30 Mart 2025 Pazar

123.30.03.2025 - BAYRAM TADINDA (Göynük Gazetesi)


 BAYRAM TADINDA

         Merhabalar değerli okurlar. Bir Ramazan ayını daha bitirdik. Ömrümüzden bir Ramazan daha geçip gitti. En son çocukluğumda kış aylarına denk gelmişti Ramazan ayı. Bir de şimdi… Bir dahaki kış Ramazanına kim öle kim kala. Gamlı düşüncelere gerek yok, sevdikleriniz ve sevenlerinizle mutlu bir bayram geçirmenizi dilerim.

         Her ne kadar kendimi 18 buçuktan 19 yaşında hissetsem de yarım asırı devirdim ve “Aaahh ah, ner’de o eski bayramlar” jargonunu kullanım hakkı elde ettim sanırım. Şaka bir yana da çocukluğumdaki bayramları özlediğimi fark ettim böyle söyleyince. Arkadaşlarla kapı kapı dolaşıp şeker topladığımız günler ne kadar da dün gibi! O zamanlar Bolu’da Gölyüzü mahallesinde yaşıyorduk ve mahallenin neredeyse yüzde doksanı müstakil evlerden oluşuyordu. Tek tük apartmanlar vardı elbette ama çoğunlukla küçük de olsa birer bahçesi olan ahşap ya da kâgirdi o evler, bizimki gibi. Hiç unutmam bir bayram günü şeker toplama işini o kadar abartmışız ki Gölyüzü’ndeki evleri bitirip tee Çayırpınarı tarafına kadar gitmişiz. Vaktin nasıl geçtiğini de unutup muhtemelen birkaç saat sonra mahallemize döndüğümüzde rahmetli annemin karşıdan bana doğru, adeta başından dumanlar tüterek geldiğini görünce deyim yerindeyse “aydım” ve habersizce bu kadar uzaklara gittiğim için annemden bir temiz bayram dayağı yedim. Ama koca bir torba şeker toplamıştım. Bayram boyu tıksırıncaya kadar yedim o şekerleri.

         Tabii bayram deyince bayramlık giysi ve ayakkabıları anlatmadan olmaz. Kısıtlı şartlardan ötürü her zaman yeni giysi ve ayakkabı alınmazdı biz çocuklara. Bayram arefelerinde ve sezon başlamadan önce okul için yeni birşeylere sahip olabilirdik. Bayramdan önceki gece, sabah giymenin hayali ile yatağımızın başucuna koyardık o yepisyeni ayakkabıları. Yeni ayakkabı kokusu bana hep bayram gecesinde başucuma koyduğum ayakkabıları anımsatır bu yüzden.

         İkramlık şekerler öyle çikolata filan değildi, sütlü bonbon şekeri olurdu genellikle. Bazen de sakıza benzeyen tofi tarzı beyaz şekerlerden… Şeffaf, gıcır gıcır ses çıkaran ambalajlarından sıyırıp ağzımıza atar, saatlerce (!) döndürüp dururduk bonbon şekerlerini. Artık sonuna geldiğimizde ise dişlerimizin arasında çatır çutur kırıp ezerek bir sıradaki şekeri araklamanın yoluna arardık!

         Genellikle aile büyüklerini ziyaret etmenin temel ritüeli de, saygıyla onların ellerinden öpmek ve sosyo-ekonomik durumlarına göre değişen oranlarda harçlık vermelerini beklemekti. Alınan harçlıklar bayramlık pantolonların ceplerinin en derin noktasında istiflenir, eve dönüp gizli gizli hasılatı sayma aşamasına bir an önce geçmek için ebeveynler “Sıkıldım, hadi gidelim” diye darlanırdı. Harçlık konusunda aklımda kalan ilginç ayrıntılardan biri de mendil içine gizlenerek verilen bayram harçlıkları idi. Genellikle annemin amcasının eşinden gelirdi bu mendil arası harçlıklar ve yengemizin bu zarafeti bizi ayrıca mutlu ederdi. EYT yasası ile emekli olduktan sonraki ilk bayramda ben de bu güzel adeti tekrarlamak için tuhafiyeciden beyaz mendiller aldım ve aralarına bitip tükenmeyecek ölçüde çok olan emekli maaşımdan (!) bir miktar para koyup bayram harçlığı olarak ailedeki çoluk çombalağa verdim. Çoğu, neredeyse hiçbiri bu adeti bilmiyordu ve onlara verdiğim mendillere garip garip baktılar. Mendillerin içine bakmaları gerektiği de çoğunlukla anneleri tarafından hatırlatıldı zamane bebelerine. Birkaç bayramdır bunu tekrarlıyorum. Bu bayram da yapacağım inşallah.

         Bayramınızı bir kez daha sevgi ve saygıyla kutluyor, hayatın bayram tadında geçeceği günlerin özlemi ile sağlıklı ve mutlu günler diliyorum tüm okurlarımıza.

26 Mart 2025 Çarşamba

126.26.03.2025 - PLAZA DİLİ ve EDEBİYATI (Göynük Gazetesi)

 

PLAZA DİLİ ve EDEBİYATI

 Başlığa bakan biri rahatlıkla “Aaa, yeni açılan bir üniversite bölümü galiba!” kanısına kapılabilir. Çok şükür ki böyle bir bölüm açılmadı üniversitelerimize. Gerçi günden güne dünya sıralamalarında gerilere düşen, üniversal düzeyde eğitim vermekten çok yüksek lise standardını aşmayan karakterde bir müfredat sunan, profesörlük, doçentlik vb. akademik unvanları zincir marketlerin aktüel ürünleri gibi dağıtan, apartmandan, iş hanından bozma binaları kampüsmüş gibi yutturmaya çalışan ticarethanelerin, başlıktaki gibi kerameti kendinden menkul bir bölüm açması pek de yadırganacak bir şey değil ya, neyse…Bu yılın Şubat ayında yazdığım bir yazının başlığını verdiğim anda şu anda okuduğunuz yazıyı yazmayı planlamıştım. O yazımı, https://www.goynukgazetesi.com/tansel-karakaya/e-mail-forwardlayip-bir-meeting-set-edelim adresinden okuyabilirsiniz.

