BİN YIL SÜRECEK DÖNEM
Merhabalar
değerli okurlar. Bana eski kafalı da diyebilirsiniz ama açıkçası ben yazıları
dijitalden çok basılı hallerinden okumayı tercih edenlerdenim. Dolayısıyla
gazetemizin basılı versiyonlarını hem okumak hem de arşivime katmak benim için
ayrı bir keyif. 28 Şubat’ta yayımlanan bu sayımız için de sizlere yakın
tarihimizden arşivlik bir yazı sunmak istedim.
Yaşı
genç okurlarım belki hiç duymamış, ya da az çok bir şeyler duymuş olabilirler, 28
Şubat denildiğinde akla gelen en önemli olay tarihi Milli Güvenlik
Kurulu toplantısıdır kanımca. 1997’de gerçekleşen bu toplantıya
değinmeden önce 28 Şubat kararlarına gelinen süreçte neler olup bittiğine
kısaca bir bakmak gerekir öncelikle.
1993
yılı örneğin, Türk siyasi ve sosyal yaşamında 28 Şubat sürecinin yapı
taşlarından biridir. Şüpheli ölümler, faili meçhul (aslında faili meşhur)
cinayetler ve terör saldırılarıyla dolu bu yıla 24 Ocak’ta gazeteci-yazar
Uğur Mumcu suikasti ile başlamıştık. 12 Eylül sonrası hükümetlerde
önemli görevler üstlenmiş, siyaset için fazlaca zeki bir karakter olan Adnan
Kahveci’nin şüpheli trafik kazası, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral
Eşref Bitlis’in helikopter kazası denilerek geçiştirilen son derece şüpheli
ölümü, 8nci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ani vefatı (yakın zamanda
zehirlenme şüphesi ile mezarı açılmış ve zehir bulgularına rastlanmış olmasına
rağmen zehirlenme olmadığı yönünde rapor verilmiştir), istihbaratçı Ahmet
Cem Ersever suikasti, Türk siyasal yaşamında önemli yerleri olan 12 Eylül
arifesinde Cumhurbaşkanı vekilliği yapmış İhsan Sabri Çağlayangil, 1960
darbesinde Milli Birlik Komitesi’nin fiili liderliğini de yapan Cemal
Madanoğlu ile eski asker ve siyasetçi Tekin Arıburun’un vefatları ve
terör örgütünün belki de tarihindeki en kanlı eylemleri gerçekleştirmesi ile kapkara bir yıldı 1993 yılı.
Kendinden sonra gelecek olan ve günümüz siyasal yaşamını bile dizayn eden
olaylar, yapılan seçimler, kurulan ve bozulan hükümetler ile hızlı bir mecrada
akan olaylarla 1995’e gelindiğinde; yapılan genel seçimlerde merhum Necmettin
Erbakan liderliğindeki Refah Partisi 1. Parti olmasına rağmen laik
kesimlerin fazlaca tepki koyması nedeni ile hükümeti kurma görevini
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den alamadı. Merkez sağ seçmenin iki partisi
olan ANAP ve DYP’nin kurduğu ANA-YOL (evet o yıllarda
koalisyon kuran partilerden böyle garip hatta ucube kısaltmalarla
bahsedilmekteydi) hükümeti, liderleri olan Mesut Yılmaz ve Tansu
Çiller’in yüksek egolarından dolayı zaten tel maşa gibiydi ve uzun ömürlü
olmadı. Bu kez seçmen iradesine karşı hareket etmeyen Demirel, hükümeti kurma
görevini Erbakan’a verdi ve Erbakan da birkaç tur görüşmenin ardından dönüşümlü
başbakanlık formülü üzerinde anlaştıkları DYP ile koalisyon kurdu. REFAH-YOL
kısaltmasıyla anılan hükümette çağdaş Türk kadını imajı ile
Çiller, laik kesimlerin endişelerinin emniyet sübabı gibi görüldü. Zaten iki
yıl sonra Erbakan dönüşümlü sistem çerçevesinde görevi Çiller’e devredecekti.
Toplumun değişik kesimlerinin biraz sabır göstermesi yeterliydi yani.
Ancak
filliyatta durum hiç böyle gerçekleşmedi. Erbakan, başlangıçta partisi ve
partisine oy veren seçmene karşı mesafeli duran kesimlere karşı ılımlı bir
siyaset sergilese de gizli ya da aşikâr bir el ya da eller tarafından sürekli
baltalandı. Ekonomi alanında yıllar sonra ilk kez denk bütçe yapılması
ve havuz sistemi diye anılan sitemle, işçi ve memur kesimine tarihin en büyük
ücret ve maaş zamları yapılmasına ve kamuda tasarrufun en üst düzeyde
uygulanmasına rağmen, özellikle partisinin mensuplarınca hatta bazen bizzat
kendisi tarafından laik kesimlerin endişelerinin gerçekleştiğine dair eylem ve
söylemler sergilenmesi ile işler başlangıçtaki temkinli ılımlılıktan
uzaklaşmaya başladı. Adına merkez medya denilen ve o dönemin vurduğu
yerden ses getiren televizyon kanalları, birileri tarafından servis edilen
görüntüleri günbegün yayınlamaya başladı haber kuşaklarında. 28 Şubat’a
yaklaşılırken gerçekleşen 4 olay REFAH-YOL hükümeti için sonun
başlangıcı oldu denilse yeridir.
Bunlardan
ilki Ekim ayında Erbakan’ın yaptığı ilk dış resmi ziyaretlerden Libya’da,
Libya lideri Muammer Kaddafi’nin bir bedevi çadırı içerisinde Türkiye’yi
katliamcılık ve hatta soykırımcılıkla suçlamasıydı. Erbakan, bu isterik
ithamlara karşı suskun kalmakla çok eleştirildi.
İkincisi,
Kasım 1996’daki Susurluk Kazası idi. O tarihe kadar sadece ayranı ile
meşhur olan Balıkesir’in Susurluk ilçesi, aynı otomobilden çıkan siyasetçi,
emniyet mensubu ve mafya üyesi ile ayranından daha fazla ün kazandı. Adeta irinle
dolu bir sivilce patlamış ve içindeki pislik ortalığa yayılmıştı. Merkez
medyanın da bu işi ballandıra ballandıra günlerce yayınlaması ile toplumsal bir
tepki oluşturuldu. Kısa vadede bu hükümetin yarattığı bir illegalite olmamasına rağmen bu olay tümüyle REFAH-YOL
hükümetine mal edildi.
Bir
diğer olay 1997 yılının Ocak ayında Sincan Belediyesi’nce
düzenlenen Kudüs gecesi etkinliğinde olan bitenlerin, laik kesimlerce bir karşı
devrim olarak kabul edilmesi, merkez medyanın da köpürtmesi ile Zırhlı
Birlikler Eğitim Okulu’na bağlı birliklere aynı Sincan’ın caddelerinde tanklarla
geçit töreni yaptırılmasıydı.
Son
olay aynı yıl hatta aynı ay içerisinde, Ramazan ayında Necmettin Erbakan’ın
Başbakanlık Konutu’nda tarikat liderlerine verdiği iftar yemeği oldu. Yine
merkez medyanın günlerce süren tefrikası sonucu bu iftar yemeği toplumda geniş
bir tepkiye neden oldu. Ordunun üst düzey komuta kademesi, Gölcük’te
toplantılar yaparak irticanın büyük bir tehlike olduğunu kamuoyu ile paylaştı
(Bazı kesimlerce 1999 Gölcük depremi bu toplantılarla ilişkilendirildi ve bazı
toplumsal olaylarda “7,4 yetmedi mi?” şeklinde pankartlara bile taşındı).
Bu
süreç maalesef bir güç savaşıydı ve karşıt iki kesimce ifrat ve
tefrit içerisinde devam etti. Örneğin Başbakanlık’ta verilen bir
resepsiyonda alkol ikram edilmemesi üzerine dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı
merhum Oramiral Güven Erkaya’nın ısrarla rakı servisi istemesi, verilen
olumsuz yanıta rağmen cebinden çıkardığı para ile gerekirse dışarıdan satın
alınıp getirilerek servis edilmesini emretmesi gibi bazı olaylar ile bu güç
savaşı topluma servis edildi.
Sonuçta
1997’nin 28 Şubat’ında, Çankaya Köşkü’nde gerçekleşen ve 9 saatlik
süresiyle adeta rekor kıran Milli Güvenlik Kurulu taoplantısı sonunda kamuoyuna
deklare edilen kararlar, kimi kesimlerce olumlu karşılanırken kimi kesimlerce
postmodern darbe diye nitelendi. Bu sürecin önemli figürlerinden biri olan Orgeneral
Çevik Bir tarafından, 28 Şubat’taki MGK’de alınan kararların yani 28 Şubat
sürecinin bin yıl devam edeceği vurgulandı. Erbakan, bir süre
imzalamamak üzere direse de kararların altına imza attı ancak tabanına karşı
sıkıntı yaşamamak için uygulamayı geciktirdi. Aynı yılın Haziran ayında da,
dönüşümlü başbakanlık sürecinde görevi Tansu Çiller’e devretmek üzere
istifasını sundu. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Hükümeti kurma görevini
Çiller yerine ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verdi. Yılmaz da Ecevit’in DSP’si
ve Hüsamettin Cindoruk’un DTP’si ile ANASOL-D kısaltmalı hükümeti
kurdu.
Günümüze
değin çeşitli çalkantılarla devam edegelen Türk siyasetinde önemli bir yeri
olan 28 Şubat süreci, yakın tarihin önemli olaylarından biriydi ve yukarıda da
ifade ettiğim gibi karşıt görüşlerin bir güç savaşıydı. Bu güç savaşını hangi
gücün ya da güçlerin kazandığından çok, kimin kaybettiğine bakmak lazım. Bence
kaybeden taraf, bu süreç içerisinde anlamsız polemikler arasında kalan halk
oldu maalesef. Ülkenin potansiyeli bu güç savaşları ve patinajlar ile atıl hale
getirilmeseydi acaba Türkiye nerelerde olurdu üzerinde ayrıca düşünmek gerekir
bence.
Darbelerden
ve anlamsız güç savaşlarından uzak, mutlu ve sağlıklı günler diliyorum tüm
okurlarımıza. (Yazarın Notu : Bu uzuun yazıya tahammül gösterdiğiniz
için ayrıca teşekkür ederim)