27 Nisan 2011 Çarşamba

0047-28.04.2011.Nostaljik Bir bakış

Nostaljik Bir Bakış


Selam ve sevgiler sunuyorum değerli okurlar. Bu hafta geçmişe bir bakış atacağım sizlerle beraber. Geçen gece, birlikte çalıştığımız bir ağabeyimizle Harrison Ford’un başrolünde oynadığı Kaçak adlı filme rastladığımızda laf lafı açtı ve konu 1970ler ile 80lere geldi. Ve o yıllardaki televizyon günlerine elbette…
Ben bir televizyon çocuğuyum. Öyle ya da böyle hayatının göbeğine birdenbire televizyonun oturuverdiği bir jenerasyondanım. Dolayısıyla Dallas, Kökler ve Kaçak gibi TV tarihine fenomen olarak geçmiş birçok dizi filmin yayımlandığı dönemleri bizzat yaşamış biriyim. Bakınca, epey yaşlı göründüm gözüme! Şaka bir yana da Dallas diye bir efsane gelip geçti bu memleketin insanlarının hayatından. Şimdilerde yeniden çevrileceği söylenen Dallas adlı dizi, Texaslı bir petrol zengini ailenin entrika dolu hayatını anlatan, Jr. (Ceyar) gibi bir şeytanı insanlara tanıtan ilginç bir diziydi. İnsanımızın ahlaki değerlerini kökten değiştirdiğine inandığım bu dizinin devlet televizyonunda gösterilmesi de ilginç geliyor şimdilerde bana. Gerçi özel televizyon mefhumu o dönemde henüz kimsenin aklına gelmemişti ya neyse… Çocukluğuma dair iyi anımsadığım birkaç olaydan biridir, Dallas’ın yayım saatinde sokakların bomboş kalması! Bir de elektrik kesintileri vardı. Demirel Hükümetleri’nden bilmem kaçıncısı idi ve tasarruf edebilmek adına belli zamanlarda programlı elektrik kesintileri yapılırdı. Neyse, böyle bir kesinti vaktinde Kökler dizisini izlemek için, pilli televizyonu olan komşumuz Muzaffer Abiler’in evine gidişimizi de anımsıyorum.  20 santimlik bir ekranı olan, kocaman pillerle çalışan ve de siyah beyaz olan bu televizyonda, neredeyse tüm mahalle Kökler’i izlemek, Kunta Kinte’ye üzülmek çok ama çok ilginçti. Televizyonu yüksekçe bir yere, sanırım vitrinin en tepesine yerleştirmişlerdi ve herkes pür dikkat o hafta Kunta Kinte’nin başına ne tür dertler geleceğini izlemekteydi. Daha yakın dönemlerde bir tek Lost dizisi için bu tür bir heyecan duyulduğunu gördüm. O da Dallas’la, Kökler’le ya da Kaçak’la kıyas bile kabul etmeyecek ölçüde… Kaçak’ta da çok ünlü ve zengin bir doktor olan Richard Kimble’nin hayatının kâbusa dönüşmesi anlatılırdı. Doktor Kimble, karısının öldürülmesine mi üzülsündü, işlemediği bu cinayetin üstüne yıkılmasına mı?!  Yoksa hayatının geri kalanında adını temize çıkarmak adına kaçak olarak yaşamak zorunda kalışına mı?.. Tartışmasız tüm televizyon izleyicileri o hafta Kimble’nin ne tür badireleri atlatacağını merak eder, kimi zaman da “adamcağız”ın başına gelenlerden dolayı dertlenirdi.
Aklımda kalan dramatik bir olay da şudur o günlere dair: Hangi diziydi, ya da dizi miydi bilmiyorum; kavga eden iki kardeş, biri babasına sedef kakmalı bir çakı hediye etmiş, diğeri ise babası tarafından dışlanmış olmanın acısıyla kardeşini öldüresiye dövüyor… Bu sahne çocuk kalbimi nasıl yaraladıysa artık, ağlamaktan helak olduğumu anımsıyorum. Bir de Cüneyt Arkın’ın muhtemelen vurdulu kırdılı bir filmini izlerken elimdeki suyu ekrana fırlatmam vardır ki, aman allah!!! Evde bir panik havası ki sormayın… Körting marka siyah beyaz televizyon kapatıldı. Fişi prizden çekilip sağı solu kurulandı. Korktuğumu hayal meyal hatırlıyorum da, evdekilerin o paniği unutulmaz. Ha bir de her televizyonun yanında kocaman birer regülatör bulunurdu. Şebekeden gelen elektriğin düzenlenmesine yaradığı söylenirdi… Ne ilginç… Binlerce kanalı evlere taşıyan uydu antenleri, LCDler, 5+1 ses sistemleri, 3 boyutlu TVler var şimdi hayatımızda. Ama o dönemde mi daha mutluydu insanlar, yoksa şimdi mi diye sorarsanız… Sanırım o zamanlar daha temizdi insanlar.
Sevgiler sunuyorum değerli okurlar.

