesinde çalışır, ya da “bir işe girer” ama çoğu zaman o işin genç için bir tutkusu ya da anlamı yoktur. Bu da içten içe büyüyen bir yabancılaşmaya ve sessizliğe neden olur. Bu sessizlik sadece bir huzur değil, aynı zamanda bir ilgisizlik sessizliği. Gençler konuşmuyor değil; sadece artık konuşsalar da duyan olmadığını düşünüyorlar. Bu nedenle Göynük’ün sadece geçmişle değil, gençlikle yani gelecekle de bir bağ kurması gerekiyor.

Elbette Göynük bu anlamda yalnız değil. Türkiye’nin pek çok kasabasında benzer bir tablo var. Ama bizim Göynükümüz’ün gençleri hem tarihin yükünü hem de geleceğin belirsizliğini sırtında taşıyor. Oysa bu toprakların umudu onlar. Neden Göynük, gençlerin geri dönmek isteyeceği bir yer olmasın? Neden kültür, sanat, üretim ve teknolojiyle yoğrulmuş bir kasaba kimliği oluşturulmasın? Cittaslow sadece bu anlamdaki dinginlik olmasa gerek. Zira büyükşehir olan İzmir de bir cittaslow!

Yerel yönetimler, gençlik merkezleri kurmalı. Günümüzdeki janjanlı ismiyle workshoplar yani atölyeler, kurslar, kültürel etkinlikler düzenlenmeli. Sivil toplum, genç girişimciliği desteklemeli. Her şeyden önce aileler, çocuklarının hayallerini dinlemeyi öğrenmeli. Göynük, Ayşeler’in el emeğini de Mehmetler’in projelerini de taşıyabilecek bir zemin kurmalı. Çünkü küçük kasabaların kaderi, gençlerine verdiği değerle yazılır. Gençlik gidince yalnızca nüfus azalmaz; ruh da eksilir. Göynük, bunu hak etmiyor.

Göynük’ün güzelliği sadece geçmişinden değil, gelecek düşleyen gençlerinden de gelmeli. Belki bir gün, bir genç Göynük’te kalmayı seçtiğinde, bu sadece zorunluluktan değil; inandığı, güvendiği ve gelişebileceği bir yer olduğundan olacak.

Gençlerin sesine kulak vermeliyiz. Onların sadece çalışkan ya da “uslu” olmalarını değil, düş kurmalarını da teşvik etmeliyiz. Yerel yönetimlerin, sivil toplumun, esnafın ve ailelerin ortak bir sorumluluğu var burada: gençliği elde tutmak… Bu sadece nüfus açısından değil, ruh açısından da gerekli. Çünkü Göynük gençliğini kaybederse, sadece nüfusunu değil, yarınını da kaybeder. Ve hiçbir tarih, sessizliğe gömülmüş bir geleceği hak etmez.

17 Mayıs 2025 Cumartesi

135 - 17.05.2025 - MANAV SALİH (Göynük Gazetesi)

 


MANAV SALİH

               Dilimize yerleşmiş olan cinsiyetçi ifadeler için haklı olarak çok kafa yorarız da bedava sirke baldan tatlıdır, üzümünü ye bağını sorma, bal tutan parmağını yalar, nerede beleş oraya yerleş ve devletin malı deniz yemeyen keriz gibi onlarca ahlaki olmayanı övüp yücelten atasözleri hakkında zerrece düşünmeyiz. Atasözü dediğimiz şey dünden bugüne oluşan bir şey değil; tam tersine yüzyılların imbiğinden süzülüp gelen, adeta ülke insanının genlerine işleyen bir yapı aslında. E böyle olunca da bazı şeylerle kendimizi özdeşleştirmemiz mümkün olmuyor. Hatta anlatacağım şeyler çok garip, bu dünyanın dışından şeylermiş gibi kabul edilebiliyor.

