28 Şubat 2025 Cuma

120.28.02.2025 - BİN YIL SÜRECEK DÖNEM (Göynük Gazetesi)

 

BİN YIL SÜRECEK DÖNEM

         Merhabalar değerli okurlar. Bana eski kafalı da diyebilirsiniz ama açıkçası ben yazıları dijitalden çok basılı hallerinden okumayı tercih edenlerdenim. Dolayısıyla gazetemizin basılı versiyonlarını hem okumak hem de arşivime katmak benim için ayrı bir keyif. 28 Şubat’ta yayımlanan bu sayımız için de sizlere yakın tarihimizden arşivlik bir yazı sunmak istedim.

         Yaşı genç okurlarım belki hiç duymamış, ya da az çok bir şeyler duymuş olabilirler, 28 Şubat denildiğinde akla gelen en önemli olay tarihi Milli Güvenlik Kurulu toplantısıdır kanımca. 1997’de gerçekleşen bu toplantıya değinmeden önce 28 Şubat kararlarına gelinen süreçte neler olup bittiğine kısaca bir bakmak gerekir öncelikle.

         1993 yılı örneğin, Türk siyasi ve sosyal yaşamında 28 Şubat sürecinin yapı taşlarından biridir. Şüpheli ölümler, faili meçhul (aslında faili meşhur) cinayetler ve terör saldırılarıyla dolu bu yıla 24 Ocak’ta gazeteci-yazar Uğur Mumcu suikasti ile başlamıştık. 12 Eylül sonrası hükümetlerde önemli görevler üstlenmiş, siyaset için fazlaca zeki bir karakter olan Adnan Kahveci’nin şüpheli trafik kazası, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in helikopter kazası denilerek geçiştirilen son derece şüpheli ölümü, 8nci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ani vefatı (yakın zamanda zehirlenme şüphesi ile mezarı açılmış ve zehir bulgularına rastlanmış olmasına rağmen zehirlenme olmadığı yönünde rapor verilmiştir), istihbaratçı Ahmet Cem Ersever suikasti, Türk siyasal yaşamında önemli yerleri olan 12 Eylül arifesinde Cumhurbaşkanı vekilliği yapmış İhsan Sabri Çağlayangil, 1960 darbesinde Milli Birlik Komitesi’nin fiili liderliğini de yapan Cemal Madanoğlu ile eski asker ve siyasetçi Tekin Arıburun’un vefatları ve terör örgütünün belki de tarihindeki en kanlı eylemleri gerçekleştirmesi  ile kapkara bir yıldı 1993 yılı. Kendinden sonra gelecek olan ve günümüz siyasal yaşamını bile dizayn eden olaylar, yapılan seçimler, kurulan ve bozulan hükümetler ile hızlı bir mecrada akan olaylarla 1995’e gelindiğinde; yapılan genel seçimlerde merhum Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi 1. Parti olmasına rağmen laik kesimlerin fazlaca tepki koyması nedeni ile hükümeti kurma görevini Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den alamadı. Merkez sağ seçmenin iki partisi olan ANAP ve DYP’nin kurduğu ANA-YOL (evet o yıllarda koalisyon kuran partilerden böyle garip hatta ucube kısaltmalarla bahsedilmekteydi) hükümeti, liderleri olan Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller’in yüksek egolarından dolayı zaten tel maşa gibiydi ve uzun ömürlü olmadı. Bu kez seçmen iradesine karşı hareket etmeyen Demirel, hükümeti kurma görevini Erbakan’a verdi ve Erbakan da birkaç tur görüşmenin ardından dönüşümlü başbakanlık formülü üzerinde anlaştıkları DYP ile koalisyon kurdu. REFAH-YOL kısaltmasıyla anılan hükümette çağdaş Türk kadını imajı ile Çiller, laik kesimlerin endişelerinin emniyet sübabı gibi görüldü. Zaten iki yıl sonra Erbakan dönüşümlü sistem çerçevesinde görevi Çiller’e devredecekti. Toplumun değişik kesimlerinin biraz sabır göstermesi yeterliydi yani.

         Ancak filliyatta durum hiç böyle gerçekleşmedi. Erbakan, başlangıçta partisi ve partisine oy veren seçmene karşı mesafeli duran kesimlere karşı ılımlı bir siyaset sergilese de gizli ya da aşikâr bir el ya da eller tarafından sürekli baltalandı. Ekonomi alanında yıllar sonra ilk kez denk bütçe yapılması ve havuz sistemi diye anılan sitemle, işçi ve memur kesimine tarihin en büyük ücret ve maaş zamları yapılmasına ve kamuda tasarrufun en üst düzeyde uygulanmasına rağmen, özellikle partisinin mensuplarınca hatta bazen bizzat kendisi tarafından laik kesimlerin endişelerinin gerçekleştiğine dair eylem ve söylemler sergilenmesi ile işler başlangıçtaki temkinli ılımlılıktan uzaklaşmaya başladı. Adına merkez medya denilen ve o dönemin vurduğu yerden ses getiren televizyon kanalları, birileri tarafından servis edilen görüntüleri günbegün yayınlamaya başladı haber kuşaklarında. 28 Şubat’a yaklaşılırken gerçekleşen 4 olay REFAH-YOL hükümeti için sonun başlangıcı oldu denilse yeridir.

         Bunlardan ilki Ekim ayında Erbakan’ın yaptığı ilk dış resmi ziyaretlerden Libya’da, Libya lideri Muammer Kaddafi’nin bir bedevi çadırı içerisinde Türkiye’yi katliamcılık ve hatta soykırımcılıkla suçlamasıydı. Erbakan, bu isterik ithamlara karşı suskun kalmakla çok eleştirildi.