20 Nisan 2011 Çarşamba

0046-21.04.2011.Şampiyonluk Hayal Mi?!

Şampiyonluk Hayal Mi?!

Değerli okurlarıma selam ve sevgiler sunmak istiyorum. Genelde spor yazmamaya çalışıyorum. Özellikle de futbolu ve Boluspor’u... Zira olayın içerisinde olan, dış saha maçlarında dahi Boluspor’u takip eden birçok değerli ve sıkı Bolusporlu yazarın bulunduğu bir ortamda Boluspor’la ilgili yazı yazmak bana haddimi aşmakmış gibi geliyor. Ama geldiğimiz noktada âcizane birkaç kelime etmeyi de, öz be öz Bolulu biri olarak kendimde hak gördüğümdendir ki bu satırları okumaktasınız.

2010 yılının Haziran ayı başında göreve gelen Sayın Levent Eriş, imza töreni ardından yaptığı açıklamada aynen şunları söylemişti:

Boluspor'un Süper Lig'de olması için el birliği ile birlikte hareket etmek durumundayız. Sadece ben ve ekibimin şampiyonluğu istiyoruz diye bir başarıya ulaşma gibi bir düşüncemiz yok. Bu bir ekip çalışmasıdır. Başkanımızdan yönetim kurulumuza, taraftarımızdan basınımıza kadar herkese görev düşüyor. Kimseye hayal tacirliği yapmayacağız, ayağımızı da yorganımıza göre uzatarak, kesinlikle kulübümüzü en ufacık bir zarara uğratmadan hayırlısıyla hedefe ulaşacağız. Bu hedefe ulaşmak için her şeyi yapacağız.”

Hayal tacirliği yapmama iddiasında olan Sayın Eriş, 2010’un Aralık ayında Giresunspor ile anlaştığı yönünde hakkında çıkan haberlere sert tepki göstererek şöyle demişti:

Yeter kardeşim, yeter! Ben enerjimi bu tür dedikodulara değil, takımıma vermek istiyorum. Ben Başkanıma, yönetime, futbolcuma ve taraftarıma söz verdim. Sezon sonuna kadar takımımın başındayım. Ve bu takımı şampiyon yapacağım.

Çok değil, Gaziantep büyükşehir Belediyespor maçı öncesinde ise Levent Bey’in şu demeci yansıdı basına:

Kalan maçlar sonrasında Boluspor ligde ilk 2 içerisinde yer alacak. Amacımız ve çalışmamız bu doğrultuda. Önümüzde en önemli maçlardan bir tanesi var. Sonrası beni hiç ilgilendirmiyor.

2011 yılının Nisan ayındayız ve 2 puan daha kaybedilen Rizespor maçı sonrasında Sayın Eriş’in görüşleri şu şekilde:

Ne diyeceğimi bilmiyorum. Geride kalan 5 haftada 15 puan almak istiyorduk. Ancak bütün ümitlerimizi yitirdik. 90 dakika mücadele eden, gol arayan bizdik. Ancak galibiyet golünü bulamadık. Taraftarlarımızı yine çok üzdük. Onlar bunu hak etmiyorlar. Ama söyleyecek fazla bir şey kalmadı. Biz ilk ikiden olmasa bile play-off'lardan bu takımı Süper Lige çıkartmak için elimizden geleni yapacağız.”

