DARBELER
SADECE TANKLARIN GÖLGESİ Mİ?
Türkiye’de demokrasinin tarihi, sandıkla gelenlerin sandığı
anlamsızlaştırdığı, iktidarın muhalefeti yok saydığı ve sonunda da ordunun
devreye girdiği bir kısır döngüdür. Bu döngünün ilk ve en çarpıcı örneği 27
Mayıs 1960 darbesidir. Sabah tanklar sokaklara indiğinde, deyim yerindeyse
sahnede ordu vardı. Ama perde arkasında, demokrasiyi çoğulculuktan çoğunlukçuluğa
indirgeyen Demokrat Parti'nin uygulamaları duruyordu.
Adnan Menderes
(ve Millî Mücadele kahramanlarından Celal Bayar) liderliğindeki DP,
1950’de halkın büyük teveccühü ile iktidara geldi. Ancak 1954’ten sonra meclis
çoğunluğunun sağladığı rahatlık, iktidarı adım adım otoriterleştirdi. Basına
sansür, muhalefete baskı, yargıya müdahale ve Tahkikat Komisyonu, en son
Vatan Cephesi gibi kurum ve uygulamalarla adeta “çoğunluk da benim,
hukuk da benim” anlayışı hâkim oldu. Böyle bir ortamda darbenin gelmesiyse ne
yazık ki sürpriz olmadı. Bu noktada darbeyi sadece askerin hırsı olarak
yorumlamak kolaya kaçmak olur. Menderes iktidarı, siyasi hoşgörüyü yok ederek
darbenin zeminini bizzat kendisi hazırladı. Dahası darbeci cunta kendini
ülkenin kurucularıyla aynı düzeyde görmüş olacak ki 27 Mayıs, 1980 yılına kadar
Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlandı bu memlekette! (Yazarın
Notu: Bendeniz de o yıllardaki adı 27 Mayıs İlkokulu olan ve
doksanlı yıllara değin bu isimle eğitim veren, sonradan Milli Egemenlik İlkokulu’na dönüşen
okulda okudum.)
Ne var ki, 27 Mayıs’la başlayan bu müdahale geleneği
zamanla bir norm hâline dönüştü. 12 Mart 1971’de, bu kez muhtıra
biçiminde gelen müdahaleye, bilinen odaklarca kışkırtılan sokaklardaki sağ-sol
çatışması bahane edildi. Siyaset kurumu ise çözüm üretmek yerine, kutuplaşmayı
besledi. 12 Eylül 1980 darbesi ise bu kutuplaşmanın zirveye çıktığı anda
geldi. Ancak bu kez ordu, sadece hükümeti değil, toplumu da dizayn
etmeye soyundu. Anayasa’dan eğitime, sendikalardan medyaya kadar her şey
militarist bir mantıkla yeniden şekillendirildi. Sivil ve örgütlü toplumun
üzerinden sadece tanklarla değil adeta silindirle geçildi.
28 Şubat 1997
ise tankların değil, brifinglerin gölgesinde ilerleyen bir post-modern darbe
olarak hafızalara kazındı. Dönemin Refah-Yol iktidarının toplumu
kutuplaştıran söylemleri, “irtica” gerekçesiyle fırsat kollayan vesayet
odaklarına altın bir fırsat sundu. Yine aynı kısır döngü: İktidarın gerilim
siyaseti, darbecilere zemin hazırladı.
Ve son olarak, 15 Temmuz 2016… Bu kez darbenin şekli
farklıydı ama özünde aynıydı. Fethullahçı Terör Örgütü FETÖ’nün orduya ve
kurumlara sızması, yıllarca devlet içinde devlet oluşturmasına müsamaha
gösterilmesi, iktidarların bu yapıyla olan ilişkileri… (Örneğin rahmetli Bülent
Ecevit’in “hocaefendi” sıfatıyla anılan bu CIA maşası ile ilişkisi bir dönem
hayli sıcak ve yakın sayılabilecek düzeyde idi). Tüm bunlar, gecikmiş bir
yüzleşmenin faturası olarak milletin üzerine mermi ve bomba olarak yağdı.
Türkiye’deki darbeler tarihine bakınca net olarak görülen
şu: Asker apoletlerini çıkarmadan siyasete soyunarak her zaman yanlış yaptı.
Ama siyaset de eylemleri ile askerlerin önün açarak kendi çöküşünü hazırladı. Özellikle
Demokrat Parti’nin uygulamaları, sadece 27 Mayıs’ın değil, sonraki
müdahalelerin de meşruiyet tartışmasına malzeme sundu. Demokrasi, yalnızca
sandığa indirgenemez. Basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve siyasi hoşgörü
yoksa, seçimler otoriterliğin kılıfına dönüşür.
Bugün geçmişle yüzleşmenin tek yolu, sadece darbecileri
değil, onlara fırsat tanıyan siyasal zihniyeti de sorgulamaktan geçiyor.
Türkiye, artık bu sarmaldan çıkmak zorunda. Bunun da yolu siyaset kurumunu etik
kurallar çerçevesine kökten değiştirmekten geçiyor.