         İkincisi, Kasım 1996’daki Susurluk Kazası idi. O tarihe kadar sadece ayranı ile meşhur olan Balıkesir’in Susurluk ilçesi, aynı otomobilden çıkan siyasetçi, emniyet mensubu ve mafya üyesi ile ayranından daha fazla ün kazandı. Adeta irinle dolu bir sivilce patlamış ve içindeki pislik ortalığa yayılmıştı. Merkez medyanın da bu işi ballandıra ballandıra günlerce yayınlaması ile toplumsal bir tepki oluşturuldu. Kısa vadede bu hükümetin yarattığı bir illegalite  olmamasına rağmen bu olay tümüyle REFAH-YOL hükümetine mal edildi.

         Bir diğer olay 1997 yılının Ocak ayında Sincan Belediyesi’nce düzenlenen Kudüs gecesi etkinliğinde olan bitenlerin, laik kesimlerce bir karşı devrim olarak kabul edilmesi, merkez medyanın da köpürtmesi ile Zırhlı Birlikler Eğitim Okulu’na bağlı birliklere aynı Sincan’ın caddelerinde tanklarla geçit töreni yaptırılmasıydı.

         Son olay aynı yıl hatta aynı ay içerisinde, Ramazan ayında Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık Konutu’nda tarikat liderlerine verdiği iftar yemeği oldu. Yine merkez medyanın günlerce süren tefrikası sonucu bu iftar yemeği toplumda geniş bir tepkiye neden oldu. Ordunun üst düzey komuta kademesi, Gölcük’te toplantılar yaparak irticanın büyük bir tehlike olduğunu kamuoyu ile paylaştı (Bazı kesimlerce 1999 Gölcük depremi bu toplantılarla ilişkilendirildi ve bazı toplumsal olaylarda “7,4 yetmedi mi?” şeklinde pankartlara bile taşındı).

         Bu süreç maalesef bir güç savaşıydı ve karşıt iki kesimce ifrat ve tefrit içerisinde devam etti. Örneğin Başbakanlık’ta verilen bir resepsiyonda alkol ikram edilmemesi üzerine dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı merhum Oramiral Güven Erkaya’nın ısrarla rakı servisi istemesi, verilen olumsuz yanıta rağmen cebinden çıkardığı para ile gerekirse dışarıdan satın alınıp getirilerek servis edilmesini emretmesi gibi bazı olaylar ile bu güç savaşı topluma servis edildi.

         Sonuçta 1997’nin 28 Şubat’ında, Çankaya Köşkü’nde gerçekleşen ve 9 saatlik süresiyle adeta rekor kıran Milli Güvenlik Kurulu taoplantısı sonunda kamuoyuna deklare edilen kararlar, kimi kesimlerce olumlu karşılanırken kimi kesimlerce postmodern darbe diye nitelendi. Bu sürecin önemli figürlerinden biri olan Orgeneral Çevik Bir tarafından, 28 Şubat’taki MGK’de alınan kararların yani 28 Şubat sürecinin bin yıl devam edeceği vurgulandı. Erbakan, bir süre imzalamamak üzere direse de kararların altına imza attı ancak tabanına karşı sıkıntı yaşamamak için uygulamayı geciktirdi. Aynı yılın Haziran ayında da, dönüşümlü başbakanlık sürecinde görevi Tansu Çiller’e devretmek üzere istifasını sundu. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Hükümeti kurma görevini Çiller yerine ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verdi. Yılmaz da Ecevit’in DSP’si ve Hüsamettin Cindoruk’un DTP’si ile ANASOL-D kısaltmalı hükümeti kurdu.

         Günümüze değin çeşitli çalkantılarla devam edegelen Türk siyasetinde önemli bir yeri olan 28 Şubat süreci, yakın tarihin önemli olaylarından biriydi ve yukarıda da ifade ettiğim gibi karşıt görüşlerin bir güç savaşıydı. Bu güç savaşını hangi gücün ya da güçlerin kazandığından çok, kimin kaybettiğine bakmak lazım. Bence kaybeden taraf, bu süreç içerisinde anlamsız polemikler arasında kalan halk oldu maalesef. Ülkenin potansiyeli bu güç savaşları ve patinajlar ile atıl hale getirilmeseydi acaba Türkiye nerelerde olurdu üzerinde ayrıca düşünmek gerekir bence.

         Darbelerden ve anlamsız güç savaşlarından uzak, mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza. (Yazarın Notu : Bu uzuun yazıya tahammül gösterdiğiniz için ayrıca teşekkür ederim)

26 Şubat 2025 Çarşamba

119.26.02.2025 - KAHVE YEMEN'DEN (Göynük Gazetesi)

 

KAHVE YEMEN’DEN

         Merhabalar değerli okurlar. Ülkemiz insanının alkolsüz içecek kültüründe en üst sırada yer alan iki içecekten biri hakkında birkaç şey yazmak istedim bugün. Umarım ilginizi çekmeyi başarabilirim.

         Belki tahmin etmişsinizdir, bahsettiğim o iki içecek çay ve kahve. Biz Türkler aslında çaycıyızdır. Hem üretim hem de tüketim alanında… Üretimde dünyada ilk 5 içerisindeyiz. Lider üretici, özellikle teknoloji alanında olmak üzere birçok üründe de olduğu gibi Çin Halk Cumhuriyeti. Ülkemizde daha ziyade kaçak çay olarak bilinen Seylan çayının üreticisi olan Sri Lanka’yı bile bazı yıllarda üretim rekoltesi anlamında geçiyoruz. Tiryaki olmamakla beraber iyi bir çay tüketicisiyimdir. Ama asıl sevdam kahvedir benim. Şimdilik Yunanlarca araklanmadığı için Türk Kahvesi diye bilinen, nefaseti, telvesi ve türlü çeşidiyle pişirilen kahveyi çok sever, çok tüketirim. Son dönemde filtre kahveyi de sık tüketir oldum. Dilimize pelesenk olmuş bir tabirdir kahve Yemen’den gelir derler, türküsü de var hatta.

Kahve Yemen'den gelir
Bülbül çemenden gelir aman
Bülbül çemenden gelir aman

Peki üreticisi olmadığı halde neden Yemen ön plana çıkmış, hatta türküler yakılmış acaba? Hemen anlatayım:

         Kahvenin anavatanı aslında Etiyopya (Eski adıyla Habeşistan). Yemen’in başkenti olan ve yanıbaşındaki körfeze de ismini veren Aden’in karşı kıyısındaki Etiyopya’dan Yemenli tüccarlar tarafından alınıp ticaret kervanları ve ilerleyen yıllardaki deniz ticareti ile Avrupa’ya Venedikli tacirler tarafından getirilmiş, İtalya, Fransa ve İngiltere’ye yayılarak dünya üzerinde kolektif bir kahve kültürü oluşmuştur. Elbette kahvenin ulaştığı her memleket, kendinden de bir şeyler katarak bu kültürün katman katman büyümesine yol açmıştır denilebilir.  Kahve kelimesinin de Arapça QAHWA kelimesinden türetildiği söylenmekte. Başlangıçta şarap ve keyif verici içecek anlamında kullanılsa da temelinde qahiye fiili var deniliyor kaynaklarda ve o da iştah kesme anlamı taşıyor. Bir diğer görüş de Etiyopya’nın tamamen bu işin dışında bırakılmasına tepki gibi adeta; kahve çekirdeklerinin ülkedeki Kaffa adlı bölgeden hasat edilmesine binaen kahve denildiği yönünde. Her nereye dayanırsa dayansın, neredeyse bütün dillerde bu fonetiğe benzer bir ada sahip.

         Günümüzde de sadece kahve satışı yapan zincir dükkanların da etkisiyle tam manasıyla global bir içecek haline dönüştü kahve. Elbette aşina olmadığımız isim ve tatlarda da karşımıza çıkıyor. En bilindik kahve çekirdeği Yemen’den dolayı Arabica adını taşıyor. Arabica’yı daha sert ve yoğun olan Robusta takip ediyor. Latince güçlü ve dayanıklı anlamı içeren robustus kelimesine atıfta bulunulmuş. Bu iki çeşidi Liberica takip etmekte. Batı Afrika’daki Liberya’da yetişen, daha iri daha düzensiz şekillerde bir çekirdek liberica. Öğütülüp içilen türlerden Moka var mesela; Yemen’deki Mokha limanından dünyaya yayılmasından ötürü bu ismi almış. Kahve kültürüne bizim coğrafyamızdan sonra belki de en büyük etkiyi İtalyanlar yapmış dersek sanırım yanılmış olmayız. Zira özelikle gençlerin pek sık tükettiği Espresso, İtalyanca’da sıkmak ve basınçla çıkarmak anlamlarına gelen esprimere fiilinden türemiş. Hızlı anlamına gelen express kelimesi ile de uzak akrabalığı var. Kısaca Latte denilen ama maalesef eksik bir söylem olan Caffè Latte var mesela. İtalya’da bir kafede, latte istediğinizde sadece süt gelirse şaşırabilirsiniz. Asıl söylenişi olan Caffè Latte sütlü kahve demek çünkü. Yine İtalyanlar’dan cappuccino’ya gelirsek; o da ismini Capuchin Keşişleri’nden alıyor. Rengi bahse konu keşişlerin cübbe rengine yakın diye bu isim verilmiş! Americano var mesela; onun özelliği de II. Dünya Savaşı’nda espresso’yu tadıp çok sert bulan çıtkırıldım Amerikalıların içine sıcak su eklemesiyle ortaya çıkmış olması. Espresso’ya az miktarda süt eklenmesiyle ortaya çıkan Macchiato yine İtalyanca’da lekeli ve damgalı kelimesinden ortaya çıkan bir tür. Pek bilinmeyen bir tür olan Breve’ye gelirsek, bu da Amerika’da yaygın bir çeşit. Temelinde yine espresso var ve yarı yarıya süt ve krema eklenmesiyle hazırlanıyor. Cold brew ile isim benzerliği var sadece, onunla alakası yok. Brew demleme demek. Soğuk demleme kahve yani Breve. Frappé ise Yunanistan menşeli bir tür ve Fransızca çırpmak ve soğutmak anlamındaki frapper’ye dayanmakta. Frappuccino ise meşhur bir kahve zincirinin tescillediği bir kelime. Çırpılmış / soğutulmuş cappuccino demek! Mazagran kahvesi ise adını Cezayir’deki Mazagran Kalesi’nden almakta. Kibarcık Fransız askerleri sıcak kahve içerken ağızları yandığı için soğuk su aklemelerinden ortaya çıkmış bir tür. Günümüz buzlu kahvelerinin öncülü sayılabilir.

         Gelelim bizim kahvelere, Türk kahvelerine. Dibek kahvesi, kahve çekirdeklerinin taş ya da ahşap havanlarda dövülerek öğütülmesi ile yapılır. Menengiç kahvesi’ne gelince, çitlembik meyvesinin çekirdeğinden yapılıyor ve daha ziyade ülkemizin güneydoğusunda yaygın tüketiliyor. Aynı bölgede sıkça tüketilen mırra var örneğin. Kahve çekirdeklerinin iki kez kavrulup, telvesi çökene değin kaynatılması ve kulpsuz fincanlarda tüketilmesi şeklinde sunuluyor. Damla sakızlı Türk kahvesinde ise adından da anlayacağınız gibi damla sakızı ilavesi var. Ege tarafından sıkça tüketilmekte bu da.

         Son söz olarak Osmanlı’daki kahvehanelere değinerek konuyu kapatalım. Sosyal ve politik ortamlar haline dönüştüğü savıyla dönem dönem yasaklanmışlar. Devrin sosyal medyası olan kahvehaneler de günümüzdeki dijital versiyonları gibi kapatılmış anlayacağınız!

         Sağlıklı, mutlu ve huzurlu günler, güzel bir Ramazan ayı diliyorum tüm okurlarımıza.