Dikkat edilirse Sayın Eriş’in demeçlerinde kronolojik olarak bir hedef küçültme var. Hayal tacirliği yapamama iddiası ile göreve gelen bir teknik adamın zaman içerisinde takımı şampiyon yapmaktan play-offlardan takımı Süper Lige çıkarmaya gayret etmeye kadar devam eden geniş bir yelpazedeki iddiaları artık maalesef hiç kimseyi tatmin edemeyecek bir vaziyette. Ligden ihraç edilmesi gündemde olan Diyarbakırspor’dan gelecek olan +2 puanı hesap ederek “şampiyonluğun en büyük adayı Boluspor’dur” mealinde bir yazı kaleme alan Sayın Kamuran Alagözoğlu’nun bu düşüncesine ise maalesef katılamayacağım.

Özellikle son haftalardaki maçları çıplak gözle izleyen ve izleyici olmanın ötesinde hiçbir teknik bilgiye sahip olmayan dostlarımın ortak kanaati ne biliyor musunuz? Takımda müthiş bir ikilik olduğu! Takımda Levent Eriş’in adamları ve diğerleri diye bir ikilik varsa eğer, yitip giden umutlar var demektir. Hiç kimse için değil de yağmur çamur, sıcak soğuk demeden takımını gönülden destekleyen, bunu yaparken kendi şehrinin polisinden dayak yemeyi bile göğüsleyen, “Bu sene o sene” masalları ile ağzına bir parmak bal çalınan cefakâr, vefakâr Boluspor taraftarı için üzülürüm. Bir de içlerinden Merhum Şerafettin Gülşen (Şeref Dedem) gibi birini tanıdığım için gurur duyduğum, Boluspor kurucuları için… İnşallah Boluspor Süper Lige çıkar da ben bu yazdıklarımdan utanırım.

Hepinize sevgiler sunuyorum değerli okurlar…

13 Nisan 2011 Çarşamba

0044-14.04.2011.Demokrasi ve Seçimler

DEMOKRASİ ve SEÇİMLER

Selam ve saygılar sunuyorum değerli okurlar. Eskilerin deyimi ile “seçim sath-ı mahalli”ne girmeye başladığımız şu günlerde, ben de âcizane milletvekili aday adaylığı ve aday belirleme süreci ile seçim sistemi hakkında birkaç söz etmek isterim müsaadenizle.

Malum Bolumuz küçük bir şehir. Bir sonraki seçimde Milletvekili sayımızın üçten ikiye düşme riski, Demokles’in Kılıcı gibi tepemizde bekleyedursun, önümüzdeki 12 Haziran Genel Seçimleri’nde Bolu Milletvekili payesi ile Ankara’ya doğru yola çıkmaya hazırlanan adayların belirlenmesi süreci toplum nezdinde tepki aldı. Aslına bakılırsa Milletvekili adaylarının parti genel başkanlarınca belirlendiği süreç senelerdir siyasetle uzaktan ya da yakından ilgilenen herkesin ortak yarası gibi. Oysa aday belirleme süreci ile kamuoyunun gündemine gelen ve seçimlerin sonuçlarının açıklanması ile ortaya çıkan tablonun değerlendirilmesi sırasında birazcık daha gündemde kalan ve bir sonraki seçim dönemine kadar unutulan bir gerçek var: O gerçek de Siyasi Partiler ve Seçim Yasaları’nın değiştirilerek daha demokratik bir hale getirilmesi gerekliliği… Her ne hikmetse bu gereklilik, seçim dönemlerinde anımsanıp daha sonra ise balık hafızamızdan siliniveren bir durum… İktidarından muhalefetine tartışmasız herkes Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarından memnuniyetsizliğini dile getirirken, bunları daha demokratik bir hale sokmak adına hiç kimseden bir hareket görmüyoruz maalesef. Bugün bir değişiklik yapılsa dahi 12 Haziran 2011 seçimlerinde değil, onu takip eden seçimlerde, yani 2015 yılındaki seçimlerde uygulanabileceğinden midir bilinmez, harekete geçmede bir isteksizlik var sanki. Oysa ki bu değişim bir gereklilik bana kalırsa.