               Sevin ya da sevmeyin ABD dünyanın en önemli gücü. Özellikle II. Dünya Savaşı’nın ertesinde dünyanın sahibi, koruyucusu, kötülerin düşmanı iyilerin hamisi gibi bir pozisyonda kendisine rol biçen ülke, aksayan birçok yönüne rağmen hala rakipsiz. Demir perde yıkılana kadar Sovyetler Birliği (günümüzün Rusya’sı) biraz denk bir rakipti, şimdilerde Çin ile ticaret savaşı yürütmekte ama gerçek anlamda denk bir rakibi olmadı ABD’nin. Amerikan başkanları White House’ta ikamet ediyorlar. White House, dünyanın tüm dillerinde Beyaz Ev demek. Mesela İtalyanca’da Casa Bianca, İspanyolca’da Casa Blanca, Almaca’da Weißes Haus vs vs. bir tek biz nedendir bilinmez Beyaz Saray diyoruz. Sanırım 600 yıl boyunca saraydan yönetilince, yönetim yerlerinin mutlaka saray olması gerektiği gibi bir düşünce de genlerine işliyor insanların. Her neyse, bu ayrı bir mevzu. Madem Beyaz EV (Saray) dedik, oranın sakinleri ile ilgili birkaç kelam edelim.

               Amerikan Başkanı olan şahıs her kim olursa olsun yediği yemeklerin, kullandığı diş macununun, tuvalet kağıdının, ayakkabı boyasının kısacası aklınıza gelebilecek her türlü harcamasını CEBİNDEN ÖDÜYOR. Trump bey o upuzun kravatları ve 8 drop takım elbiselerini temizletince de ücretini kendi maaşından karşılıyor mesela. Ayın sonunda tüm bu harcamalarının faturaları o kudretli ABD Başkanının önüne konulur bay başkan da bunu cebinden “halleder”. Başkan ve ailesi aynı zamanda ikametgahları da olan Beyaz Ev’in mutfağından, canları neyi çekiyorsa isteyebilirler. Trump amca, gecenin ikisinde kan şekeri düşüp de tatlı krizine girdiğinde yediği Delaware usulü Şeftalili Turtanın parasını da ay sonunda maaşından ödüyor. Camp David, ABD Başkalarının dinlenme mekânı olarak bilinir. Hafta sonlarında ya da mesela 4 Temmuz bayramında Başkan isterse eşini dostunu da davet ederek onlarla Camp David’de neşeli bir hafta sonu geçirebilir. Bunda hiçbir sakınca yok. Elbette ücreti mukabilinde… 1959’da yani soğuk savaşın en cafcaflı zamanlarında Başkan Dwight D. Eisenhower, Sovyetler Birliği lideri Nikita Kruşçev’i Camp David’de ağırlamıştı mesela. Kruşçev’in içtiği çayın (çay içtiğini varsayıyoruz elbette) yediği kurabiyelerin parasını da Eisenhower cebinden ödemişti, ne kadar ilginç değil mi?! Ne dedik, Beyaz Ev, Başkanın ikametgahı da aynı zamanda dedik. Çalışan hizmetçi, garson vb kim varsa maaşları devlet kesesinden değil bizzat Başkanın kesesinden ödenir. Ama hakkını da verelim, Amerikan Devleti Başkan’dan kira ücreti almaz. Devletin Başkana yapıp yapabileceği en büyük kıyak da budur! Ha unutmadan, Başkanın eşinin yani First Lady’nin (bize uyarlanmış haliye Baş Hanımefendi’nin) kuaför masrafları da Başkan tarafından ödeniyor.

