Emek-yoğun
Merhabalar sevgili okurlar. Müflis
tüccar önce eski defterleri karıştırırmış derler. Ben de şöyle bir geçmişe
baktığımda tam 140 gündür, yani yaklaşık 5 aydır yazı yazmadığımı fark edip
aynanın karşısına geçtim ve kendime sert bir bakış fırlattım. Hakaret boyutuna
vardırmadan birkaç ağır kelâm da etmedim değil aynadaki siluetime. Sonra birkaç
avuç buz gibi suyu suratıma çarptım da azıcık olsun kendime geldim.
Şaka bir yana da sevgili
dostlar, bu süre boyunca birçok sıkıntıyla yüz yüze geldim. En yakındakinden
başlarsam eğer, işimi kaybettim. Evet, askerliğimi yapıp eve döndüğüm 2001
yılındaki kriz döneminden bu yana ilk kez işsiz kalıyorum ve bu son derece
sıkıntı verici bir sürece dönüşmeye başladı. Ayrıldığım işime ise sadece 2 ay
önce başladığımı düşündüğümde, “acaba ayrılış kararını vermem çok mu fevrice
alınmış bir karardı?” sorusunu kendime sormadan edemiyorum. Ancak her ne kadar
bu sorunun yanıtı “Evet”e daha yakın dursa da verdiğim kararın doğruluk oranı
daha yüksek geliyor. Zira benden, bugüne değin hep yanında ve bir arada olduğum
emek sahiplerinin karşısında yer almam alenen istendiğinde, sırf kendi bekam
için savunduğum değerleri yere vurmam beklenemezdi. Şirket içi e-posta trafiği içerisinde
“çalışanların haklarını savunduğumdan daha fazla şirket menfaatlerini savunmam
gerektiği” bana sert bir dille hatırlatıldığında aslında “sonun başlangıcında”
olduğumu anlamıştım. Ama beni bir nev’i uykudan uyandıran da aslında bu oldu
diyebilirim. Adına Vahşi Kapitalizm ya da ne derseniz deyin, “kâr maksimize” edilirken
“insanlığın minimize” edilmesi, “modern anlamda kölelik”ten gayrı bir anlam
taşımaz bana göre. Uzun çalışma saatleri ve buna mukabil ödenen görece düşük
ücretlere bir de “yönetim katı”nın atadığı “kapıkulu” tarzı, kahverengi dilli alt
kademe yöneticileri de eklenince, emekten başka sermayesi olmayan insanlar için
çalışıp eve ekmek götürme süreci gönüllü / gönülsüz işkenceden ibaret bir yaşam
tarzına dönüşüyor maalesef.
İşin ilginç bir tarafı daha var
ki o da, bu duruma bilerek ya da bilmeden seyirci kalanlardan oluşan
izleyiciler tarafı. En yakın örnek, Belediyemizin en beğendiğim hizmetlerinden
biri olan başıboş hayvan barınağında hasbelkader soğuktan ölen köpek mevzuunda,
adeta bir bardak suda koparılan fırtına. Sözde hayvan haklarını savunanlar ve
bir kısım medya, aynı hafta içerisinde evine ekmek götürebilmek adına
çalışırken çöp toplama aracının presine sıkışarak feci şekilde hayatını
kaybeden Sezai Halıcı için iki satırlık haberi bile çok görürken, Bolu
Belediyesi Hayvan Barınağı’nda ölen köpek “9 sütuna manşet” yapıldı. Bu durum
bir iktisat kaidesini acı bir şekilde hatırlattı bana: Tabiatta sayıca çok olan
şeyin değeri düşüktür. Emeği ve alın terinden başka sermayesi olmayan kişiler sayıca
ganimet gibi olduğundan, üzücüdür ki değerleri de o oranda azdır. Oysa bana
göre dünyanın en değerli şeyi ne altın ne gümüştür; “emek”tir. Ne acıdır ki o
“emek” üzerine en az değer yüklenen olgu olarak hayatımızın tam orta yerinde dimdik
dikilmekte. Bir yanda “işçinin ücretini alnını teri kurumadan veriniz” diyen
bir peygamber var, diğer yanda nüfus cüzdanının “Dini” hanesinde kalın kalın
harflerle “İslam” yazan bizler…
Hepinize iyi haftalar diliyorum
sevgili okurlar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder