29 Temmuz 2012 Pazar

0059.02.08.2012.Akıl ve Ahlak Tutulması


Akıl ve Ahlâk Tutulması

Merhabalar. Bir süre önce başıma gelen bir hadiseyi sizlerle paylaşmak isterim.

Ayıptır söylemesi Mercedes SLS AMG model otomobilimle şehir içinde seyrediyordum. Ramazan ayında olmamıza rağmen kafam biraz güzeldi. Yeni tanıştığım birkaç bayan arkadaşa hava atmak için veyahut kafamın güzelliğinden de olabilir; biraz hız yapmışım. E böyle olunca polis tarafından durdurulmam normal görülebilir. Ama dedim ya kafam güzel diye, serde hatunlara rezil olmak da var. Beni durdurma cür’eti gösteren polise veryansın ettim. Bayağı tartıştık. Bana laf yetiştiremeyeceğini anlayınca amiri olduğunu düşündüğüm omzu kalabalık birini çağırdı. Onunla da bir hayli atıştık. Sanırım biraz da sayıp sövdüm; dedim ya kafam güzel, tam hatırlamıyorum… “Sen” dedim “benim kim olduğumuz biliyor musun be?!?” Bilmiyormuş… “Öğretirim ben sana!” dediğimi hayal meyal anımsıyorum. Derhal soluğu babamın yanında aldım. Babam sert adam, nüfuzlu... Kükredi adeta. Açtı telefonu ve Emniyet Müdürü’ne ağzına geleni söyledi. “Oğlumla tartışanları hazır et, biz emniyete geliyoruz” dedi son söz olarak ve “çaat” diye kapattı telefonu. Gerçi çat diye bir ses çıkmıyor cep telefonundan ama olsun! Neyse emniyete vardık. Babam meşgul olduğundan adamlarından birini gönderdi benimle. O önde ben arkada bizde bir hava ki sormayın gitsin. Neyse uzatmayayım, benim kafa tartışma anında güzel olduğundan hafif ayılınca tanıyamadım tartıştığım polisleri. Zannımca Emniyet Müdürü de başka polisleri benimle yüzleştirme gafletindeydi! Ben de ne kadar polis ve amir varsa hepsinin karşıma dizilmesini ve aralarından seçmek istediğimi söyledim. Müdür sağolsun kırmadı, amir memur ne kadar polis varsa dikti karşıma. Ellerine de numaralar verdi “zanlı”ların ki seçerken zorlanmamayım. Dedim ki “Tartıştıklarımdan biri amirdi ama rütbesini hatırlamıyorum. Apoletlerini de söksünler!”. Müdür hakikatli adammış, bu isteğimi de kırmadı. Neyse zor bela seçtim bana kafa tutan 8 numaralı polisi. Gereğinin yapılması için babamın adamına havale ettim. Sonra da yarım kalan âleme devam için oradan ayrıldım. Birkaç gün sonra öğrendim ki o iki polisi alelacele tayin etmişler. İçim yağ bağladı. Benimle uğraşmanın ne demek olduğunu öğrenmişlerdir umarım. Sıradan vatandaş mıyım ulan ben?!?

Birkaç gün önce de bir “Milletvekili çocuğunun” da bu tarz bir durumda kaldığını ve aynı benim gibi zanlılar arasından seçim yaptığını öğrendim medyadan. Haklı çocuk; ben olsam da aynı yönde hareket ederdim! Kaldı ki anlattığım olayda ben de öyle hareket ettim!!! Medyada bir afra, bir tafra… Yok efendim böyle yapılır mıymış, polisin hiç mi izzet-i nefsi yokmuş, yok demokrasinin hâkim olduğu memleketlerde böyle durumlara izin verilir miymiş, bir yığın yaygara. Bu medya da pek yaygaracı canım! Polis niye var ki? Biz seçkinler ve nüfuzlular egomuzu tatmin edelim diye var, başka neden olsun ki?! Demokratik memleket dediğiniz yerlerde böyle şeyler olmayabilir. O, onların seçimi. Hem demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi demek değil mi zaten? İşte biz de böyle yönetiyoruz kendi kendimizi; nasıl daha demokratik olunabilir ki?!?

