5 Eylül 2011 Pazartesi
0048-08.09.2011.ROK and Roll!!!
27 Nisan 2011 Çarşamba
0047-28.04.2011.Nostaljik Bir bakış
20 Nisan 2011 Çarşamba
0046-21.04.2011.Şampiyonluk Hayal Mi?!
Şampiyonluk Hayal Mi?!
Değerli okurlarıma selam ve sevgiler sunmak istiyorum. Genelde spor yazmamaya çalışıyorum. Özellikle de futbolu ve Boluspor’u... Zira olayın içerisinde olan, dış saha maçlarında dahi Boluspor’u takip eden birçok değerli ve sıkı Bolusporlu yazarın bulunduğu bir ortamda Boluspor’la ilgili yazı yazmak bana haddimi aşmakmış gibi geliyor. Ama geldiğimiz noktada âcizane birkaç kelime etmeyi de, öz be öz Bolulu biri olarak kendimde hak gördüğümdendir ki bu satırları okumaktasınız.
2010 yılının Haziran ayı başında göreve gelen Sayın Levent Eriş, imza töreni ardından yaptığı açıklamada aynen şunları söylemişti:
“Boluspor'un Süper Lig'de olması için el birliği ile birlikte hareket etmek durumundayız. Sadece ben ve ekibimin şampiyonluğu istiyoruz diye bir başarıya ulaşma gibi bir düşüncemiz yok. Bu bir ekip çalışmasıdır. Başkanımızdan yönetim kurulumuza, taraftarımızdan basınımıza kadar herkese görev düşüyor. Kimseye hayal tacirliği yapmayacağız, ayağımızı da yorganımıza göre uzatarak, kesinlikle kulübümüzü en ufacık bir zarara uğratmadan hayırlısıyla hedefe ulaşacağız. Bu hedefe ulaşmak için her şeyi yapacağız.”
Hayal tacirliği yapmama iddiasında olan Sayın Eriş, 2010’un Aralık ayında Giresunspor ile anlaştığı yönünde hakkında çıkan haberlere sert tepki göstererek şöyle demişti:
“Yeter kardeşim, yeter! Ben enerjimi bu tür dedikodulara değil, takımıma vermek istiyorum. Ben Başkanıma, yönetime, futbolcuma ve taraftarıma söz verdim. Sezon sonuna kadar takımımın başındayım. Ve bu takımı şampiyon yapacağım.”
Çok değil, Gaziantep büyükşehir Belediyespor maçı öncesinde ise Levent Bey’in şu demeci yansıdı basına:
“Kalan maçlar sonrasında Boluspor ligde ilk 2 içerisinde yer alacak. Amacımız ve çalışmamız bu doğrultuda. Önümüzde en önemli maçlardan bir tanesi var. Sonrası beni hiç ilgilendirmiyor.”
2011 yılının Nisan ayındayız ve 2 puan daha kaybedilen Rizespor maçı sonrasında Sayın Eriş’in görüşleri şu şekilde:
“Ne diyeceğimi bilmiyorum. Geride kalan 5 haftada 15 puan almak istiyorduk. Ancak bütün ümitlerimizi yitirdik. 90 dakika mücadele eden, gol arayan bizdik. Ancak galibiyet golünü bulamadık. Taraftarlarımızı yine çok üzdük. Onlar bunu hak etmiyorlar. Ama söyleyecek fazla bir şey kalmadı. Biz ilk ikiden olmasa bile play-off'lardan bu takımı Süper Lige çıkartmak için elimizden geleni yapacağız.”
Dikkat edilirse Sayın Eriş’in demeçlerinde kronolojik olarak bir hedef küçültme var. Hayal tacirliği yapamama iddiası ile göreve gelen bir teknik adamın zaman içerisinde takımı şampiyon yapmaktan play-offlardan takımı Süper Lige çıkarmaya gayret etmeye kadar devam eden geniş bir yelpazedeki iddiaları artık maalesef hiç kimseyi tatmin edemeyecek bir vaziyette. Ligden ihraç edilmesi gündemde olan Diyarbakırspor’dan gelecek olan +2 puanı hesap ederek “şampiyonluğun en büyük adayı Boluspor’dur” mealinde bir yazı kaleme alan Sayın Kamuran Alagözoğlu’nun bu düşüncesine ise maalesef katılamayacağım.