Şu anki durumu kısaca özetlersek; her ne kadar aksi savunulsa da, parti genel başkanlarının iki dudağı arasından geçiyor milletvekili adaylığı. Liyakat denen olgunun yerini ise parti başkanına koşulsuz destek vermek ya da onunla ortak bir geçmişten geliyor olmak alıyor bir bakıma. Seçmen de ortaya çıkan isimleri seçmek zorunda bırakılıyor. En basit hali ile ilköğretimde öğretilen “Cumhuriyet halkın kendi kendini yönetmesidir” ifadesinin tümüyle tersi bir durum bu. Zira halk yöneticilerini kendisi seçmemekte, kendisine dayatılanı seçmek zorunda kalmakta bu durumda. 1980’lerin sonunda merhum Turgut Özal tarafından uygulamaya konulan ancak uzun ömürlü olmayan, “Tercihli Oy Sistemi” de cılız olmasına karşın, demokratik manada olumlu bir çabaydı. Aday adayı olmuş kişiler içinden adayları partililer değil, bizzat halk sandık başında seçiyordu bu sistemde. Adaylığa aday olan kişilerin parti üyelerince oylanarak sıralandığı ön seçim sisteminin ise çok fayda sağlayacağını düşünüyorum. Zira parti başkanları da sultanlığını ilan etme fırsatından mahrum kalacak, parti içi demokrasi başta olmak üzere genel manada “ileri demokrasi”ye de işlerlik kazandırılmış olacaktır. Yüzde 10’luk ülke barajı sistemi ise Türk Demokrasisi’nde kocaman bir kambur olmaktan başka hiçbir faydası olmayan, işlevselliğini yitirmiş bir uygulamadan ibaret… Geçmiş dönemde barajı aşamadığı halde bağımsız statüde seçilerek Meclis’te grup kuran partiler gördük. Baraj tümden kaldırılmadan, yüzde 5 seviyesine çekilebilir ve meclis dışında kalan partilere oy veren insanların da temsil hakları ellerinden alınmamış olur böylelikle. Partiler arası ittifaklara olanak sağlayan düzenlemeler de yapılmalıdır ki; fiiliyatta partiler arasında gördüğümüz “çatı” problemi de ortadan kaldırılmış olsun. Elbette bunları gerçekleştirebilmek için öncelikle istek olmalı… İstek olduktan sonra ayrıntılar üzerinde uzlaşılır kanaatindeyim.

Son olarak, 12 Haziran seçimlerinin makro bağlamda ülkemiz ve çevre ülkeler için, mikro bağlamda da ilimiz için hayırlı sonuçlar doğurmasını diliyorum. Umutsuzluk seçmene yakışmayan bir durumdur; umutsuzluğa kapılmadan, akilane davranarak sandığa gidip oyunuzu verin. Oy vermenin bir görevden daha çok bir hak olduğunu ve hakkınıza sahip çıkmanın geleceğinize sahip çıkmak olduğunu zerrece aklınızdan çıkarmayın lütfen. Hepinize sevgi ve selamlarımı sunuyorum.

7 Nisan 2011 Perşembe

0043-08.04.2011.Ö-Se-Ye-Me Hakkımı Yeme!

Ö-Se-Ye-Me Hakkımı Yeme!

Merhabalar. Geçtiğimiz günlerde yapılan Yükseköğretime Geçiş Sınavı YGS’de şifreli şık sıralaması iddialarıyla geçen bir haftayı geride bıraktık. Ancak iddiaların ve karşıt görüşlerin ardı arkası kesilecek gibi görünmüyor. Konu hakkında uzun uzadıya bilgi verecek değilim; zira yazılı ve görsel bazda yayın yapan ulusal basında boy boy tefrika edildi, edilmeye de devam edecek gibi…