               Başkanlık uçağı var, filmlerde filan görmüşsünüzdür, Air Force One, hah işte ona da öyle devlet görevlisi olmayan birini asla alamazsınız. Yok kardeşim ben başkanım, illa ki alacağım derseniz de Business Class mertebesinde bir bilet parasını ödemek zorundasınız devlet hazinesine. Yok öyle yağma…

               Şimdi diyebilirsiniz “Bunca ayrıntıyı sıra sıra dizdin önümüze koydun. Nereye varacak bu?” diye. Haklısınız, 42nci ABD Başkanı Bill Clinton vardı belki anımsarsınız, kendisi dörder yıldan 2 dönem başkanlık yaptı ve sıkı durun İFLAS ETTİ! Evet, parası tükendi adamın. İşte bu yüzdendir ki yaşı 78 ama hala para karşılığında panellerde konuşmacı olarak yer alıyor. (Yazarın Notu: Çok değil 20 yılı biraz geçkin bir süre önce ülkemizde de böyle bir Devlet Adamı vardı: Varlığından onur duyduğum Ahmet Necdet Sezer…. Şimdi devlet adamlığı adına yaptığı etik sınırlarının nasıl çizilmesi gerektiğini gösteren uygulamalarını tek tek saymayacağım. Çok merak eden internetten araştırabilir.  Yazarın notunun sonu)

               Bakın bu ABD Başkanı sıfatındaki şahıslar 250 Dolardan yüksek değerde bir hediye kabul edemezler. Hediyeyi geri çevirmek gibi bir nezaketsizliği elbette yapmazlar, kabul ederler. Ancak bu hediyeler devlet envanterine kaydedilir. Görev süresi bitince aldığı tüm bu hediyeler, aldığı tarih, kimden aldığı ve değeri gibi bilgilerle kamuoyuna açıklanır. Sadece Başkanlara değil Sekreterlerine (evet ABD’deki sistemde Bakanlar atama yoluyla geldikleri için Minister yani bakan sıfatıyla değil Secretary yani sekreter sıfatıyla bilinirler) de senatörlere de kamu görevlilerine de bu rakamın üstünde hediye verilemez. Avrupa Birliği’nde bu rakam 50 Avro ile sınırlı. İngiltere’de bu rakam 140 Pound. Hiç unutmuyorum, 2010 – 2016 arasında İngiliz Başbakanlığı yapan David Cameron’a biri iPad tablet hediye etmişti. Tabletin bedeli 429 Pound’du ve bay Cameron bu hediyeyi pek beğenmişti. Sırf beğendi diye cukkalamamış, tabletin bedeli olan 429 Pound’u çatır çatır devlete ödemiş ve hediyeyi ancak bu şartla alabilmişti.

               Almanya’da Federal Hükümette Tarım Bakanlığı yapan Türk kökenli Cem Özdemir diye biri vardı. Türk kökenlidir ama çıktığı kabuğunu beğenmezcesine Türklerden nefret eder. 2002 yılıydı ve henüz milletvekiliydi. Her alman parlamenter gibi onun da seyahatlerde aldığı uçak bileti ücretini Alman Meclisi ödüyordu.  Bu uçuşlardan promosyon olarak kazandığı uçuş millerini eşe, dosta, kız arkadaşına filan verdiği ortaya çıktığında Almanya’da ortalık ayağa kalktı sevgili dostlar. Haysiyetli Alman medyası manşetlere taşıdı bu konuyu. İş öyle bir boyuta vardı ki bu cem özdemir denen Alman arkadaş rezil rüsva oldu, insan içine çıkacak yüzü kalmadı. Niye? Çünkü mil kazandığın uçuşun ücretini meclis ödediği için promosyonların da meclise geri verilmesi gerekli de ondan! Kanun değil ama etik olarak bu böyle.

               Çok uzattım farkındayım. Ama az sabır lütfen.

               Yıl 2008. Fransa Milli Günü etkinliği için Ankara Büyükelçiliği de bir tören ve davet düzenledi. Diplomatik ve siyasi onlarca insana davetiye gönderildi. Alkollü içkiler, meyveler, yemekler ikram edildi konuklara. Buraya kadar her şey normal. Ancak ince ve bir o kadar da ilginç bir ayrıntı vardı davetle ilgili olarak: Büyükelçilik davetlilerin girdiği kapıya bu etkinliğin sponsorlarını yazmıştı liste olarak. O sponsorlardan biri kimdi biliyor musunuz? Manav Salih! Evet, Salih manav bu etkinlik için ücret almaksızın birkaç çeşit meyve sağlamıştı. Fransızlar şaraplarıyla meşhurdur. Etkinlikte sunulan şaraplar sponsor Kavaklıdere’den temin edilmişti. İtibarsız Fransızlar tasarruf etmiş ve dünyaca ünlü şaraplarını davetlilere sunmaktan imtina etmişlerdi. İşte sevgili dostlar, bu yüzden Fransa bazı ülkelerden 10 – 15 kat zengin. Milli günlerinde davet verip insanları çağırdıkları ama devlet kesesinden yedirip içirmedikleri için zengin. El aleme rüzgâr yapmak için Fransız halkının vergilerini savurmadığı için zengin. Çünkü milletin parasını kendi cüzdanı olarak görmediği için zengin. Ahir ömrümüzde biz de böyle itibarsız hareketler görürüz umarım…

11 Mayıs 2025 Pazar

133-10.05.2025 - İZZET BAYSAL: BİR ÖMRÜN ADANMIŞLIĞI (Göynük Gazetesi)

 


İZZET BAYSAL: BİR ÖMRÜN ADANMIŞLIĞI

Bazı insanlar doğdukları topraklara sadece ayak basmakla kalmaz, yüreklerini, emeklerini, hatta ömürlerini bırakırlar geride. İzzet Baysal, Bolu’nun bağrından çıkmış; ama kendini sadece Bolu’ya değil, insanlığa adamış nadide bir insandı.Türkiye Cumhuriyeti Devlet Üstün hizmet Madalyası gibi çok büyük bir ödülün de sahibiydi.

Kendi hayatını mütevazılıkla yaşamayı seçmiş bir sanayi deviydi o. Üzerindeki sahip olduğu bir-iki takım elbise eskimiş olsa da yenilerini gardırobuna eklemekten kaçınan, biraz da zorlayarak yenisini diktirmesini isteyenlere kuruşu kuruşuna ne kadara mal olacağını soran, buna rağmen milyonlarca lirayı doğduğu toprakların insanlarına faydalı eserler bırakma adına vakfederken protokol kağıtlarını imzalamaktan zerrece çekinmeyen bir yapısı vardı rahmetlinin.  Ancak arkasında bıraktıkları, sessizce büyüyen çınar ağaçları gibi bugün hâlâ binlerce insana gölge oluyor. Onun yaptığı okullarda okuyan öğrenciler, hastanelerde şifa bulan hastalar, yurtlarda barınan gençler bugün birer birer meyve veriyor. O meyveler ki, İzzet Baysal’ın vefasıyla sulandı, onun hayalleriyle serpildi.

Kimi insanlar servetlerini yığar, kimisi ise o serveti insanlarla paylaşır. Baysal, ikincisindendi. “Ben kazandığımı yine halkıma vereceğim” diyerek çıktığı bu yolculukta 130’dan fazla eser bıraktı. Her biri birer umut ışığıydı bu eserlerin. Doğma büyüme Bolulu olan bir birey olarak bazen düşünüyorum da vakfettiği eserler olmasaydı Bolu orta karar bir kasabadan azıcık hallice olurdu.  O ışıklar sayesinde nice genç hayal kurdu, nice anne baba evladına umutla baktı, nice insan karanlıktan aydınlığa çıktı.

İzzet Baysal’ın en büyük mirası, birkaç kurum ve birkaç taş bina değil; onun yüreğindeki iyilikti. “İnsan yaşarken de ölebilir; ama ardında güzel izler bırakanlar sonsuza dek yaşar,” derler. Ben de 2012 yılında Gazeteciler Cemiyeti’nin çıkardığı özel sayıda bu bağlamda bir yazı yazmış ve kendisini Ölümsüzlüğün Sırrını Keşfeden Adam diye nitelendirmiştim. İşte o yüzden İzzet Baysal hâlâ aramızda. Bir caddenin isminde, bir tabelada, bir sınıfta, bir sağlık kuruluşunda, bir duvarın ardındaki tebessümde… Ve en çok da dualarda.