22 Şubat 2025 Cumartesi

118.22.02.2025 - YİYEMEMEKTEYİZ (Göynük Gazetesi)


 YİYEMEMEKTEYİZ

         Merhabalar değerli okurlar. Jenerasyonum itibarı ile hem radyo hem TV hem de dijital iletişim kanallarını görmüş biri olduğumdan, yoğun biçimde olmamakla beraber hem iyi bir TV hem de dijital mecralar izleyicisi olduğum söylenebilir. Gerçi özellikle direksiyon başındayken radyo dinlemeyi çok severim ama Göynük’te bu zevkten mahrumuz her nedense. Verici arızası olduğu söyleniyor, bilemiyorum, ama sadece trt fm radyosuna mahkûm olmak hoşnut etmiyor beni. Neyse, Belediyemiz umarız ki çare bulur bu duruma.

         Televizyonlardaki yarışma programlarını takip ediyor musunuz? Yarışma var yarışma görünümlü kavga gürültü programları var. Bilgiyi, kültürü ve saf yeteneği ödüllendiren programları gerçek yarışmalar grubuna dahil edersek diğerler, yani doğan görünümlü şahin diyebileceğimiz yarışmamsılar her nedense en çok izlenen TV programları listesinde sürekli kendilerine üst sıralarda yer bulmaktalar. Buralara yarışmacı statüsü ile dahil edilen tiplerin birçoğunun bir casting çalışmasının ürünü olduğunu ciddi ciddi düşünüyorum. Belli ajansların portföyünde yer alan tipler, daha önceden üzerinde çalışılmış senaryolar dahilinde bir performans sergiliyorlar adı yarışma olan bu programlarda. Programların büyük bir çoğunluğu zaten dış kaynaklı yapımların bir nevi devşirilmesi şeklinde hayatımıza sokulduğundan, kadim kültürümüz içerisinde bir hayli sırıtması normal bir durum.

         Bu tarz yapımlara örnek verirsek 7-8 adedini bir çırpıda sayabilmek mümkün. Yazımın başlığından belki anlaşılmıştır, ben yemekteyiz adlı yapım hakkında birkaç kelam etmek niyetindeyim. Diğer birçok yarışma programının aksine Hollanda merkezli Endemol şirketinin değil ITV Global adlı bir başka eğlence şirketinin bünyesinden çıkan bu format, diğer birkaç ülkede daha Come Dine With Me ya da benzer adlar altında yayımlanmakta. Ülkemizde ise başlangıçta birkaç özel TV’de yayımlanıp tutmayan, ardından acun ılıcalı’nın mucizevi (!) dokunuşu ile adeta Anka Kuşu misali küllerinden doğan bu format, birkaç sezondur adını zikrettiğim kerameti kendinden menkul bu medya sihirbazı tarafından kendi televizyonunda yayımlanmakta. Bu zat birkaç sunucu değişikliğinin ardından bir türlü tutturamadığı yemekteyiz formatının fişini tam çekecekken Zuhal Topal adlı oyuncuyu sürpriz şekilde transfer ederek programı canlandırdı. İşin sürprizli yanı, aynı oyuncunun başka bir kanalda yayımlanan benzer içerikteki formatını dava eden acun ılıcalı’nın yine şapkadan tavşan çıkararak adı geçen oyuncuyu, kendi formatının sunucusu yapmasıydı. Bu durum, işin ayak oyunları içeren siyaset kısmı. Asıl olayın yarışmacı kisvesi altında bu programda boy gösteren tiplerde olduğunu söylemek lazım. Yukarıda belirttiğim gibi eğer bir (veya birden fazla) casting ajansının kadrolu oyuncularının, belli bir senaryo çerçevesinde oynadıkları bir role playing game yani rol yapma oyunu ise bu, yarı amatör oyuncuların berbat performasnlarını değerlendirmek yeterli olacaktır. Ama eğer bu programda yarışmacı olarak izleyiciye lanse edilenler sıradan vatandaşlar ise işte orada farklı birkaç söz söylemek gerekir. Ben hasbelkader bu yemekteyiz’in orijinal versiyonlarını da yeri geldiğinde takip eden biri olarak ülkemizdeki versiyonun orijinaliyle kıyas bile kabul etmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Örneğin İngiliz TV’sindeki versiyonda yarışmacılar birbirlerine karşı son derece nazik ve saygılı biçimde yapılan yemekleri değerlendiriyorlar. Ne kadar şaşırtıcı değil mi?! Oysa bizdeki versiyonda yarışmacılar yemek kültüründen bîhaber olduğundan birbirlerinin giyim kuşamlarına, takılarına, zayıflık, şişmanlık, kellik, kötü makyaj, sosyal medyadaki paylaşımları hatta zenginlik ve fakirliklerine kadar seviyeyi düşürmelerine rağmen yemeklerle ve yemeklerin içerikleri ile ilgili yorum yapan neredeyse hiç kimse yok! Her iki seçenekte de vahim bir durum söz konusu. Yarışmacıların oyuncu olduğu durumda da gerçek kişi olduğu durumda da izleyiciye sunulan “şey” berbat bir yozlaşmanın ekranlara taşınması oluyor. Çünkü birçok nesiller, ebeveynleri tarafından hiç kimsenin eksiği ya da kusuru ile alenen yargılanmaması gerektiği, bunun ayıp ve hatta günah olduğu öğretisi ile yetiştirildi bu ülkede. Oysa geldiğimiz noktada bu güzel yetiştirme tarzı iğrenç bir vaziyete evrilmiş görünüyor. TV’de yayımlanan bu ve buna benzer programların denetimini yapmakla memur edilmiş olan KÜTÜK pardon rtük adlı kurum ise her nedense bu programları (dolayısıyla programların yapımcılarını) uyarmak yerine, reklam gelirlerinden yüzde 5 payını alıp kenara çekiliyor. Alkol ve tütün mamullerini blurlayıp silahı, töre-nomıs-intikam temaları ile kadına şiddeti alenen ekranlara taşımakta sorun görmeyen sakat bir anlayış var, öncelikle bunun değişmesi şart oğlu şart!

         Değerli okurlarımıza saygı ve sevgiler sunuyorum.