Son dönemde özellikle geçtiğimiz yıl yapılan ve sistemli kopya iddialarıyla iptal edilen KPSS’nin ardından ÖSYM’nin bu yıl düzenlediği ilk büyük çaplı sınavdan sonra ortaya çıkan bu iddialar Kurum’u epeyce yıprattı bence. Olan yine emek harcayıp sınava girerek bilgisi ve yeteneğinin adil biçimde ölçüleceğine inanan mazlumlara oluyor, olacak. Zira iptalin ardından verilen ve KPSS’de Eğitim Bilimleri testinde 120 soruda 120 doğru yanıt veren “Süper Zeka” sözüm ona “öğretmen”lerin atamalarının kesinlikle yapılmayacağı sözü maalesef boşa çıktı. Bu “hanımefendi” ve “beyefendi”lerin çoğunluğunun yaptıkları hırsızlık yanlarına kâr kaldı ve bunlar atandılar. Neyse, bu ayrı bir tartışmanın konusu... Asıl konumuz, onyıllardır hiçbir şaibeye yer bırakmadan hakkaniyetle ölçme ve değerlendirme yapan ÖSYM’nin halk nezdinde güvenilirliğinin neredeyse sıfırlanmış olması. İnsan faktörünün olduğu her yerde “hata”ların olması normaldir. Ancak bu masum hatalar, sistemli bir kayırma aracı olup, emek, zaman ve para harcayan insanların bu harcamalarını gasp eder boyuta ulaşırsa durum o zaman durum çok vahim bir hal alır. Bu tür sınavlarda sadece bir doğru yanıt farkla binlerce kişiyi sollama şansı, şans olmaktan çıkarılıp, sollama “kollama”ya dönüşürse bunun vebalinden kimse kaçamaz.

KPSS Skandalı’nın ardından, önce “Yok böyle bir şey” diyerek iddiaları reddeden, Emniyet ve Devlet Denetleme Kurulu incelemelerinin ardından olayı kabullenircesine istifa eden ÖSYM eski Başkanı Ünal Yarımağan’ın, YGS Skandalı’nın ardından “Hata olarak kabul edilemeyecek kadar vahim. Zaten KPSS’deki durumu da o zaman ben söyleyememiştim” mealindeki beyanı ise insanı acı acı gülmeye iten bir yapıdaydı. Yıllar yılı devlet kademelerinde memur olarak çalışıp emekli olduktan sonra memurken yaptığı / söylediği herşeyin tersini savunan insanlar görmeye alışkınız. Dolayısıyla Ünal Bey’in bu çıkışı beni hiç şaşırtmadı desem yeridir. Masanın bu tarafında oturmaktan her zaman için farklıdır masanın diğer yanı… Şimdiki ÖSYM Başkanı Ali Demir de ilk başta kesin bir dille iddiaları reddetti reddetmesine fakat daha sonra kendi deyimi ile “acemilik” yaptıklarını itiraf ederek, “Eğer sınav iptal edilirse yenisini yapabiliriz” dedi ve sanki olayın üstüne “tüy dikti”! Ama maalesef daha acı olanı, iddiaların gerçek olup olmadığı yetkili kurum ve kuruluşlarca ispat edilmeden Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu tarafından olayın kat’iyetle reddedilmesi oldu kanımca. Devletin Milli Eğitim Bakanı’na yakışan “İddialar bizi üzdü. Hiç kimsenin hakkının zayi olmasını istemeyiz. Olayın araştırılması için gerekli merciler göreve davet edilmiştir. Ayrıca ben de bağımsız uzmanlardan oluşan bir kurul tertip ettim. En kısa sürede araştırma tamamlanarak sonuçlar kamuoyu ile paylaşılacaktır.” demesi idi. Aksine Sayın Bakan külliyen red yolunu seçti.

İdareci sıfatındaki insanlar için bir kıssa ile bu haftanın yazısını tamamlamak isterim. Ömer Bin Abdülaziz Halife olduğunda hatırlı büyüklerine kendisine akıl vermelerini rica eden bir mektup yolladı. Gelen cevaplar ibretlikti:

İnsanları baba, kardeş ve oğlun gibi bil. Babana iyilikte bulun, kardeşini kolla, oğluna da şefkatli davran!

Kendin için istediğin şeyleri insanlar için de iste, istemediklerini insanlar için de isteme. Unutma ki ilk Halife sen değilsin ve sen de bir gün öleceksin.

Hepinize adaletli ve güzel günler dilerim değerli okurlar.

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...