Özellikle son haftalardaki maçları çıplak gözle izleyen ve izleyici olmanın ötesinde hiçbir teknik bilgiye sahip olmayan dostlarımın ortak kanaati ne biliyor musunuz? Takımda müthiş bir ikilik olduğu! Takımda Levent Eriş’in adamları ve diğerleri diye bir ikilik varsa eğer, yitip giden umutlar var demektir. Hiç kimse için değil de yağmur çamur, sıcak soğuk demeden takımını gönülden destekleyen, bunu yaparken kendi şehrinin polisinden dayak yemeyi bile göğüsleyen, “Bu sene o sene” masalları ile ağzına bir parmak bal çalınan cefakâr, vefakâr Boluspor taraftarı için üzülürüm. Bir de içlerinden Merhum Şerafettin Gülşen (Şeref Dedem) gibi birini tanıdığım için gurur duyduğum, Boluspor kurucuları için… İnşallah Boluspor Süper Lige çıkar da ben bu yazdıklarımdan utanırım.
Hepinize sevgiler sunuyorum değerli okurlar…
13 Nisan 2011 Çarşamba
0044-14.04.2011.Demokrasi ve Seçimler
DEMOKRASİ ve SEÇİMLER
Selam ve saygılar sunuyorum değerli okurlar. Eskilerin deyimi ile “seçim sath-ı mahalli”ne girmeye başladığımız şu günlerde, ben de âcizane milletvekili aday adaylığı ve aday belirleme süreci ile seçim sistemi hakkında birkaç söz etmek isterim müsaadenizle.
Malum Bolumuz küçük bir şehir. Bir sonraki seçimde Milletvekili sayımızın üçten ikiye düşme riski, Demokles’in Kılıcı gibi tepemizde bekleyedursun, önümüzdeki 12 Haziran Genel Seçimleri’nde Bolu Milletvekili payesi ile Ankara’ya doğru yola çıkmaya hazırlanan adayların belirlenmesi süreci toplum nezdinde tepki aldı. Aslına bakılırsa Milletvekili adaylarının parti genel başkanlarınca belirlendiği süreç senelerdir siyasetle uzaktan ya da yakından ilgilenen herkesin ortak yarası gibi. Oysa aday belirleme süreci ile kamuoyunun gündemine gelen ve seçimlerin sonuçlarının açıklanması ile ortaya çıkan tablonun değerlendirilmesi sırasında birazcık daha gündemde kalan ve bir sonraki seçim dönemine kadar unutulan bir gerçek var: O gerçek de Siyasi Partiler ve Seçim Yasaları’nın değiştirilerek daha demokratik bir hale getirilmesi gerekliliği… Her ne hikmetse bu gereklilik, seçim dönemlerinde anımsanıp daha sonra ise balık hafızamızdan siliniveren bir durum… İktidarından muhalefetine tartışmasız herkes Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarından memnuniyetsizliğini dile getirirken, bunları daha demokratik bir hale sokmak adına hiç kimseden bir hareket görmüyoruz maalesef. Bugün bir değişiklik yapılsa dahi 12 Haziran 2011 seçimlerinde değil, onu takip eden seçimlerde, yani 2015 yılındaki seçimlerde uygulanabileceğinden midir bilinmez, harekete geçmede bir isteksizlik var sanki. Oysa ki bu değişim bir gereklilik bana kalırsa.
Şu anki durumu kısaca özetlersek; her ne kadar aksi savunulsa da, parti genel başkanlarının iki dudağı arasından geçiyor milletvekili adaylığı. Liyakat denen olgunun yerini ise parti başkanına koşulsuz destek vermek ya da onunla ortak bir geçmişten geliyor olmak alıyor bir bakıma. Seçmen de ortaya çıkan isimleri seçmek zorunda bırakılıyor. En basit hali ile ilköğretimde öğretilen “Cumhuriyet halkın kendi kendini yönetmesidir” ifadesinin tümüyle tersi bir durum bu. Zira halk yöneticilerini kendisi seçmemekte, kendisine dayatılanı seçmek zorunda kalmakta bu durumda. 1980’lerin sonunda merhum Turgut Özal tarafından uygulamaya konulan ancak uzun ömürlü olmayan, “Tercihli Oy Sistemi” de cılız olmasına karşın, demokratik manada olumlu bir çabaydı. Aday adayı olmuş kişiler içinden adayları partililer değil, bizzat halk sandık başında seçiyordu bu sistemde. Adaylığa aday olan kişilerin parti üyelerince oylanarak sıralandığı ön seçim sisteminin ise çok fayda sağlayacağını düşünüyorum. Zira parti başkanları da sultanlığını ilan etme fırsatından mahrum kalacak, parti içi demokrasi başta olmak üzere genel manada “ileri demokrasi”ye de işlerlik kazandırılmış olacaktır. Yüzde 10’luk ülke barajı sistemi ise Türk Demokrasisi’nde kocaman bir kambur olmaktan başka hiçbir faydası olmayan, işlevselliğini yitirmiş bir uygulamadan ibaret… Geçmiş dönemde barajı aşamadığı halde bağımsız statüde seçilerek Meclis’te grup kuran partiler gördük. Baraj tümden kaldırılmadan, yüzde 5 seviyesine çekilebilir ve meclis dışında kalan partilere oy veren insanların da temsil hakları ellerinden alınmamış olur böylelikle. Partiler arası ittifaklara olanak sağlayan düzenlemeler de yapılmalıdır ki; fiiliyatta partiler arasında gördüğümüz “çatı” problemi de ortadan kaldırılmış olsun. Elbette bunları gerçekleştirebilmek için öncelikle istek olmalı… İstek olduktan sonra ayrıntılar üzerinde uzlaşılır kanaatindeyim.