18 Şubat 2025 Salı

117.18.02.2025-MUHASEBE YAPMAK İYİDİR (Göynük Gazetesi)

MUHASEBE YAPMAK İYİDİR

         Merhabalar değerli okurlar. Ufak bir muhasebe yaptım, yaklaşık 5 günde bir bir köşe yazısı kaleme alarak sizlerle fikir dünyamı paylaşmışım. Başka bir ifade ile bir tanesi henüz yayımlanmamış olmak kaydıyla 28 köşe yazısı demek bu (Yayımlanmamış olan yazım, gazetemizin 4üncü basılı versiyonu olan 28 Şubat sayımızda yayımlanacak). Kimi zaman rutin gündeme dair, kimi zaman hiç anımsamak bile istemeyeceğimiz ama unutulmaması da gereken mevzular hakkında yazmışım. Bazen özel ilgi alanım olan Türk Dili’nin zenginlikleri üzerine deneme yapmak olmuş klavyenin başına geçeme amacım bazen de geçmişten gelip üzerime yüklenen bazı tecrübeleri paylaşmak… Klasik mevzudur; yazar, ses sanatçısı, film yönetmeni vb meslek gruplarında eserler veren insanlara sorarlar ya “En sevdiğiniz kitabınız hangisi?” ya da “En beğendiğiniz şarkınızın hangisi olduğunu izleyicilerimizle paylaşır mısınız?” vs diye, bu sorulara muhatap olanlardan ne eksiğim var diyerek vereceğim cevap ekserinin vereceği gibi olacaktır:  Ayırt edemem, hepsi benim evladım gibi!.. Allah var, en rahat ve en severek yazdığım gazete de Göynük Gazetesi’dir diyebilirim. “Tabii ya! Şu anda yazdığın gazete olduğu için toz kondurmazsın değil mi?” diye düşünenler olacaktır. Açık ve net söyleyeyim ki bu türden menfî düşünceler zerre kadar etkilemeyecektir beni, çünkü ben kendimi bilirim.

         Muhasebemize dönecek olursak iki köşe yazısı arasında verdiğim en uzun ara 9 gün olmuş. Bir sebebi vardır muhtemelen. Ya da belki ruhum geride kaldığı için onu beklemişimdir kim bilir!

         Bir Kızılderili öyküsüdür; birkaç Kızılderili at üstünde gitmektedir. Genelde at üstünde seyahat halinde ve hep bir kavga gürültünün içinde olmaları nedeniyle onların Türk olduğu kanısına kapılmışımdır daima! Neyse, bu başka bir yazının konusu olabilir, asıl konumuzu dağıtmayalım. Bir gün yanlarında birkaç soluk benizli olduğu halde saatler belki de günler boyu dere tepe düz giderlerken, hem kendilerini hem de çatlamak üzere olan atları dinlendirmek üzere mola verirler. Soluk benizliler birkaç saatlik dinlenmenin ardından “de haydi gidek” moduna geçerler ama Kızılderili soydaşlarımız (!) oralı değildir. Soluk benizlilerden biri, aarkadaşlarının ufak ufak söylenmelerini iletmek üzere şefe sorar: “Pardon sayın şefim, niye bekleyip durduğumuzla ilgili doyurucu bir açıklama bekliyor da arkadaşlarım, acaba bir yanıtınız olacak mı?  Şef Titrekmanda ağır ağır döner soluk benizliye ve der ki: “Çok hızlı gittik. Ruhlarımız biraz geride kaldı. Onların bize yetişmesini bekliyoruz…” Benim de iki yazı arasında, kendi ortalamamın bir hayli üzerinde bir süre beklememin sebebi hızlı gittiğim için geride kalan ruhumun yetişmesidir, kim bilir.

         Kızılderili deyince bir ufak hikâye daha geldi aklıma. Onu da paylaşmak isterim sizlerle. ABD’nin ve hatta dünyanın finans merkezi olan Wall Street’te çalışan birkaç broker öğle yemeği için dışarı çıkmışlar. Gürültü patırtı ve toz kir içindeki New York caddelerinde helal bir hot dogcu ararken içlerinden Kızılderili kökenli olan “Bi’ dakka durun beyler! Baksanıza ibibik kuşu sesi var. Duymuyor musunuz?” diye seslenmiş arkadaşlarına. Arkadaşları “Ya bırak şimdi Johnny Titrekmanda (ilk hikayedeki şefin 4. Göbekten torunuymuş o kuş sesi duyan broker). Bu kalabalıkta, gürültüde ner’den duydun tanrı aşkına ibibik sesini?” diye hafiften kafa bulmuşlar onunla. Johnny ise hemen sesin kaynağını bulmak üzere ara sokaklardan birine dalmış ve çöp konteynerlerinin yanında bağırarak çırpınan ibibik kuşunu bulmuş. Diğerleri çok şaşırmışlar. Johnny kuşu kurtarıp salıvermiş göğe. “Bakın biraderler” demiş cebinden bir çeyreklik çıkararak. “Şimdi bu çeyrekliği yere atacağım. Neler olacak göreceksiniz” Çeyreklik dediği de aşağı yukarı 10 Lira civarı bir para bugünkü kur ile. Neyse atmış çeyrekliği yere. Caddedeki insanların neredeyse hepsi durup yerlere bakmış, acaba benden mi düştü diye. “Gördünüz mü?” demiş Johnny Titrekmanda arkadaşlarına, “Herkes paranın kendisinden düştüğünü sandı onca gürültü içinde. Herkes ilgilendiği şey neyse onu duyar bu hayatta” demiş ve 42. Caddedeki George ustanın hot dog tezgahında son derece sağlıklı (!) bir öğlen kayıntısı yapmışlar.

         Aslında son birkaç gündür Bolu Dağı Tünelinin hemen çıkışındaki durak yeri olan Highway AVM’deki meydan savaşlarını ya da ilçemizdeki Zincirli Kayalar mevkiinde yer alan meskenlerin güvenlik nedeni ile acil tahliyesi kararını yazmayı düşündüm de… Bana yetişmek için tabana kuvvet yürüyen gerideki ruhum “Olm dur hele ya! Bi’ yol dinlen oh çocuğum!” dediği için bu konularda yazmayı başka bahara bıraktım yüksek müsaadelerinizle.

         Sürç-ü lisan ettimse affola. Sevgi dolu günler diliyorum tüm okurlarımıza.

116.14.02.2025-SESSİZ ÇIĞLIK (Göynük Gazetesi)

SESSİZ ÇIĞLIK 

Merhabalar değerli okurlar. Geçtiğimiz günlerde yerel medyaya bir haber düştü. Ardında dramatik bir not bırakarak hayatına son veren genç adamın haberi… Yerelde ve ülke medyasında son zamanlarda sıklıkla görmeye aşina olduğumuz bir haberdi ve bu yazıyı yazmamdaki ana motivasyon kaynağıydı.

​Dediğim gibi son yıllarda bu tarz haberleri çok sıkça görür olduk. Yapılan araştırmalar sosyal medya ve internet kullanımının artması ile vakaların daha sıkça gündeme gelmesi arasında bir bağlantı olduğunu ortaya koyuyor.

​Dünyada her yıl yaklaşık 700 bin vaka yaşanıyor ve bunların yüzde 77 gibi büyük bir çoğunluğu, düşük ve orta gelir grubundaki ülkelerde gerçekleşiyor. 2023 yılı verilerine göre dünyada görülen vakalarda başı çeken ülkeler; Guyana, Japonya, Güney Kore, Sri Lanka ve Kazakistan olarak göze çarpıyor.  Gelişmişlik anlamında ülkeler arasında farklılık gözlense de vakalarda ortak nedenler bulunmakta. Bunlar ekonomik ve maddi zorluklar, değişik sebeplerle oluşan depresyon, iş ve sosyal yaşamdaki sert rekabet ortamı, zengin bireylerin zaman ve para yönetimindeki zafiyetleri, kronik ve tedavisi olanaksız hastalıklar, iç savaşlar ve baskıcı hatta totaliter yönetimler olarak sıralanmakta.

​Ayrıca toplumların gözü önündeki popüler figürlere ait vaka haberlerinin yaygınlaşması ve medyada sıklıkla haberlerinin yapılması ile vakaların artışı doğru orantılı. Buna Werther Etkisi deniliyor. Nirvana grubunun gitaristi ve solisti Kurt Cobain’in, yine şarkıcı Amy Winehouse’nin, aktör Robin Williams’ın, ülkemizden de kamu görevlisi Hayri Kozakçıoğlu’nun, eski bakanlardan Hikmet Uluğbay’ın (ki görevi başında, bakanlıkta hayatına son vermek istemesine rağmen yoğun çabalar sonucu kurtarılmıştı kendisi), yazar Metin Kaçan’ın, eski futbolcu Sabri Dino’nun vefatları, bu vakalara örnek teşkil etmekte.

​Ülkemizde ise 2004 yılından bu yana vakalarda bir yükseliş trendi gözlemleniyor. Bu artışlar, ekonomik anlamda yaşanan sıkıntı ve krizler ile kişilerin yoksullaşmasına bağlanıyor. İstatistiklere göre 1975’te yüz binde 2 civarında olan kaba intihar hızı, 2022 itibarı ile yüz binde 5ler seviyesine yükselmiş görünüyor. Derinlemesine incelenerek vakaların öznesindeki kişilerin eğitim seviyelerine bakıldığında ise yüksek öğretim mezunlarının oransal bir artış içinde olduğu da göze çarpan ayrı bir konu.  

​Bunların dışında İsviçre gibi yukarıda saydığımız ülkelere hiç de benzerlik taşımayan ülkelerde bile yüksek vaka sayıları olduğu bir gerçek. Dünya Sağlık Örgütü WHO’nun verilerine göre erkek bireylerde yüz binde 15,5 ve kadın bireylerde yüz binde 6, genel ortalamada ise yüz binde 10,7 seviyesi ile vakalar bir hayli yüksek seyretmekte. Bu oranların, 1980li yıllardaki yüz binde 25 gibi dehşet verici değerlerden bu seviyelere gerilemiş olduğunu da söylemiş olalım. Vakaların temel sebebi olarak bireysel silahlanmanın yoğunluğu kabul ediliyor. Hayatına son verme davranışının yaklaşık yüzde 30’u ateşli silahlarla gerçekleştirilmiş. Ötenazi’nin de her nasılsa yasal olduğu ülkenin ötenazi turizmi gibi bir gerçeği de var maalesef.

​Bir de işin inanç boyutu var bence. Zira en son İsviçre örneğindeki rakamlarla karşılaştırıldığında ülkemiz ortalamalarının düşük kalmasındaki sebeplerden belki de en temel olanı inanç faktörüdür dersek sanırım yanlış ifade etmiş olmayız. Ahiret kavramı ve kendi hayatına son vererek yaratıcının yerine kendini koymaktan çekinmenin, vakaların hiç gerçekleşmemesi ya da başarısız deneme kategorisinde kalmasının temel nedeni olduğunu düşünüyorum.

​İç karartıcı bu mevzuyu biraz yumuşatarak bitirelim. Yukarıda baskıcı ve totaliter yönetimler demiştik; konuyla ilgili bir fıkrayı sizinle paylaşayım.