İyi haftalar sevgili dostlar…

Yazarın Notu: Benim Mercedes SLS AMG otomobilim, anlattığım hikâyedeki gibi nüfuzlu bir babam ve alkolle de aram yoktur. Anlatılanların “bir kısmı” hayal ürünü, bir kısmı ise acı gerçeklerdir…

27 Temmuz 2012 Cuma

0058-28.07.2012.Ar Perdeleri Yırtılırken


Ar Perdeleri Yırtılırken

Merhabalar değerli okurlar. Komşu devletlerle olan ilişkilerimizin, adeta havalar gibi ısınarak tavan yaptığı şu günlerde benim değineceğim konu biraz magazin kokulu olabilir. Ancak içimde kalmaması için sizinle de paylaşmak istiyorum. Gerçi “magazin” kelimesi paylaşmak istediğim mevzuların içeriğini anlatmada biraz yumuşak kalabilir. Binaenaleyh isteyen bunları okuduktan sonra magazin yerine rezillik ya da daha başka sıfatlar kullanarak durumu adlandırabilir.

Son zamanlarda magazin medyasında çokça ilgi toplayan bir sözüm ona  “hanımefendi” var. Adını duymuş olabilirsiniz; Ebru Şancı… Adını duymuş olsanız da duyduğunuz mecralar farklılık arz edebilir. Kiminiz bu “hanımefendi”yi, meşhur “Arap Baharı” sırasında linç edilerek öldürülen Libya’nın lideri Muammer Kaddafi’nin oğlu Said Kaddafi ile yaşadığı ilişkiden, kiminiz de katıldığı Altın Kelebek Ödül Töreni’nde giydiği (ya da giymediği) derin dekolteli elbiseden anımsayacaktır. Ya da ne bileyim “Devrik İmparator” İbrahim Tatlıses’in oğlu İdo’yla olan beraberliğinden… (Bu İdo da ne demekse; her duyduğumda İstanbul Deniz Otobüsleri aklıma geliyor nedense!)  Arada Galatasaraylı eski futbolcu Cihan Haspolatlı ile de yakalanmıştı ya, neyse. “Hanımefendi”nin ağına düşürdüğü son erkek ise Ak Parti Milletvekili ve 27 Mayıs Darbesi’nin kudretli Albayı ve MHP’nin efsane Başbuğ’u Alparslan Türkeş’in oğlu Ahmet Kutalmış Türkeş. Sosyal medyada ikilinin Bodrum’da denizde çekilen fotoğraflarına çeşitli tepkiler dile getirilirken, bir takipçisi Milletvekili Türkeş’e “memleket ne halde sen ne haldesin vekil efendi?!” şeklinde sertçe seslendi. Bu soruyu soran takipçi başta olmak üzere, benzer olaylarda doğrudan milletvekillerini suçlayan ve kendisini sütten çıkma ak kaşık kabul eden “millet”e söylenecek tek cümle “sen neysen vekilin de odur” olmalı aslında ama konumuz bu değil.

Konumuz, ar perdesi diye tabir edilen utanma eşiğinin artık bir eşik değil tam bir düzlük haline dönüşmüş olması. Öyle ki normalde ayyuka çıktığında rezil-i rüsva olunması, yerin dibine geçilmesi gereken durumlar artık yüz bile kızartmıyor ne yazık ki. Zamanında İngiliz Başbakanı Lloyd GeorgeTürkleri yenmenin tek yolu onları ahlaken çöküntüye uğratmaktır” mealinde bir şeyler zırvalamış. Ancak bugün geldiğimiz noktada İngiliz’in bu zırvalarının çoktan hayata geçmiş olduğunu acı biçimde fark ediyoruz. Ancak bu farkındalık maalesef milletin her bireyine nasip olmuyor. Geçtiğimiz günlerde Yargıtay’ın verdiği bir karar da bu bağlamda çokça ses getirmişti. Karısının kendisini aldattığını delillerle ispat eden bir  kocanın açtığı boşanma davasında yerel mahkemenin verdiği kararı bozan Yargıtay, aldatma eyleminin süreklilik arz etmediğinden hareketle, deyim yerindeyse, “bir kereden hiçbir şey olmaz” demiş oldu. Hukuk / bilim insanları böyle yaparsa sokaktaki vatandaş ne yapmaz. Aslında bu karar bana şu fıkrayı anımsattı:

Vaktiyle bir kasabanın kilisesinde görevli papaz, kendisine günah çıkarmaya gelen kasabalı kadınların “kocamı aldattım, pişmanım” deme sayısından iyice yılmış ve Belediye Başkanı’na çıkmış. “Sayın Başkan” demiş. “Kasabalı kadınların -kocamı aldattım, pişmanım- demelerinden bıktım. Bir çare bulalım buna”. Belediye Başkanı “Tamam” demiş, “bundan böyle kadınlar kocamı aldattım- yerine –ayağım taşa takıldı, düştüm- desinler”. Karar papazın da hoşuna gitmiş. Kasabalı da çabucak benimsemiş bu yeni ifadeyi. Gel zaman git zaman papaz aniden ölüvermiş. Yerine tayin edilen genç papaz ise hiçbir şeyden habersiz başlamış göreve. Başlamış başlamasına da günah çıkarmaya gelen her kadının ayağının taşa takılıp düşmesi garibine gitmiş. Bir gün dayanamayıp Belediye Başkanı’na çıkmış ve serzenişte bulunmuş: “Sayın Başkan. Artık şu kasabanın yollarını bir yaptırsanız, gelen tüm kadınların ayağı taşa takılıp düşüyor. Yazıktır.” Belediye Başkanı mevzuyu bildiğinden gülmeye başlamış. Öyle ki katıla katıla gülüyormuş. Genç Papaz dayanamamış ve Başkan’a şöyle demiş: “Yahu Başkan ne gülüyorsun? Ayağı taşa takılıp düşenler arasında senin hatun da var!

Bu tabii sadece bir fıkra; ama fıkra olması yaşadığımız gerçeklerin üstünü örtmüyor. Üzücüdür ki yaşadıklarımızın adını fıkradaki gibi değiştirip, pisliği halının altına iteleyiveriyoruz. Bildiğin evlilik dışı ilişkilere zina yerine aşk yaşamak gibi yüce ya da birliktelik gibi ucube kavramlar atfedersen, gün gelir senin ya da yakınlarının ayağının taşa takılması seni ve herkesi kahkahalarla güldürür.

Ar perdeleriniz kalın olsun, yolda yürürken de taşlara takılmamaya dikkat edin değerli okurlar…

19 Temmuz 2012 Perşembe

0057-20.07.2012.Fütüristik Bakış


Fütüristik Bakış

Selam ve saygılarımı sunuyorum değerli okurlar. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’u partisine davet etmesi ile başlayan süreçte, Bolu’da da siyaset mevsim normallerine göre bir hayli hareketlendi. Bu süreçte sevgili ağabeyimiz Mustafa Cop’un sosyal medyada yönelttiği bir soru, bu yazının kaleme alınmasında ilham kaynağı oldu. Soru özetle şuydu: Fütüristlere göre üç yıl sonra Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı, Abdullah Gül Başbakan, Ana Muhalefet Lideri Mustafa Sarıgül, Belediye Başkanımız Alaaddin Yılmaz ve Milletvekilimiz (ya da vekillerimizden biri) Abdullah Uzun’muş. Siz ne dersiniz? Sosyal medyada kendisine verdiğim cevabı sizlerle de paylaşmak isterim.

Abdullah Gül’le başlamak isterim. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Çankaya sonrası aktif siyasette yer alacağını sanmıyorum kendi adıma. Kaldı ki kendisi de bu yönde bir düşüncesi olmadığını birkaç defa kamuoyu ile paylaşmıştı. Siyasetçiler ve sokaktaki vatandaş nezdinde Çankaya’dan aktif siyasete dönüş, “tenzil-i rütbe” gibi algılanır genelde. Bu algıyı rahmetli Özal yıkmaya niyetliydi. Ömrü vefa etseydi ANAP gibi sıfırdan bir parti kurup başına geçmek ve yeniden aktif siyaset içinde yer almak arzusundaydı, ancak maalesef ömrü vefa etmedi.  