Son olarak, 12 Haziran seçimlerinin makro bağlamda ülkemiz ve çevre ülkeler için, mikro bağlamda da ilimiz için hayırlı sonuçlar doğurmasını diliyorum. Umutsuzluk seçmene yakışmayan bir durumdur; umutsuzluğa kapılmadan, akilane davranarak sandığa gidip oyunuzu verin. Oy vermenin bir görevden daha çok bir hak olduğunu ve hakkınıza sahip çıkmanın geleceğinize sahip çıkmak olduğunu zerrece aklınızdan çıkarmayın lütfen. Hepinize sevgi ve selamlarımı sunuyorum.
7 Nisan 2011 Perşembe
0043-08.04.2011.Ö-Se-Ye-Me Hakkımı Yeme!
Ö-Se-Ye-Me Hakkımı Yeme!
Merhabalar. Geçtiğimiz günlerde yapılan Yükseköğretime Geçiş Sınavı YGS’de şifreli şık sıralaması iddialarıyla geçen bir haftayı geride bıraktık. Ancak iddiaların ve karşıt görüşlerin ardı arkası kesilecek gibi görünmüyor. Konu hakkında uzun uzadıya bilgi verecek değilim; zira yazılı ve görsel bazda yayın yapan ulusal basında boy boy tefrika edildi, edilmeye de devam edecek gibi…
Son dönemde özellikle geçtiğimiz yıl yapılan ve sistemli kopya iddialarıyla iptal edilen KPSS’nin ardından ÖSYM’nin bu yıl düzenlediği ilk büyük çaplı sınavdan sonra ortaya çıkan bu iddialar Kurum’u epeyce yıprattı bence. Olan yine emek harcayıp sınava girerek bilgisi ve yeteneğinin adil biçimde ölçüleceğine inanan mazlumlara oluyor, olacak. Zira iptalin ardından verilen ve KPSS’de Eğitim Bilimleri testinde 120 soruda 120 doğru yanıt veren “Süper Zeka” sözüm ona “öğretmen”lerin atamalarının kesinlikle yapılmayacağı sözü maalesef boşa çıktı. Bu “hanımefendi” ve “beyefendi”lerin çoğunluğunun yaptıkları hırsızlık yanlarına kâr kaldı ve bunlar atandılar. Neyse, bu ayrı bir tartışmanın konusu... Asıl konumuz, onyıllardır hiçbir şaibeye yer bırakmadan hakkaniyetle ölçme ve değerlendirme yapan ÖSYM’nin halk nezdinde güvenilirliğinin neredeyse sıfırlanmış olması. İnsan faktörünün olduğu her yerde “hata”ların olması normaldir. Ancak bu masum hatalar, sistemli bir kayırma aracı olup, emek, zaman ve para harcayan insanların bu harcamalarını gasp eder boyuta ulaşırsa durum o zaman durum çok vahim bir hal alır. Bu tür sınavlarda sadece bir doğru yanıt farkla binlerce kişiyi sollama şansı, şans olmaktan çıkarılıp, sollama “kollama”ya dönüşürse bunun vebalinden kimse kaçamaz.