Bugün Bolu, onun ismini taşıyan her yapıda onun sıcaklığını hissediyor. Bir çocuk okul kapısından girerken, bir hasta hastane koridorunda yürürken, bir genç üniversite sıralarında gelecek kurarken onun adını fısıldıyor. Zaman zaman eserlerine gerektiği gibi sahip çıkamadığımızı düşünsek ve görsek bile bu böyle.

İzzet Baysal’a borçlu olduğumuz sadece kurumlar ve binalar değil, iyiliğe olan inancımız bence. O inancı nice 36 yıllar boyunca yitirmemek dileğiyle, kendisini rahmet ve minnetle anıyoruz.

5 Mayıs 2025 Pazartesi

132-05.05.2025 - TİKTOK'TAN YAPAY ZEKÂYA: ÇİN'İN GİZLİ SAVAŞI (Göynük Gazetesi)

 


TİKTOK'TAN YAPAY ZEKÂYA: ÇİN'İN GİZLİ SAVAŞI   

Şu sıralar durulmuş gibi gözükse de ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında bir ticari savaş sürmekte, belki takip ediyorsunuzdur. Ateşli silahlarla yapılmasa da en az onlar gibi çetin ve şiddetli devam etmekte bu savaş. İş insanı Donald Trump’ın bir dönem aranın ardından ikinci kez ABD Başkanı olarak seçilmesi ile iyice alevlenen bu ticari çekişme, adı geçen ülkelerin birbirlerinden satın aldıkları ürünlere uyguladıkları ithalat vergilerini astronomik ölçülerde yükseltmeleri şeklinde devam etti ve bir süredir de yerini sakinliğe bıraktı. Aslında Trump ve ABD bu manevrayı yapma konusunda zorunluydu dersek sanırım yanılmış olmayız. Zira ABD, Çin’den satın aldığı her 3 ürüne karşılık Çin’e 1 adet ürün satabildiği için dış ticaret açığı oluşmakta ve bu da Amerikan halkının cebinden daha fazla dolar çıkması manasına geliyor. Elbette bu ABD için sıkıntı değil; zira ABD’nin en büyük ihraç malı bizzat Amerikan Doları. (Yazarın Notu: Bizdeki durum biraz daha vahim. Çin’e satabildiğimiz 1 ürüne karşılık onlardan 14, hatta dolaylı yollardan 17 ürün almaktayız. AliExpress ve Temu gibi alışveriş sitelerinden bayıla bayıla aldığımız ürünler de bu hesabı şişiren etkenlerden. Yazarın notunun sonu).  Neyse, makro ekonomiye giriş 101 dersi boyutuna getirmeden asıl anlatmak istediğim şeye getireyim konuyu.

Sovyetler Birliği’nin 1991 yılındaki fiili çöküşü ertesinde Sosyalist ve devletçi politikaları benimseyen birkaç ülke kaldı dünya sahnesinde. Çin de nüfusundan gelen gücü ile adı sosyalist kalmış olsa bile kapitalist üretim metotlarıyla dünyanın üretim üssü haline dönüştü. Nüfustan gelen güç ifadesiyle anlatmaya çalıştığım ucuz işgücünün varlığı aslında. Geleneksel emek-yoğun üretimin gitgide teknoloji-yoğun hale dönüşümüne de hızla ayak uydurabilen Çin, günümüzde Huawei ve Xiaomi gibi yüksek teknoloji ürünleri ile Koreli Samsung ve temelde farklı platformları kullanıyor olsalar da ABD’li Apple (iPhone) ile rekabette ön plana çıkarken, yazılım alanında da bilindik sosyal medya platformlarına alternatif olabilecek özgün aplikasyonlarla global bir oyuncu haline geldi. Bunlardan en çok bilineni de hiç kuşkusuz dünyada 1,5 milyardan, ülkemizde de 39 milyondan fazla kullanıcıya sahip olan TikTok adlı uygulama (ABD’de 130 milyona yakın bir kullanıcısı var bu uygulamanın).