Tayyip Bey’in de Başkanlık Sistemi gelmeden (ya da Başkanlık Sistemi’ni getirmeden) Çankaya’ya çıkacağına ihtimal vermiyorum. Zira bir aksiyon adamı olan Erdoğan, siyasetteki kaba tabirle “Çankaya Noterliği”ni sindiremeyecektir. Genel algı “Tayyip Bey Çankaya’ya Numan Bey Başbakanlığa” olsa da Başbakan’ın amacının bu türden bir Putin – Medvedev gelgiti oluşturmak değil, tam tersine kendisinden sonra güçlenme olasılığı yüksek bir siyasi hareketi ve onun liderini kurduğu partinin potasında eritmek olduğu derinlemesine tahlil edilmesi gereken bir hamledir.

Belediye Başkanlığı’na gelirsek; benim şahsi kanaatim Alaaddin Yılmaz’ın bir dönem daha bu görevde devam etme olasılığı %50’dir bence. Zira Başkan’ın kamuoyunda yarattığı sevilme / nefret edilme oranı amiyane tabirle “fifty / fifty”… Kendi partilileri dahil! Bu bağlamda Alaaddin Bey göreve devam etse de görevden ayrılsa da bugün sergilediği icraatlarının sonuçları bir 10 yıl sonra anlaşılabilecek diye düşünüyorum. Yeri gelmişken söyleyeyim; kamuoyundan alacağı tepkiye rağmen altyapıya bu denli eğilebilmek de cesaret işidir.

Gelelim Abdullah Uzun’a… AK – HAS birleşmesi sonrasında Ak Parti İl Başkanı olması hususunda şimdiden pazarlıkların döndüğü bir ortamda Uzun’un çok fazla “yerel” kalması uzak olasılık gibi geliyor bana. “Ankara’nın yolları taştan” türküsü çığırarak Bolumuz’u temsil etmeye soyunacaktır. Bir dönem sonrasında onu da Meclis kürsüsünden “Devletin varlığı ve bağımsızlığını…” diye başlayan yemini ederken görebiliriz.

Son olarak Sarıgül… Baykal döneminden bu yana CHP’nin gölge genel başkanı gibi algılandığı kesin. Dünya görüşleri birbirine zıt olsa da Tayyip Bey’deki lider karizması Sarıgül’de de var. Nadasa bıraktığı “Türkiye Değişim Hareketi”ni yapılandırması ve 2002’deki Ak Parti gibi sıfırdan siyaset arenasında boy göstermesi de bir seçenek gibi görünse de ben, toplumda antipatik algısı olan CHP’yi karizması ile kitlelere açabileceğini düşünüyorum. CHP tabanının bir seçim kaybına daha tahammülü olmadığına inanıyorum. Aksi bir durumda Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkalığı tartışmaya açık hale gelecektir. Yeri gelmişken belirtmeden geçemeyeceğim. Artık CHP’nin “kurultaylar partisi” imajından bir an önce kurtulması gerektiğini düşünüyorum. Ak Parti Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu açılımları üzerinde çalışırken, CHP bilmiyorum kaçıncı Kurultayını düzenliyordu.

Bekleyelim görelim diyor ve hepinize iyi haftalar diliyorum değerli okurlar.

10 Temmuz 2012 Salı

0056-12.07.2012.Huzursuzuz


Huzursuzuz

Merhabalar. Geçtiğimiz günlerde bir düğün esnasında “iki Yılmazlar” arasında meydana gelen müessif olay hem yerel hem de ulusal medyada yoğun biçimde konuşuldu, konuşulmaya devam ediyor. Elbette ki Alaaddin Yılmaz ve Yılmaz Becikoğlu gibi Bolu kamuoyuna mâlolmuş iki ismin böyle bir olayın içerisinde olmaları ve Bolu’nun bu tür bir olay ile ulusal düzeyde adının geçmesi çok hoş bir şey değil. En kısa sürede bu iki güzide ismin bir barış iklimi içine girmesi çok istediğimiz şeylerden biri.