KPSS Skandalı’nın ardından, önce “Yok böyle bir şey” diyerek iddiaları reddeden, Emniyet ve Devlet Denetleme Kurulu incelemelerinin ardından olayı kabullenircesine istifa eden ÖSYM eski Başkanı Ünal Yarımağan’ın, YGS Skandalı’nın ardından “Hata olarak kabul edilemeyecek kadar vahim. Zaten KPSS’deki durumu da o zaman ben söyleyememiştim” mealindeki beyanı ise insanı acı acı gülmeye iten bir yapıdaydı. Yıllar yılı devlet kademelerinde memur olarak çalışıp emekli olduktan sonra memurken yaptığı / söylediği herşeyin tersini savunan insanlar görmeye alışkınız. Dolayısıyla Ünal Bey’in bu çıkışı beni hiç şaşırtmadı desem yeridir. Masanın bu tarafında oturmaktan her zaman için farklıdır masanın diğer yanı… Şimdiki ÖSYM Başkanı Ali Demir de ilk başta kesin bir dille iddiaları reddetti reddetmesine fakat daha sonra kendi deyimi ile “acemilik” yaptıklarını itiraf ederek, “Eğer sınav iptal edilirse yenisini yapabiliriz” dedi ve sanki olayın üstüne “tüy dikti”! Ama maalesef daha acı olanı, iddiaların gerçek olup olmadığı yetkili kurum ve kuruluşlarca ispat edilmeden Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu tarafından olayın kat’iyetle reddedilmesi oldu kanımca. Devletin Milli Eğitim Bakanı’na yakışan “İddialar bizi üzdü. Hiç kimsenin hakkının zayi olmasını istemeyiz. Olayın araştırılması için gerekli merciler göreve davet edilmiştir. Ayrıca ben de bağımsız uzmanlardan oluşan bir kurul tertip ettim. En kısa sürede araştırma tamamlanarak sonuçlar kamuoyu ile paylaşılacaktır.” demesi idi. Aksine Sayın Bakan külliyen red yolunu seçti.
İdareci sıfatındaki insanlar için bir kıssa ile bu haftanın yazısını tamamlamak isterim. Ömer Bin Abdülaziz Halife olduğunda hatırlı büyüklerine kendisine akıl vermelerini rica eden bir mektup yolladı. Gelen cevaplar ibretlikti:
“İnsanları baba, kardeş ve oğlun gibi bil. Babana iyilikte bulun, kardeşini kolla, oğluna da şefkatli davran!”
“Kendin için istediğin şeyleri insanlar için de iste, istemediklerini insanlar için de isteme. Unutma ki ilk Halife sen değilsin ve sen de bir gün öleceksin.”
Hepinize adaletli ve güzel günler dilerim değerli okurlar.
30 Mart 2011 Çarşamba
0042-31.03.2011.Kamu Vicdanı
Kamu Vicdanı
Selam ve sevgiler değerli okurlar. Yine yoğun gündeme sahip bir haftayı daha geride bıraktık. Gerçi ne zaman yoğun olmayan bir gündeme sahip ki ülkemiz?!
Kuşkusuz en çok ses getiren olay, Kayseri’de 18 ay önce kaybolan üç yavrucağın katil zanlısının yakalanışı oldu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün direktifi ile görevlendirilen dönemin Konya Asayiş Şube Müdürü Ercan Taştekin önderliğindeki ekip, adeta ince işçilik örneği sergileyerek katil zanlısını yakaladı ve adalete teslim etti. Bundan sonraki süreçte yüce yargı son sözü söyleyecek ve zanlının mümkün olan en ağır cezayı almasını sağlayacaktır. Zira infial içindeki kamuoyu ve özellikle de öldürülen çocukcağızların aileleri yüce yargıdan ancak bunu beklemekte.
Elbette bu dava idam cezasının yeniden uygulamaya konulması boyutunda kamuoyu nezdinde çeşitli platformlarda tartışmaya açıldı. Avrupa Birliği müktesebatına uyum sürecinde 2002 senesinde ceza yasalarımızdan çıkarılan idam cezası, 1984 yılından bu yana da fiilen uygulanmıyordu zaten ülkemizde. Ancak Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun da konuyla ilgili bir mülakatta belirttiği gibi, kamu vicdanı bazı vakalarda bu cezanın şiddetli biçimde uygulanması yönünde hareket ediyor. Adaletin tecelli etmediğine ya da çok geç işlediğine inanan kesimlerce zanlıların, tatbikat için olay yerine getirilişleri, adliyeye sevkleri ve benzeri süreçlerde linç edilme girişimlerine muhatap olduklarını görüyoruz. İdam cezasının yaygın olarak değil belki ama özellikle bu tür davalarda uygulanması, kamu vicdanında yanan ateşin bir nebze de olsa hafifletilmesine fayda sağlayabilir.
***
Geçtiğimiz Salı günü Anıtpark’ı da kapsayan alanda ihdas edilmesi planlanan Kent Meydanı ile ilgili projeler, Ticaret ve Sanayi Odası’nda düzenlenen toplantıda gün yüzüne çıktı. Altı adet projenin tanıtıldığı toplantıya damga vuran ise Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz’ın tokalaşmak üzere uzattı eli gazeteci Metin Ferah’ın havada bırakması oldu. Demokratik bir tepki olarak görülebilir, ancak Metin Bey’in tepkisi kişisel olarak Alaaddin Yılmaz’a bile olsa hiçbir manada şık durmadı bence. Kişiler Alaaddin Yılmaz’ı insan olarak sevmeyebilirler. İcraatlarından da hoşnut olmayabilirler. Ancak Kent Meydanı gibi çok çok önemli bir konuda konsensüs oluşturma amacı taşıyan bu geniş tabanlı toplantıda havada bırakılan el Bolu Belediye Başkanı Makamı’nın elidir; elin sahibi kim olursa olsun. Yasalarda belirtilmemiş de olsa bu bir nezaket kuralıdır. Bu tepkinin Metin Bey’e yakışmadığını düşünüyorum. Yeri gelmişken Kent Meydanı projelerinin bir meydandan daha çok bir ticari işletme mantığı ile hazırlandığı göze çarpıyor. Kamuya ait bir bölgenin üçüncü şahıslara Yap-İşlet-Devret mantığı ile teslim edilmesine gönlüm razı gelmiyor maalesef. Ayrıca hangi proje hayata geçirilirse geçirilsin olaya Anıtlar Yüksek Kurulu da bir aşamada müdahil olacak, mevzu uzayıp gidecek. Hakkımızda hayırlısı ne diyeyim…
Sevgilerimi sunuyorum değerli okurlar. Haftaya buluşmak üzere…
23 Mart 2011 Çarşamba
0041-24.03.2011.Kısa Kısa - Kıza Kıza
Kısa Kısa – Kıza Kıza
Merhabalar. 2011 yılının ilk yazısını yazmak bugüne nasipmiş… Aslında yazıp çöpe attığım o denli çok taslak oldu ki; sayısını ben de unuttum. Ülkemizin ve dünyanın gündemi, tabiri caizse, ışık hızından daha hızlı değiştiğinden sizlerden bu kadar uzun süre ayrı kaldım. Çöpe attığım yazılardan da alıntılar içerecek olan bu yazımı kısa kısa paragraflar halinde tasarladım. Umarım ilk kez deneyeceğim bu metodu seversiniz.
***
Yılın ilk ayı içerisinde en baba tartışmalar Show Tv’de yayımlanan Muhteşem Yüzyıl dizisi ile ilgiliydi. Aslında çöpteki yazılarımdan birinin tamamını tartışmaya müdahil olma anlamında bu diziye ayırmıştım. Fakat birkaç bölüm sonrasında bu tür bir tartışmaya mahal bırakmayacak ölçüde sığlaşan dizinin tek olumlu yanının, insanımızda bir nebze olsun tarih merakı oluşturmak olduğunu düşünmeye başladım. O merakın boyutu da maalesef harem dairesi ile sınırlı kaldı. Gizlilik kışkırtıcıdır ya… Bizim elde ettiğimiz kâr ise bir şeklide edinip okuduğumuz birkaç tarih temalı kitap, izlediğimiz birkaç tartışma programı oldu o kadar. Adam olana çok bile!..
***
“Yavru Vatan” Kıbrıs’taki “Türkiye elini Kıbrıs’tan çek” mealindeki ahmakça mitinglere gelince... Hangi aklı evvelin başının altından çıktığı belli olmayan, aslında bunun zerre kadar da önemi olmadığını düşündüğüm bu görüşe, bir Türkiye Türk’ü olarak katılmamak elde değil aslında. Vergi veren bir birey olarak, Güneydoğu’daki kaçak elektriğin parasını ödemek zorunda olmadığım gibi, kumarhanecilik ve illegal yardımcı gebelik teknikleri ihracından başka hiçbir pozitif ekonomik katkısı olmayan Kuzey Kıbrıs’a da aylık bilmem kaç milyon TL göndermek zorunda da değilim! Bağımsız bir devletse orası kendi gayrı safi milli hasılasını kendi gayretleri ile artırsın. Ha, devlet değilse de 82nci vilayetimiz olsun da bari akıtılan paraların İl Özel İdaresi Yasasına dayanarak akıtıldığını bilelim.