2016 yılında ilk kez ortaya çıkan bu uygulamanın 2021 yılında global ölçekte Google’ı kullanıcı sayısında geride bıraktığını belirtelim. Aralarında Ürdün, Hindistan, Afganistan, İran, Pakistan ve Tayvan'ın da bulunduğu bazı ülkeler farklı gerekçelerle TikTok'u yasaklarken, Avustralya, Kanada, İngiltere ve Yeni Zelanda gibi ülkeler ise uygulamanın kamu malı olan bilgisayar ve cihazlarda kullanımını yasakladı. ABD de benzer bir karar alarak TikTok'un "veri güvenliğini ihlal ediyor olabileceği" endişesiyle federal cihaz ve sistemlerde kullanımını yasakladı. Açıkçası Çin’in kendi üretimi olan bu uygulamanın kullanıcı sayılarında dünya çapında ilk 10’a neden giremediği ise ayrıca incelenmesi gereken bir durum. Fakat şu kadarını söyleyebilirim ki bu durum aslında başlangıçta değindiğimiz ticaret savaşları ile açıklanabilecek bir olay. Deyim yerinde ise bilinçli bir tercih bu.

Aynı dönem içerisinde Çin, ülke içerisinde TikTok’u değil başka bir uygulamayı ön plana çıkardı. TikTok ByteDance adlı bir şirkete ait ve Hükümet tarafından çok sıkı şekilde denetlenmekte. Aynı şirketin uhdesindeki Doubao ise sadece Çince yayımlanmış bir yapay zekâ uygulaması ve Çin hükümeti tarafından okullu öğrencilere neredeyse zorunlu tutuluyor. Yukarıda dile getirdiğim tercih kelimesi işte burada anlam kazanıyor. Çin aynı şirket eliyle bir uygulamayı global pazara pompalarken ülke içinde neden bambaşka karakterde bir uygulamayı özendiriyor, hatta zorunlu kılıyor acaba? Sorunun cevabı için ülkemizdeki bilinçli (!) TikTok içerik üreticilerinin ve kullanıcılarının incelenmesi şart. Bu platformda yayınlanan kısa videoların çok büyük bir yüzdesi anlamsız, biliglendiricilikten ve kaliteden yoksun, ahlaki yozlaşma ve erozyonu başlatan hatta hızlandıran özelliklere sahip içerikler. Çok değil birkaç yıl önce sıradan bir ev kadınının sadece para kazanma odaklı olarak vücudunu teşhir etmesi kamuoyuna yansımış, oluşan tepki neticesinde mevzunun öznesi olan kadın adalet önüne çıkarılmıştı. Benzer şekilde sabah kuşağı tabir edilen zaman diliminde yayımlanan TV programlarından yansıyan damadına kaçan kaynana, evli olan kadını ya da adamı ayartan kişiler vb. durumların temelinde de TikTok ve onun gibi uygulamaların yattığını görmekteyiz. Çin kendisi dışındaki ülkelerin insanlarını bu tarz maymunluklarla oyalarken, yapay zekâ ile ilgilenmelerini sağlayarak kendi insanını ve ülkesini geliştiriyor, bilgi güçtür felsefesi ile güçlendiriyor. Bizde yetkili (!) dövlet böyüklerimiz, “Teknolojiyi kullanmalı ama çok da fazla şaapmamak lazım” ya da “Yapay zekâ dediğiniz şeytanca bir şey. Acaba gözyaşı nedir değerini biliyor mu?” gibi çok da akıllıca olmayan laflar etmekten geri durmuyorlar. Ne diyelim, Allah yapay bile olsa zekâ versin, amin!

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...