​Birbirine komşu iki ülkenin totaliter yöneticileri sohbet etmektedir. Ev sahibi olan “Ülkemde yaşayanlar beni çok sever. Öyle ki yoldan çevirdiğim herhangi birine benim için ölür müsün diye sorsam olumlu cevap verir, hatta bunu gerçekleştirir.” der. Misafir olan inanmayan bakışlarla karşısındakini süzer. Ev sahibi hemen yoldan birini çevirir ve sorar: “Benim için ölür müsün?” Adam “Elbette, hem de hiç düşünmeden!” der ve kendini balkondan aşağı atar. Misafir olan “Bunun senin adamın olmadığını nereden bileyim. Ben birini seçeyim. Bakalım o zaman sonuç ne olacak.” der ve yoldan birini o çevirir bu kez. Ev sahibi olan aynı soruyu ona da sorar ve adam birinci ile aynı cevabı vererek kendini balkondan aşağı atar. Misafir olan yine tatmin olmayınca üçüncü birini çevirirler yoldan ve ev sahibi olan aynı soruyu yineler ancak misafir, sorunun sonuna “Neden, onu çok sevdiğin için mi?” diye ekler. Adamcağız cevap verir: “Hayır! Böyle baskı altında yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim!” der ve ardından kendini balkondan aşağı atar…

​Ruh ve beden sağlığının üst düzeyde olduğu günler diliyorum tüm okurlarımıza.

10 Şubat 2025 Pazartesi

115.10.02.2025-ADALET (Göynük Gazetesi)

 

ADALET

         Hukuk Fakültesi’nde profesör amfinin sıralarından bir öğrenciyi işaret eder ve

         Sen!” der, “Hemen eşyalarını topla ve dersimi terk et. Bir daha seni bu derste görmek istemiyorum!” İşaret ettiği öğrenci

         Anlayamadım, neden?” diye sorunca aynı tonda

         Bir daha tekrar ettirme, toparlan ve çık!” Diğer öğrenciler profesörün bu sebepsiz ve sert tavrını şaşkın bakışlarla izlemektedir. Profesör hiçbir şey olmamışçasına diğer öğrencilere sorar:

         Yasalar neden vardır? Ya da yasalar ne için oluşturulmuştur?” Durumun şaşkınlığı içindeki öğrencilerden cevap alamayınca ısrarla yineler:

         Cevap vermek isteyen yok mu?” Bazı öğrenciler çekinerek de olsa “Toplumsal düzen için, bireysel hakları korumak için” gibi cevaplar verirler. Profesör tatminkâr olmayan bakışlarla amfidekileri süzerken öğrencilerden biri;

         Adalet için?” der.  Profesör bu cevabı bekliyormuşçasına teşekkür eder ve şöyle konuşur:

         Az önce arkadaşınıza haksızlık mı ettim? Kesinlikle evet! O halde neden hiçbirinizden bir itiraz gelmedi? Neden uyguladığım bu haksızlığı adil bir biçimde engellemediniz? Bugüne değin bu sıralarda öğrendiklerinizi yaşamınıza uyarlamadığınız sürece binlerce saat daha ders almış da olsanız anlamanız mümkün değildir. Hiçbirinizden bir tepki gelmedi çünkü doğrudan sizi etkileyen bir durum yoktu. Böyle zamanlarda durumun sizinle alakalı olmadığını ve itiraz etmenin işiniz olmadığını düşünerek adaleti sağlamaya yardımcı olmazsanız, günün birinde siz de adaletsiz bir durumla karşılaştığınızda o gün sizi savunacak kimseyi bulamayabilirsiniz. Adaletsizlik hayatın her anında karşımızda; iş hayatında, sporda, her yerde… Bir başkasının adaletle ilgilenmesine güvenmek yeterli değil. Benim burada olma amacım sesinizin gücünü size öğretmek. Herkesin yaptığının tersine bir iş yapıyor da olsanız doğru olanı savunmanız için size güç verecek eleştirel düşünmeyi öğrenmenizi istiyorum.

         Yukarıda aktarmaya çalıştığım sahne, Chiara Gizzi’nin 2023 yılında çektiği Justice Lives Through Us (Adalet Sayemizde Yaşar) adlı kısa filmindendi. Bu filmi izlediğimde bundan 30 yıl öncesinde, 1995 yılında İstanbul’da bir otelde staj yaparken karşılaştığım bir durumu anımsadım.

         Büyükçekmece ilçesindeki bir otelde staj yapıyorduk. BAİBÜ Turizm ve Otelcilik programında öğrenim gören benim de aralarında olduğum yaklaşık 30 öğrenci aynı otelde stajdaydık. Her birimiz ayrı departmanlarda olduğumuzdan hepimizin bir arada olabildiği tek yer, stajyerlere ayrılmış olan genişçe bir koğuştu. Bazen de yemekhanede aynı anda yemek yediğimizde karşılaşabiliyorduk birkaçımız. Bir öğle yemeğinde Aydın isimli bir sınıf arkadaşım yanıma oturdu. Servis departmanında garson olarak görevliydi. Daha ilk lokmasını bile almamışken, otelin yerleşik ve kıdemli personelinden olan bir başka garson geldi ve Aydın’a gayet de sertçe

         Kalk lan! Havuzu temizleyeceğiz. Çabuk! Beni zıvanadan çıkarma!” diyerek onun kolundan tuttu. Aydın henüz mesaisinin başlamadığını ve yemeğini yer yemez kıdemlinin dediği işi yapacağını söylese de bu vatandaşın onu duymaya niyeti yoktu. O kısa an içinde bir karar verdim ve kararımı uyguladım. O karar bu hadsize karşı koymaktı.

         Sen adamı duymuyor musun birader? Yemekten sonra halledeceğini söylüyor işte. Bas git, hır çıkarma!” diyerek ben de sesimi yükselttim ayağa kalkarak. Böyle bir tepkiyi beklemiyordu ki gayrı ihtiyari bir adım geri gitti. “Sen karışma!” diye cılızca söylendi. Yemeğim bitince tabldotumu topladım ve bulaşıkların yanına bırakmak üzere koridora çıktım. Geri döner dönmez karşımda o kıdemliyi buldum. Sanırım sıranın bana geldiğini düşünmüştü.

         Departmanımız farklı birader. Sen bana karışamazsın! Ne diyordun, şimdi bir daha söyle bakalım!” minvalinde bir şeyler söyledi. Tenhada yalnız yakalamıştı beni aklınca. Bir anda 7-8 stajyer arkadaşım belirdi ve

         Bir sorun mu var Tansel?” diye sordular bana. Gülümsedim ve sorun olmadığını söyledim ve kıdemlinin yanından öylece geçip gittim. Olay da böylece kapanmış oldu. Aydın’ın maruz kaldığı haksızlığa karşı koymayıp olaya hiç karışmasaydım, oracıkta bitiveren arkadaşlarımı bulamayacaktım belki de…

         Evet sevgili dostlar, adalet çok önemli bir kavram ve günün birinde hepimize lazım olabilir. Aynı dünya görüşünü paylaşmadığınız insanlar için de adaletli davranmayı tercih etmezseniz, bu duyguyu benliğinde özümsemiş insanları ihtiyaç anında yanınızda bulamayabilirsiniz. Herkesin gittiği yönün tersine gittiğinizi hissetseniz bile adaletten şaşmamalısınız.

         Mutlu, sağlıklı ve adalet dolu günler diliyorum tüm okurlarımıza.

4 Şubat 2025 Salı

114.05.02.2025 - LATİNLER (Göynük Gazetesi)


 LATİNLER

Merhabalar değerli okurlar. Günlük hayatımızda interneti kullanma sıklığınız nedir? Peki bu kullanım sırasında tarayıcınızın adres satırına yazdığınız internet site adlarındaki acayipliğin, 12 Eylül’deki cunta rejiminin bir eseri olduğunu biliyor muydunuz? Durun, anlatayım!

​1981’de uluslararası bir toplantı yapılarak bilgisayar klavyelerinde ve dijital ortamlarda kullanılacak evrensel karakter setleri belirlenecekti. İrlanda’da yapılacak bu toplantı için Türkiye’den de bir heyet talep edildi. Dönemin muktediri, yüce insan (!), ağzından çıkan her kelime adeta kanun hükmünde kararname olan, darbeci cuntanın lideri kenan evren, bunun gereksiz olduğunuz ve boşa masraf olacağını söyleyince Türkiye bahse konu toplantıya katılmadı. Bu darbeci kenanevren’in kudretini size şu örnekle anlatayım: Türkiye Süper Ligi’nin o dönemki adı Türkiye 1. Ligi’ydi. Bay evren “1. Ligde neden bir Ankara takımı yok?” diye sordu çevresindekilere. Cevap alamayınca o dönemki adı Federasyon Kupası olan Türkiye Kupası’nda şampiyon olan takımın hangi ligde olursa olsun 1. Lige doğrudan çıkarılması yönünde bir karar alarak, kupa finalinde Boluspor ile oynayacak olan Ankaragücü takımının önünü açtı deyim yerindeyse. Gayet de şaibeli bir maçın ardından buz gibi bir golü de sayılmayan Boluspor, Ankaragücü’ne yenildi ve hem kupa hem de 1. Lige yükseltilmek Ankaragücü’nün hakkı (!) oldu. Neden Ankaragücü derseniz ordumuza mühimmat üreten Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumunun takımı olmasından dolayı elbette. Ayrıca şunu da belirteyim; ne Ankaragücü ile ne de başka bir spor kulübüyle bir problemim yok. Derdim spor kulüplerinin siyaseten araç olarak kullanılması… Konumuza dönersek, İrlanda’da yapılan bahse konu bu toplantıda Türk Alfabesi’ne özel karakterler olan ç, ğ, ı, ö, ve ü, ana karakter seti olan Latin-1 seti yerine Latin-3 setine dahil edildi. Böylelikle bugün kullandığımız internet alan adlarında örneğin arçelik.com.tr yerine arcelik.com.tr, ığdır.gov.tr yerine igdir.gov.tr ve göynükgazetesi.com yerine goynukgazetesi.com kullanmaya zorunlu bırakılmış olduk. 4 Mart 2006 yılında Domain Name System (DNS) çalışma grubu Türkçe karakter adlarının site adlarında kullanımına yönelik adımlar attı atmasına ama bu girişimler pek karşılık bulmadı ve günlük hayatta kullanımı sınırlı kaldı.

​Benzer bir biçimde cep telefonlarının hayatımıza girdiği 90lı yıllardan 2000lere kadar mesajlaşırken şebekelerin sunduğu günümüzde kullanımı hayli ilkel kalan SMS sisteminde,yazdığımız mesajlarda Türkçe karakter kullanamıyorduk. Daha doğrusu kullanmamayı seçiyorduk. Zira bir SMS 160 karakter uzunlukla sınırlıydı ve bir SMS 2 kontördü, ama eğer içerisinde ç, ğ, ı, ö, ve ü harflerinden birini kullanmaya kalkarsak mesajımız anında 4 kontörlük oluyordu. O yüzden slm, nbr gibi kısaltmalar ile ş yerine $ işareti kullanmak gibi zekice bazı numaralar yapmamız gerekiyordu. Neyse ki 2007 yılında o dönemki adı Telekomünikasyon Kurumu olan BTK, yaptığı girişimlerle SMSlerdeki Türkçe karakter sorununun çözülmesini sağladı. Ama heyhat! Buna gerek kalmamıştı ki!Çünkü akıllı telefonlar yaygınlaşmaya başlamıştı. Bununla birlikte hayatımıza Whatsapp ve benzeri anlık mesajlaşma uygulamaları dahil oldu ve ş yerine $ kullandığımız SMS, sadece firma ve bankaların iletişim metodu olmak gibi nostaljik bir şey olarak kaldı. Aynen PTT’nin mektup yerine fatura ve banka ekstrelerini taşıyan basit bir taşıma şirketi olarak kalması gibi…

​Mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm okurlarımıza.(Yazarın Notu : Belki dikkatinizi çekiyordur, bazı kişi ya da kurum adlarının baş harflerini yazarken büyük harf değil küçük harf kullanıyorum. Bu yaptığım, bir hata değil tam tersi benim kişisel seçimim. Saygı duymadığım kişi ya da kurumların isimlerini büyük harfle yazmamayı seçiyorum.)

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...