Bu olayın üzerinden çok az bir süre geçtiğinde ulusal medyada öne çıkan bir başka şiddet haberi beni hem çok üzdü hem de sinirlendirdi. İstanbul’da üniformalı polislerce meydan dayağı atılan asker haberinin artçıları sürerken benzer bir üniformalı şiddeti haberi de komşumuz Karadeniz Ereğli ilçesi’nden geldi. Ereğli’de düzenlenen Uluslararası Sevgi, Barış, Dostluk, Kültür ve Sanat Festivali’nin adına yakışmayacak görüntüler sergilendi üniformalı zabıtalarca. Festival çerçevesinde düzenlenen konser alanında geçimini sağlamaktan başka bir amacı olmadan tezgâh açan seyyar satıcılık yapan İlhan Aluç isimli vatandaşın tezgâhına el koymak isteyen zabıtalar, ekmek teknesi olan tezgâhı geri almak isteyen vatandaşı aralarına alarak apaçık bir meydan dayağı çektiler. Yeşilçam filmlerindeki gibi çembere alarak öldüresiye dövdükleri vatandaşı öylece bıraktılar ve olayı film izler gibi izleyen polis ekiplerinin yanından ellerini kollarını sallayarak geçip gittiler. Tam da festivalin adına yaraşır bir uygulama örneği sergilemişler (!) Olayın vahametini bir kat daha artıran ve “polisin meydan dayağı attığı asker” olayı ile ortak olan nokta ise her iki vukuatta da dayak yiyen vatandaşların eşlerinin gözü önünde bu rezilliğe muhatap olmalarıydı. Zira bir erkek için eşinin yanında rencide edilmek zulümlerin en büyüğüdür. Kanun ve kuralların koruyucusu olan üniformalı personelin, bu tarz kanunsuzluklara imza atması, demokrasilerde görülmeyecek bir durum aslında. Ama ülkemiz “ileri demokrasi” ülkesi olduğundan herhalde, bu türden olaylar daima cereyan eder, cereyan etmeye de devam edecektir maalesef. Yetkililer ise bunlara “münferit hadise” gözüyle baktıkları içindir ki müessir fiili işleyen, yani dayak atan değil, tam tersine dayak yiyen suçlu bulunur. Kamuoyunun duyarsızlığı ise çoğu zaman  “kim bilir ne b*k yedi; oh olsun” boyutundadır ki vahim olan diğer bir durum da budur aslında.

Derinlemesine incelediğimizde kabul etmemiz gereken önemli bir ayrıntı var bu tip olaylarda. O da bu tip müessir fiilleri işleyen personelin çalışma şartlarının zorluğu. İstanbul gibi “çatlak” bir kentte, üç otuz maaşla polislik yapmaya çalışmak elbette çok çok zor. Ya da ne bileyim Ereğli gibi büyük bir ilçede zabıta olup insanlara dert anlatmak da yıpratıcı. Ama bu türden mazeretler, bir grup üniformalı “memur”un aralarına aldıkları vatandaşı “benzetmesinin” mazereti asla olamaz. “Muassır medeniyetler”in kurumlarında, çalışanların moral motivasyonlarını ve psikolojik durumlarını periyodik olarak ölçüp değerlendirecek birimler bulunur ve bu birimlerce iş stersinden kaynaklanabilecek şiddet eğilimlerinin vatandaşa yansıması en aza indirgenir. Buna rağmen orantısız şiddet ve yargısız infaz yapmaya çalışan görevliler, hukuk kuralları çerçevesinde en ağır müeyyidelerle karşı karşıya kalırlar ki ibret olsun ve bu tür olaylar bir daha yaşanmasın… Bizde yapanın yanına çoğu zaman olduğu gibi bu olaylarda da kâr kalacak; hatta şiddete maruz kalıp da hakkını arayan vatandaş suçlanacaktır ki bir daha hem dayak yiyip hem de hakkını arama gibi bir terbiyesizlik yapmasın!!!

İyi haftalar, dayaksız günler sevgili okurlar…

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...