***
Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerini saran ayaklanma ve demokrasi talepleri de bir hayli ses getirdi. Tunus’ta neredeyse bin yıllık Zeynel Abidin Bin Ali diktatoryasını devirene dek devam eden ve diğer tüm ayaklanmaların ateşini kıvılcımlayan hareketlilik, Mısır’da biraz daha uzun ve kanlı devam etmesine karşın, ulaşması gereken hedefe ulaştı ve Hüsnü Mübarek alaşağı edildi. Gerçek demokrasi için daha çok yolu olmasına karşın Mısır halkı da bunu başaracaktır diye düşünürken, ayaklanma furyasının en şiddetli ve en kanlı olanı patlak verdi: Libya! “Albay” Muammer El Kaddafi, ben bu satırları yazarken henüz devrilmemişti. Ancak çevre ülkelerden günlüğü 1.000 dolar maaş ödeyerek paralı asker temin etmesi ve isyancılara orantısız güç kullanması gerekçe gösterilerek Allah’ın cezası ABD önderliğindeki koalisyon güçlerince havadan ve denizden vurulmaya başlandı Libya. İlginçtir ilk füzeyi ise Kaddafi’nin kankası olan ve Libya’ya en çok silah satan ülkenin, Fransa’nın Cumhurbaşkanı Sarkozy salladı Libya topraklarına. ABD ise, İngiltere’nin kayıtsız şartsız figüranlığında, herkesçe malum olan petrol aşkıyla olayı kotarıyor. Sivillerin ölmesi zerrece umurlarında değil. O yüzden tanesi 1,5 milyon dolar olan Tomahawk’ları maytap gibi harcamaktan çekinmiyorlar! “İleri demokrasiyi” Irak’a götürdükleri gibi Libya’ya da bir götürebilseler… Aslında dikkat çekici iki nokta var: Birincisi Osmanlı’nın bir şekilde el çektirildiği coğrafyalarda huzur, mutluluk onlarca yıldır mumla aranıyor adeta. Diğer dikkate şayan nokta ise, adına Wikileaks Belgeleri denilen ve bence Amerikan Yönetimindeki Şahinler kanadının oyunundan ibaret olan belgelerden sonra bu olayların çorap söküğü gibi gelişmiş olması. Sorulması gereken asıl soru şudur: Madem bu denli önemli belgeleri kamuoyu ile paylaşarak krizlerin müsebbibi oldu Wikileaks, o çok güçlü CIA, NSA ve bilumum haberalma örgütleri bu Julian Assange denen arkadaşı neden “paketleyemiyor”?
***
Son olarak son Ergenekon dalgasında tutuklanan gazeteci Nedim ŞENER hakkında birkaç söz söylemek isterim. Kişisel olarak tanımam etmem. Ancak duruşundan ve bugüne değin soruşturmacı gazetecilik adına ortaya koyduğu ürünlerden dolayı ona karşı bir sempatim var. Yani içimden bir ses Nedim ŞENER'in suçsuz olduğunu haykırıp duruyor. Adaletin şaşmaz terazisine sonsuz güven duyuyorum ve en kısa sürede adaletin tecelli edeceğine inanıyorum. Hâsıl-ı kelâm hayali ihracat yapan Orhan ASLITÜRK denen arkadaş dışarıdayken, bunu kamuoyuna duyuran Nedim ŞENER gibi bir gazetecinin içeride olmasının daha fazla içimi yaralamasını istemiyorum.
***
Sevgi ve hürmetlerimi sunuyorum değerli okurlar. Haftaya görüşmek üzere hoşça kalın
161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)
DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...

-
Çanakkale Yılmaz ÖZDİL 1915 yılıydı. Avustralya’da, New South Wales eyaletinde, Broken Hill kasabasından geçen trene ateş açıldı, b...
-
ROK and Roll!!! Merhabalar sevgili okurlar. Öncelikle geçmiş Ramazan Bayramınızı kutlamak isterim. Umarım bu bayram eşiniz, dostlarınız ve...
-
Kırmızı Kalemli İnsanlar Merhabalar. Geçen hafta yayımlanan ilkyazımızın başlığı 3üncü Köy yerine, tarihin tozlu raflarına kaldır...