Günümüz çalışma hayatı içerisinde özellikle beyaz yakalı tabir edilen zümre tarafından daha sık kullanılan ve TV’deki komedi şovlarında mavrası da sıkça yapılan bu kullanıma dil adı vermek çok da doğru değil. Zira dil canlı bir varlık; uzun zaman dilimleri içerisinde gelişim gösteren, ancak ana ruhunu kaybetmeden bu gelişimi yapabildiğinde büyüyen ve kökleri daha da sağlamlaşan bir varlık. Bugün Anadolu’dan yola çıkıp kadim İpek Yolu rotasını takip ederek Çin’e kadar gitsek, ana dilimiz Türkçe dışında hiçbir dil bilmeden rahatlıkla bu yolculuğu tamamlayabiliriz. Zira rotamızın üzerindeki Kuzey İran, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan gibi yerlerde ufak tefek farklılıklar dışında çok zorluk çekmeden hem barınma hem de yeme içme ihtiyaçlarını karşılayabiliriz. Bu durum, Türk Dili’nin de İpek Yolu gibi kadim bir yapıya sahip olduğunu ortaya koyar bence. Peki bu zenginliğe rağmen neden plaza dili denen ucube kullanılmakta?

Bu sorunun yanıtı biraz da uluslararası kültürün ve teknolojinin üreticisinin kim olduğuna da bağlı sanırım. Zira teknolojiyi üreten aynı zamanda onun ismini de veriyor ve en milliyetçi uluslar bile bunu kullanmak zorunda kalıyor. Bilişim dünyasındaki Bluetooth teknolojisi örneğin; size “telefonundaki Mavidiş’i aç da cihazları birbirine bağlayalım” desem hangi biriniz ne kastettiğimi anlayabilir? Gerçi bir zamanlar, elin oğlu “al bunû tut” diyerek jargonunu dayatmazdan önce, computer kelimesi yerine son derece dahiyane biçimde bilgisayar kelimesini yaratan bizler, bugün sanki biraz kolaycılık yapıyoruz ne dersiniz? O halde Türkçe ve de anlaşılır karşılıkları yüzyıllardır var kelime ya da kalıplar olan toplantı ayarlamak yerine neden meeting set edelim diyorlar? Ya da güzel güzel araştırma yapmak varken neden research etmek deniliyor? Birine görev vermek varken neden task ataması yapılır ki? Bir proje ya da işin son teslim tarihinden önce yani deadlinedan önce kontrol etmek dururken neden check etme işlemi yaparsın ki? E-postanın kime ve bilgi bölümlerini e-mail’de CC’ye koymak şeklinde söyleyince daha mı kurumsal oluyor? Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün…

Konu üzerine yukarıda da belirttiğim gibi parodisinin yapılmasından sosyolojik analizlere kadar geniş bir yelpazede tartışmalar mevcut. Kimileri bu kullanımı profesyonel bir hava yaratma ya da uluslararası iş kültürüne uyum sağlamak için kullandığını iddia etse de, kimileri de bunu Türkçe’nin bozulmasına ya da gayet sade ve anlaşılır olan dilin yozlaşması / yozlaştırılması olarak kabul ediyor. Açıkçası ben de bu ikinci kısıma dahilim. Diline sahip çıkmayan milletler ağır sıkıntılar yaşamaya doğru yola çıkmıştır.

Tüm okurlarımıza sevgi ve saygılarımı sunuyor, ister Ramazan Bayramı desin ister Şeker Bayramı, herkese güzel bir bayram diliyorum.

(Yazarın Notu: Son günlerde cereyan eden olaylar hakkında özellikle yazmıyorum. Kimseyi sevmek zorunda değilim; ancak bu, hak ve adaletten ve işini yapmaya çalışan kolluk kuvvetlerinden yana olmama engel değil. Zaten binbir sıkıntı çeken insanımızın artık, 25-30 yıllık döngülerde benzer kısır çekişmelerle meşgul edilmemesini diliyorum.T.K.)

22 Mart 2025 Cumartesi

125.22.03.2025 - SARI ÖKÜZ MEVZUSU (Göynük Gazetesi)

 


SARI ÖKÜZ MEVZUSU

Sayıca fazla olan bir öküz sürüsü, çevredeki sırtlanların göz hapsindeydi. Sırtlanlar yırtıcı bir güç olmalarına rağmen cüsselerinden korktukları öküzlere direkt saldıramıyorlardı. Hem ayrıca avlanan aslanlara musallat olan asalak yaratıklardı onlar. Kurnaz bir tilkiden ders alıp başka bir yöntem denemeye karar verdiler. Ellerinde beyaz bayrak, üç kişilik bir heyet ile öküzlerin liderine gittiler. Selam-aleykümselam faslının ardından ağızlarındaki baklayı çıkardı sırtlan heyetinin başı:

Aslında…” dedi, “…bizim sizlerle bir sorunumuz yok değerli öküzler. Şunun şurasında ne kadarcık yerde beraber mutlu mesut yaşayabiliriz. Ancak şu sizin sürüdeki sarı öküz yok mu sarı öküz, işte asıl onunla bizim sıkıntımız. Zaten rengi filan da sizden farklı. Bizim topluluğumuz da onun bu iğrenç sarı rengini gördüğünde çıldıracak gibi oluyor. İyisi mi siz aramızdaki bu bahar havasının bozulmaması için o sarı öküzü bize verin, olay tatlıya bağlansın. Münferit olarak gerçekleşen sıkıntılar da böylece son bulmuş olur.” Öküzlerin lideri, yönetimdeki diğer öküzlerle bakıştı. Aralarında kısa bir toplantı yaptılar. Sırtlanların bu dostane (!) teklifi ile öküz sürüsü rahata erecekti. Kabul ettiler ve sarı öküzü sırtlanlara teslim ettiler.

Aradan bir süre geçti. Sırtlanların açlığı başına vurdu tabii. Öküzlerle aralarındaki bu normalleşme sürecini baltalamamak adına aynı heyet bir kez daha çaldı öküzlerin kapısını.

Değerli öküz kardeşlerim” diyerek söze girdi sırtlan heyetinin başı. “Aramızda devam eden bu normalleşme sürecinden son derece hoşnuduz. Ancak sürünüzdekilerden şu uzun kuyruklu olan öküzden rahatsızız. Ne zaman sağrısına konan sinekleri kovalamak için o uzun kuyruğunu sallasa arkadaşlarımız adeta hipnoza giriyor. Sürümüzdeki değerli arkadaşlarımız işlerini yapamaz oldular. Siz iyisi mi bize uzun kuyrukluyu verin, aramızdaki bu güzel süreç devam etsin.” Öküzler düşünüp taşındılar. Baktılar ki sırtlanlar haklı. Verelim gitsin dediler ve uzun kuyruklu da gitti böylece.

Sırtlanlar ne zaman aç kalsa aynı ritüel işledi bir süre daha. Yok benekli, yok iri boynuzlu, yok siyahlı, yok beyazlı diyerek birer birer alıp götürdüler öküzleri. Derken Öküzler sayıca zayıf hale düştüler ve sırtlanlar artık beyaz bayrağa ve öküzlere dil dökmeye gerek duymadan teklifsizce gelip sürüden istedikleri öküzleri daha sık aralıklarla alıp götürmeye başladılar. Öküzlerin lideri dedi ki üç-beş baş kalan sürüye:

Nasıl bu duruma geldi olaylar anlayamıyorum. Biz nasıl bu hale düştük?” Sürünün en cevval öküzü cevapladı onu:

Biz hatayı sarı öküzü vermekle yaptık. Sarı öküzü vermeyecektik!!!

Bu hikâye, ilkelerimizden ödün verdiğimizde karşımıza çıkan sonuçları gözler önüne seriyor. Bir toplumda ya da bireysel anlamda, bir bedel ödemekten kaçınmak adına verdiğimiz ödünler, genellikle daha büyük bir yıkıma zemin hazırlıyor. Çünkü hiçbir zaman ilk kayıp, son kayıp olmuyor.

Bugünün dünyasında da "Sarı Öküz’ü Vermeyecektik" dediğimiz pek çok an var. Bazen mesleğimizdeki bir değer, bazen ailemizden gelen bir öğreti, bazen de toplumsal bir hak… Ancak daha büyük sıkıntılardan kaçma umuduyla verdiğimiz ilk taviz, domino taşlarına dönüşüyor. Ve bir bakıyoruz ki, elimizde ne ilke kalmış, ne de güven.

Hikâyenin ana fikrine gelince: İlkelerden vazgeçmek, ufak gibi görünen bir adımın bile aslında daha büyük sonuçlara kapı araladığını unutmaktır. Bugün susarak ya da razı olarak belki anı kurtarabilirsiniz ama gelecek tehlikeye düşer. Çünkü değerler, parçalanmaya başladığında onları tek tek savunmak daha zor hale gelir. Toplumun her bireyi, inandığı ve savunduğu değerler için kararlı durmalı ki, sonradan “Keşke...” demesin. Önemli olan, ilk adımda sağlam durabilmektir. Çünkü sırtlanlar her durumda yeni bir Sarı Öküz bulabilirler.

18 Mart 2025 Salı

ÇANAKKALE - Yılmaz ÖZDİL

 Çanakkale

Yılmaz ÖZDİL

1915 yılıydı.

Avustralya’da, New South Wales eyaletinde, Broken Hill kasabasından geçen trene ateş açıldı, beş kişi hayatını kaybetti. Güzergahtaki kayalıklarda derhal askeri operasyon yapıldı, masum sivillere ateş açan iki saldırgan öldürüldü. Ertesi günkü Avustralya gazetelerinde fotokopi gibi tıpatıp aynı cümleler vardı, “Türkler Avustralya’ya saldırdı” yazıyordu, “Türkler katliam yaptı” manşetleri atmışlardı. Çünkü... Saldırganların çantasından Türk Bayrağı çıkmıştı. Ayrıca, birinin cebinde mektup bulunmuştu, o mektupta her şeyi itiraf ediyordu, “padişahın emriyle Avustralya’ya savaş açtıkları” yazıyordu.

Ahali galeyana geldi. İntikam alınacak Türk bulamadıkları için, Osmanlı’nın müttefiki olan Alman göçmenlerin yaşadığı kasabaları bastılar, evleri ateşe verdiler. Ve, topluca askere yazıldılar!

Tesadüfe bakın ki, Britanya imparatorluğu sadece bir ay önce Osmanlı’ya savaş ilan etmişti. Ama Avustralya’da zorunlu askerlik olmadığı için yeterince gönüllü bulamamışlardı. İşte tam bu atmosferde iki Türk saldırgan şırrak diye trene ateş açıp masum sivilleri katledince, gönüllülük kavramı “vatan borcu”na dönüşmüştü. Avustralyalı gençler ve “kuzen”leri Yeni Zelandalı gençler, gemilere doluştu, Türklere hesap sormak için Çanakkale’ye geldi.

Halbuki... O saldırganlar Türk filan değildi. Yıllar sonra bu mevzuyu kurcalayan Broken Hill Tarih Kurumu üyesi Gordon Densie ortaya çıkardı. (Anadolu Ajansı haber yaptı.) Saldırganlar, göçmen Afgan’dı. Biri imamdı, biri deveciydi. İmam olanı çaktırmadan kasaplık yapıyordu, Kasaplar Birliği’ne üye olmadan kaçak kesim yaptığı için hakkında dava açılmıştı, bu davaya kin güdüyordu. “Padişahın saldırı emri”ni itiraf eden mektup da elbette palavraydı. İmamın belindeki kuşağından çıkan mektupta, aslında “belediye denetçisi beni suçladı, yalvardım yakardım, dinlemedi, kimseye düşmanlığımız yok, sadece denetçiye kinim var, onu öldürmek istedim” yazıyordu! Deveci desen, madenlerde yük taşıyordu, en iyi müşterisi Almanlardı, Birinci Dünya Savaşı’nın çanları çalmaya başlayınca, madenler kapanmış, deveci işini kaybetmiş, üç beş kuruş kazanmak için seyyar dondurmacılığa başlamıştı, işsiz kalmasına sebep olanlara kin güdüyordu, imam arkadaşının aklına uymuş, saldırı planına dahil olarak, bedel ödetmeye kalkmıştı.

Bu somut gerçeklere rağmen Avustralya halkına yalan söylendi. “Türkler saldırdı” etiketi yapıştırıldı. Çatışma bölgesine Türk Bayrağı monte edildi. Hatta iki yıl geçti geçmedi, “yangın çıktı” dediler, tren saldırısına dair tüm belgeler, askeri yazışmalar, hastane kayıtları kül oldu!

Saldırganlar son model askeri tüfekler kullanmıştı. Hiç kimse merak etmedi, açlıktan nefesi kokan imamla deveci, polisin elinde bile bulunmayan o pahalı askeri tüfekleri nasıl satın almıştı? Kimden almıştı? Güya mermileri bittiği halde, neden canlı olarak değil de ölü ele geçirildiler? Muamma olarak kaldı. Hatta, ateş edenlerin aslında başkaları olduğu, bu iki salağın önceden öldürülüp oraya yerleştirildiği bile iddia edildi ama amaç hasıl olmuştu. Avustralyalı ve Yeni Zelandalı gençler intikam hırsıyla dolduruldu, Türk nefretiyle Çanakkale’ye sürüldü. 300 bin İngiliz ve 80 bin Fransız zaten hazırdı, bunlara 200 bin Anzak eklendi.

Ve savaş başladı... İngiliz zırhlıları Çanakkale Boğazı’nı geçebilmek için kıyılarımızı dövüyordu. Mecidiye Tabyası’nda ağır hasar vardı, topa mermi yüklediğimiz vinç parçalanmıştı, top susmuştu, çaresizlik ölümden ağırdı. Ama Seyit onbaşının bu çaresizliğe teslim olmaya niyeti yoktu. Çekilin dedi, devasa mermiyi sırtladı. Namluya sürebilmek için altı basamaklı merdiven çıkması gerekiyordu, ağır ağır tırmandı, son bir gayretle topun kundağına yerleştirdi, bumm... 750 mürettebat taşıyan 125 metrelik Ocean zırhlısını, Çanakkale Boğazı’na gömdü.

Seyit o mermiyi sırtında taşırken, ordu komutanımız Alman paşaydı. İstihkam komutanımız Alman’dı. İstihbarat komutanımız Alman’dı. Donanma komutanımız Alman’dı. Genelkurmay ikinci başkanımız Alman’dı. Boğazlar komutanımız Alman’dı. Tahkimat komutanımız Alman’dı. Ordu başmüfettişimiz, kolordu komutanımız, lojistik komutanımız, tümen komutanlarımız, tabya komutanlarımız Alman’dı... E, bütün omzu kalabalık rütbeleri elaleme verince, o devasa top mermisini sırtında taşıma görevi kime kalmıştı? Gariban Seyit’e.

Almanya bizi kıskanıyor diyenler altını çizerek okusun... Seyit’in taşıdığı mermi, Alman malıydı. Namlusuna sürdüğü top, Alman malıydı. Seyit’in o hepimizin hafızasına mıh gibi çakılan efsane fotoğrafı vardır ya... O fotoğrafı Alman ordusunun Alman fotoğrafçısı çekti. Fotoğraf makinesi Alman malıydı.

Çünkü... Seyit’in sırtındaki aslında sadece top mermisi değildi. Akla, bilime saygısız, dünyaya karşı korkak, milletine karşı gaddar, kendini kurtarması için yabancıdan medet uman, basiretsiz kafanın yüküydü.

Seyit’in sırtındaki aslında, kendi şatafatlı koltuğunu korumak için dini-imanı alet eden, elalem istedi diye elalemin savaşına giren, kendisi dalkavuklarıyla cariyeleriyle saraylarda otururken milletin gariban evlatlarını hoyratça ateşe süren, liyakatsiz zihniyet silsilesinin yüküydü.

Bu liyakatsiz kafanın faturası elbette ağır oldu. Çanakkale’de oluk oluk kan aktı. Tıbbi malzeme yetersizdi, kanamayı durdurabilmek için şarapnelle parçalanan kollar, bacaklar iple bağlanarak sıkılıyordu, vücuda saplanan mermilerin deliklerine ot tıkanıyordu, ot bulunamazsa çamurla sıvanıyordu. Yaralar kurtlanıyordu, yaraları kireç basarak temizlemeye çalışan gazilerimizin feryatları gecelerin karanlığını yırtıyordu. Daracık alanda binlerce ölü beden yatıyordu, milyarlarca sinek üşüşmüştü, kavurucu sıcakta buram buram ağırlaşan koku, sinek sürülerini mıknatıs gibi çekiyordu, ölülerin ağızlarına, burunlarına, kulaklarına giriyorlardı. Anzak askerlerinin hatıra defterlerinde yazıyor, “uyku uyumak imkansızdı, vızıldayan kanatlarla çöken kara bulutlar, insanı çıldırma noktasına getiriyor”du. Tuvalet filan yoktu, siperlerde kovalar vardı, sağlık ekipleri topluyor, herhangi bir yere boşaltıyordu, siperlerin arkasında iki üç metre derinliğinde çukurlar kazılıyordu, üstüne kalas konuluyordu, o kalaslar oturma yeriydi, üstünde dengede durarak çömeliyor, işini görmeye çalışıyorlardı, dengesini kaybettiği için, kalas kırıldığı için çukura düşenler oluyordu. İshal salgını vardı. Bir gecede 15 defa, 20 defa tuvalete gitmek zorunda kalıyorlardı, paçalarına kan damlıyordu. İçme suyu yetersizdi, kuyu suyu hastalık getirmekten başka işe yaramıyordu, çünkü kuyulardan bile çürümüş cesetler çıkıyordu, yıkanmayı çoktan unutmuşlardı.

Peki, bunca olumsuzluğa rağmen nasıl oldu da kazandık?

Her 18 Mart’ı Çanakkale Zaferi olarak kutluyoruz ama aslında, Çanakkale Savaşı hep anlatıldığı gibi 1915’te denizde başlayıp 1916’da karada kazanılmadı. Biz o zaferi tee üç yıl önce 1913’te kazandık!

Çünkü... Mustafa Kemal, Trablusgarp’tan yeni dönmüştü, askeri ataşe olarak Sofya’ya gitmeden önce Çanakkale Boğazı’na atandı. Kader adeta onu buraya getirmişti. O günlerde henüz kendisi de farkında değildi ama üç yıl sonra tarihin akışını değiştireceği Çanakkale’yi üç yıl önceden inceleme fırsatı yakalamıştı. Üç bin yıl önce Troya Savaşı’nın yaşandığı yerleri karış karış dolaştı. Kitap merakı sayesinde klasik literatüre hakimdi, İlyada’yı okumuştu. Homeros’un mitolojik destanındaki yer tariflerini keşfetmeye çalıştı. Karadan ve denizden saldırı noktalarının o günkü konumlarıyla bugünkü şartlarını harita üzerinde karşılaştırdı, krokiler çizdi.

Milattan önce 334 yılında Asya seferine çıkan Büyük İskender, 35 bin kişilik ordusunu Çanakkale Boğazı’ndan geçirmişti. O geçiş güzergahını adım adım inceledi. Boğazı tekneyle geçti, Büyük İskender’in Anadolu topraklarına ayak bastığı yerden karaya çıktı, neden o noktanın seçilmiş olabileceğine dair coğrafi notlar tuttu. Herodot okumuştu. Yıllar yıllar sonra “300 Spartalı” filmine konu olacak Termofil Savaşı’ndan haberdardı. Tıpkı Homeros’un izini sürdüğü gibi, Herodot’un anlattığı yer tariflerini de keşfetmeye çalıştı. Milattan önce 480 yılında Yunan topraklarını istila etmek için gelen Pers Kralı Kserkes’in 50 bin kişilik devasa ordusuyla Anadolu tarafından Avrupa tarafına geçtiği noktayı inceledi, notlar tuttu. Yine böyle bir mart günüydü, Troya antik kentine geldi. Saatlerce gezdi, düşündü, krokiler çizdi. Achilles’in mezarı olarak bilinen tümülüsü ziyaret etti.

Tıpkı Mustafa Kemal gibi, Fatih Sultan Mehmet de Homeros’un İlyada’sından etkilenmişti, Troya’ya gitmişti. Yanından ayırmadığı vakanivüsü Kritovulos’un notlarından biliyoruz, Troya’nın kalıntılarını gezmişti, Achilles’in, Hektor’un mezarları hakkında bilgi almıştı, kahramanlıklarını saygıyla anmıştı. Troya’nın coğrafi konumunu, denizle-karayla ilişkisinin stratejik yararlarını irdelemişti. Papa II. Pius’a yazdığı mektuptan anlıyoruz ki, İstanbul’un fethini Troya’nın rövanşı olarak görüyordu.

İngiliz genelkurmayı da aynı metodu uygulamıştı. Çanakkale Savaşı hazırlıkları sırasında bölgenin antik tarihi üzerine araştırmalar yapmışlardı, Troya dönemine ait antik çağ haritalarından faydalanmışlardı. Troya Savaşı’nda lojistik üs olarak kullanılan Bozcaada, Gökçeada ve Limni adaları, Çanakkale Savaşı’nda İngilizler tarafından lojistik üs olarak kullanıldı.

Troya Savaşı’nda mesela, Beşige Koyu’na şaşırtma amaçlı sahte çıkarma yapılmıştı, İngilizler aynısını Çanakkale Savaşı’nda yaptı. Troya Savaşı’ndaki efsane Troya Atı’nı (Truva Atı) herkes bilir. Çanakkale Savaşı’nda Truva Atı hilesi bile kullanıldı. İngiliz kurmayları, donanmanın kömür ihtiyacını karşılayan 105 metre uzunluğundaki River Clyde isimli kömür şilebini, modifiye ederek çıkarma gemisine dönüştürmüştü. Dışarıdan bakıldığında eski püskü kömür şilebi görüntüsüydeydi, güvertesindeki askeri teçhizat görünmüyordu. Halbuki, ambarları hıncahınç asker doldurulmuştu. Dümeni kilitlenip yanlışlıkla savrulmuş gibi karaya oturacak, vurulmaya değer hedef olarak görülmeyecek, hava kararınca içindeki iki bin asker karaya çıkacak, ilk savunma hattımızı delecek, arkadan gelecek olanlara gedik açacaktı... Neyse ki beceremediler.

Troya’yla Çanakkale’nin üç bin yıllık hesaplaşma olduğunun bir başka kanıtı, Agamemnon’du. Britanya donanmasının en güçlü savaş gemilerinden birinin adı, Agamemnon’du. Orijinal Agamemnon ise Troya’yı yıkmaya gelen Akha ordusunun başkomutanının adıydı. Hatta... Osmanlı’nın ölüm fermanı anlamına gelen Mondros Mütarekesi’nin, başka yer yokmuş gibi, Agamemnon zırhlısı’nın güvertesinde imzalanması da elbette tesadüf değildi.

Fatih Sultan Mehmet’in tespiti, muhteşem isabetliydi. İstanbul’un fethi, Troya Savaşı’nın rövanşıydı. Üç bin yıl sonra Çanakkale’yi geçmeye çalışanlar, Troya’nın rövanşını kaybedenlerdi. Çanakkale Savaşı, tıpkı Troya Savaşı gibi, Doğu ile Batı’nın, Avrupa’yla Anadolu’nun mücadelesiydi.

Ve... Truva’nın stratejik planlarını bizzat yerinde inceleyen, ölçüp biçen, notlar alan Mustafa Kemal, üç yıl sonra, 1915’te yeniden Çanakkale’ye geldi.

Aciz saray yönetimi ve ordunun teslim edildiği Alman paşalar adım adım felakete sürüklenirken, Mustafa Kemal ne yapacağını net olarak biliyordu, nerede yapacağını, nasıl yapması gerektiğini kafasında çoktan kurgulamıştı.

Anafartalar... Savaşın kırılma noktasında yer alan iki köyümüzün ortak adıydı. Küçük Anafarta köyü, Büyük Anafarta köyü, Anafarta kelimesi yerel ağızda “rüzgara karşı, çok rüzgar alan yer” manasına geliyordu. Anafartalar Kahramanı’nın emperyalizm rüzgarına karşı durduğu yer, coğrafyanın sözlük anlamına da cuk oturuyordu.

Çanakkale Zaferi, hamasetle değil... Mustafa Kemal’in analitik zekasıyla, entelektüel birikimiyle kazanıldı.

Seyit onbaşının o devasa mermiyi namluya sürdüğü noktaya dönersek... Çanakkale Boğazı’nı üstten geçemeyen itilaf devletleri, kara savaşından önce ikmal yollarımızı kesmek ve moralimizi bozmak için “sinsi silah”ı devreye sokmuşlardı. Denizaltılar... Çanakkale Boğazı’nı alttan geçerek Marmara’ya sızmaya başladılar. İlk birkaç denemede mayınlara yakalandılar, vuruldular. Bu tehlikeli görevi ilk başaran Avustralya’nın AE2 denizaltısı oldu, Marmara’ya girdi, ruhumuz bile duymamıştı. Neyse ki, tek bir gemimizi bile batıramadan farkedildi, Marmara’da batırıldı. Ancak... AE2’nin keşfettiği rota, Çanakkale Boğazı’nın geçiş hattını itilaf kuvvetlerine öğretmişti. Yol oldu. İngiliz denizaltısı E11, aynı yolu takip ederek Marmara’ya geçti. Cepheye asker ve mühimmat taşıyan gemilerimizi avlamaya başladı. Kahredici bir skora ulaştı. Dile kolay, 96 gün içinde, aralarında Barbaros Hayrettin zırhlısının da bulunduğu 94 gemimizi batırdı.

İngiliz denizaltısı tarafından sulara gömülen gemilerimizden biri, Halep vapuru’ydu. 54 metre boyunda şehir hatları vapuruydu. Gövdesi beyaz, bacaları siyahtı, yandan çarklıydı. İstanbul’dan, Mudanya’dan asker, cephane, erzak yüklüyor, Akbaş Limanı’na getiriyor, dönüşte yaralılarımızı taşıyordu. 25 Ağustos 1915... Gece boyunca cepheden sedyelerle taşınan 200 yaralı askerimiz sabahın ilk ışıklarıyla beraber Halep vapuru’na bindirilmişti, yola çıkmak üzereydiler. Tam o sırada, hiç sezdirmeden limanın ağzına kadar girmiş olan İngiliz denizaltısının kaptanı, periskopundan Akbaş Limanı’nı seyrediyordu, demirli halde üç gemi vardı. Saat 07.20’de bitirici vuruşunu yaptı. Sonra da seyir defterine şunları yazdı: “Limanda bağlı üç vapur görüyordum. Yakınımızda olanı Kızılay amblemleri ile boyanmış bir hastane vapuruydu. Ona saldırmaktan hemen vazgeçtim, diğer vapura yöneldim ve torpidoyu ateşledim. Üzerinde hiçbir işaret bulunmayan bu vapur muhtemelen cephane taşıyordu. Ön kısmından isabet aldı, hızla batmaya başladı.”

İngiliz kaptan hedefini yüzde yüz isabetle vurmuştu ama maalesef tahmininde yanılmıştı. Halep vapuru cephane getirirken Kızılay bayrağını çıkarıyor, yaralı götürürken Kızılay bayrağını takıyordu, yola çıkmadan önce Kızılay bayrağı takılacaktı. İngiliz kaptanın bunu bilmesi elbette imkansızdı, Kızılay bayrağını görmeyince torpidoyu yolladı. 200 yaralımız şehit oldu, Akbaş Limanı’na defnedildi.

İşte o Halep vapuru... Tarihin akışını değiştiren Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal’i Tekirdağ’dan Çanakkale’ye getiren vapurdu!

Kader bir kez daha Türk milletinin yanındaydı... Halep vapuru Mustafa Kemal’i taşırken vurulup batsaydı, ne Çanakkale Savaşı kazanılırdı, ne Kurtuluş Savaşı kazanılırdı, ne de Türkiye Cumhuriyeti var olurdu.

Maalesef bakıyoruz bugün...

110 yıl önce, Çanakkale’de milletin kaderini elaleme teslim eden liyakatsiz saltanat zihniyeti, 110 yıl sonra, Mustafa Kemal’in askerlerini ordudan ihraç ediyor.

110 yıl önce, Mustafa Kemal sayesinde yazılan Çanakkale destanını, 110 yıl sonra, hiç utanmadan Mustafa Kemalsiz kutlamaya çalışıyorlar.

Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü’nde... Onbinlerce evladımızı şehit eden teröristbaşına “kurucu önder” deniyor, “kurucu irade” filan deniyor, umut hakkıyla serbest bırakılsın, meclise gelsin deniyor, Şehitleri Anma Günü’nde şehitlerimize ve şehit ailelerine bu reva görülüyor.

Çanakkale’yi geçemeyenler, sarayın basiretsizliğiyle mermi sıkmadan İstanbul’u işgal etmişti, tarih farklı bir versiyonla tekerrür ediyor, bu ülkeye yıllarca terörle kan kusturup asla başaramayanlar, sarayın hoşgörüsüyle, sarayın onayıyla, adeta devletin ortağı haline getiriliyor.

Dolayısıyla, geleceğe dair umudumuz olan gençlerimize seslenerek bitirmek istiyorum... Tarihimizin gerçeklerine sahip çıkın. Mustafa Kemal Atatürk’e saldıranlara karşı çıkın. Akıldan, bilimden, liyakatten yana olun. Biat kültürünün esiri olursanız, kaçınılmaz olarak gün gelir, imkanlar içinde imkansız kalır, o top mermisini sırtınızda taşırken bulursunuz kendinizi!

124.18.03.2025 - BİRTAKIM DÜŞÜNCELER (Göynük Gazetesi)


 BİRTAKIM DÜŞÜNCELER

        Merhabalar değerli okurlar. Bu yılın başında, 21 Ocak’ta gerçekleşen Kartalkaya mevkiindeki Grand Kartal Otel faciasının üzerinden bu yazının yayımlandığı tarih olan 18 Mart itibarı ile 56 gün geçti. Olayın yaraları henüz taptaze iken “10 gün içinde tüm sorumluları bulup cezalandırırız!” diyen, “orası benim sorumluluğumda değil” “yok hayır, tam da senin sorumluluğunda” diyerek birbirlerini suçlayan etkisiz ama yetkili şahısların demeçleri ve tvit savaşlarının üzerinden de hadi diyelim 52-53 gün… Bu süre içinde, bu musibet yaşanmasa hiç kimsenin umurunda olmayacak turizm tesislerinin denetime tabi tutulduğunu ve tabirimi bağışlayın “haşırt” diye kapatıldığını gördük. Daha önce yapılan denetimimsi şeylerde “var mı yok mu” diye bakılan yangınla ilgili aparatların (sensörler, alarm ve söndürme sistemleri vs) artık çalışıp çalışmadığı sorgulanmaya başlandı denetimciler tarafından. Soyulduktan sonra kapıya kilit takmaya benziyor bu durum. Ve elbette devam eden yasal bir süreç olduğundan eleştirilerimizin dozunu kısmak zorundayız ama olay ve sonrası hakkında söylenecek yüzlerce, binlerce söz var. Vakti ve yeri geldiğinde bunlar dilimizden ve kalemimizden dökülür elbet. Şimdilik hayatını kaybedenlere rahmet, geride kalan yakınlarına ise sabır dilemek geliyor elimizden, dilimizden.

        Son yirmi yıldır her yılbaşında ya da yılbaşını takip eden kısa zaman içerisinde mutlaka bir saldırı ya da facia ile karşılaşmak kanıksanır bir durum haline dönüştü maalesef. Ve yine maalesef ki yaşanan musibetler bin nasihatten daha değerli hale gelemiyor, hiç kimseye ders olmuyor. Acaba ahlaki açıdan gitgide yozlaşmamızın da mı etkisiyle çoğalıyor bu hadiseler? Zira en son mevzuda hayatını kaybedenlerin ekonomik açıdan yüksek gelir grubunda olduklarını ön plana çıkararak “onlar zengin, hak etmişlerdir” diyecek kadar saçmalayanları duydu bu kulaklar… 78 kişinin 66’sı çocuk, yani günahsız, hatırlatırım! Olaylara bakışımızı zengin ya da fakir, inançlı ya da inançsız, oralı ya da buralı gibi karşıt kavramlarla değil de sadece insan biçimine dönüştürüp öyle değerlendirme yapmamızın vakti gelmedi mi sizce de? Çocukluğumu hatırlıyorum da, komşulardan vefat eden olduğunda sokağımızda adeta yas ilan edilirdi. Evlerde televizyon açılmaz, sokakta şen şakrak oyun oynayan bizler de daha sessiz olmaya çalışırdık. Hayat daha yavaş akardı adeta. Cenaze sahibi olan komşumuza tencere tencere yemek taşırdık, telaşesinden, tuttuğu yasından fırsat bulup da yemek yapamaz diye. Günümüzde bu hasletler evrim geçirdi üzgünüm ki. Cenaze evine tek tük yemek getiren komşular olsa da büyük bir çoğunluk ikram edilecek pide-ayran için geliyor sanki! Cenaze sahibinden karabiber isteyen gördüm, o derece! Gerisini siz hesap edin artık.

        Ahlak önemli bir kavram; kimileri dini var diye ahlaka ihtiyacı olmadığını düşünse de… Din olgusu, ahlak ile taçlandırıldığında daha bir değerlenir. Yıllar önce İslam dinini seçerek Yusuf İslam adını alan rock müzisyeni Cat Stevens, bence nesillere aktarılması gereken şu tespiti yapmıştı: “Çok şükür ki İslam dinini, Kur’an’dan öğrendim. Sadece Müslümanlara baksaydım bu dini seçmezdim” Çuvaldızı kendimize batırmanın tam yeri geldi. Bu örnek çerçevesinde suçlu olan din değil biz insanlarız. Suçluyuz, çünkü ilk emri okumak olan bir dinin mensupları olarak okuyup anlama işini geri bırakmışız. Bir küçük anekdot aktararak sonlandıracağım bu bahsi.

        Yıllar önce İskenderun’da öğrenciydim. Ortadoğu’nun en büyük Katolik kilisesi İskenderun’daydı. Arkadaşlarla sırf merakımızdan bir Pazar ayinini izlemek istedik. Kafamıza göre gitmek yerine de kilisenin rahibini bulduk ve talebimizi ilettik. Rahibin cevabı ilginçti: “Kendi dininizi tam olarak öğrendiğiniz gün tekrar gelin buraya!

        Hepinize sağlıklı ve mutlu günler diliyorum değerli okurlar.

17 Mart 2025 Pazartesi

122.11.03.2025 - BİR MİMARIN UYARILARI (Göynük Gazetesi)

BİR MİMARIN UYARILARI 

Merhabalar değerli okurlar. Bir süredir özellikle Bolu’nun yerlisi olan hemşehrilerimizin yoğun tepkisine sebep olan Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi hakkında birkaç söz edeceğim. Ama öncelikle tee en başından beri bu üniversitenin adında neden Abant var anlayabilmiş değilim, onu belirteyim. Tamam, Abant Gölü Bolu’nun önemli simgelerinden biri. Ancak Anadolu’da kurulan neredeyse tüm üniversiteler, kuruldukları ilin adını taşırken neden üniversitemizin adı Bolu İzzet Baysal Üniversitesi olarak tescil edilmedi de ismine Abant kelimesi eklemlendi? Bence iki sebebi var bunun. Birincisi o dönemde Bolu’ya bağlı bir ilçe olan Düzce’nin kontenjanından Bolu Milletvekilliği yapmış olan necmi hoşver’in, üniversitemizin kuruluşunun görüşüldüğü meclis alt komisyonunda “Üniversiteye Bolu adı verilirse intihar ederim!” şeklinde ağlamasıydı. Bu zavallıca şantajın uzantısı olarak bir de üniversitemize bağlı Tıp Fakültesi de ilk olarak Düzce’de konuşlandırıldı. Sonraki yıllarda kurulan Düzce Üniversitesi, İzzet Baysal Vakfı’nın kurduğu tüm tesislere “çöktü” son dönemin moda deyimi ile.

​İkinci sebep ise fetö / pdy’nin en kuvvetli olduğu dönemde yaptığı meşhur Abant toplantılarına atfen üniversitemizin adına bu kelimenin eklemlendirilmesidir ki bu daha vahim. Çok şükür ki birkaç yıl önce üniversitemizin adına Bolu eklendi ve yanlış bir nebze olsun düzeltilmiş oldu.

​Bir süre önce BAİBÜ Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, sessiz sedasız bölge hastanesine dönüştürüldü. Bartın’dan, Zonguldak’tan Karabük’ten ve Çankırı’dan sağlık turizmi turları düzenleniyor deyim yerindeyse. İşiniz düştüğünde randevu bulamıyorsunuz. Randevu yakalayabildiğinizde ise hastaneye özel aracınızla gitme gafletine düşerseniz park yeri bulmak imkansıza yakın. Yer gök park yeri olmuş ama heyhat! Polikliniklere aracınızı park ettiğiniz yerden ulaşmak için trekking yapmanız gerek! Herşey yolunda gitti ve polikliniğe ulaştınız diyelim, o kadar kalabalık ki adeta mahşer yeri! Hasta değilseniz bile hasta eder sizi; ya fiziken ya da ruhen…

​Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de geçtiğimiz günlerde toplanan Kent Konseyinde söz alıp sıkıntıları dile getiren Tıp Fakültesi Hastanesi’nin mimarı Uğur Tunçok’un açıklamaları bana maalesef Kartalkaya otel felaketini anımsattı.

​Uğur Tunçok hem mimarlık hem de müteahhitlik yapan, Bolu’nun yetiştirdiği en değerli iş insanlarından biridir. Yapıp sattığı evlere garanti verecek kadar yaptığı işe güvenen ahlak sahibi biridir aynı zamanda. Dolayısıyla açıklamalarının ciddiye alınması ve ACİLEN eksik ve aksaklıklara çözüm bulunması gerektiği kanaatindeyim.

​Tunçok, “Hastane geceleri rüyalarıma giriyor, beni uykusuz bırakıyor. Bu yapı insanları öldürür. 2002 yılında hizmete 250 yataklı olarak giren hastane, şu anda 450 yataklı olarak faaliyette” dedi. Tunçok ayrıca, hastanede usulsüz kapasite artışından dolayı yangın merdivenlerinin kullanımının engellendiğini ve yangın sensörlerinin ise çalışmadığını ilave etti.  Saygıdeğer mimar “Farz edelim ki yangın çıktı, peki yangın ihbar sistemi çalışıyor mu? Biz bu sistemi 250 yatak için ve o dönemki odalar için yapmıştık. Ancak duyduğuma göre, sistem hemen hemen hiç çalışmıyor. Çünkü odalarda sigara içildiği için yangın sistemi kapatılmış.” şeklindeki serzenişlerine şöyle devam etti: “Koridorları, pencereleri, dinlenme odalarını kapatmışlar. Boş buldukları her yere bir yatak koymuşlar. Bu yapı bu yatak kapasitesini kaldırmaz.” Açıklamaların en can alıcı cümleleri ise bence şunlar: “Bina kalp krizi geçirdi ve ölmek üzere! Herkes otopark problemini konuşurken asıl sıkıntıyı göz ardı ediyor. Binanın deprem ve yangın güvenliğinin tartışmaya açılması gerekiyor!

​Eee?! Ne yapacağız acaba? Bu saygıdeğer insanın söylediklerini kulak ardı mı edeceğiz? Valla etkili ve yetkili cenahtan olumlu yönde bir hareket beklemediğimi üzülerek söyleyeyim. Maalesef (ya da çok şükür!) iş yine İzzet Baysal Vakfı’nın üstüne kalacak. Vakfın Mütevelli Heyeti üyesi ve Başkanvekili iş insanı Sayın Fatih Yamaner de üniversite hastanesinin şu anki durumundan tabirimi bağışlayın “bir halt olmayacağı” anlaşıldığından olsa gerek ki, yapılacak yeni bir hastane için vakfın 180 Milyon Türk Lirası katkı verebileceğini belirtti ve ilgilileri ferahlattı! Ne diyelim, Bolu’nun adını da değiştirip İzzet Baysal City yapalım olsun bitsin!!! Ne de olsa bir tek vakıftan fayda var buralara…

​Sağlıklı, mutlu ve sağlık sistemine, özellikle de üniversite hastanesine muhtaç olmayacağınız güzel günler diliyorum tüm okurlarımıza.

8 Mart 2025 Cumartesi

121.05.03.2025 - ENGELLER, TANGO ve SEVGİ (Göynük Gazetesi)


ENGELLER, TANGO ve SEVGİ

Merhabalar değerli okurlar. Güzel bir Ramazan ayı diliyorum öncelikle. Oruç tutmanın sabahtan akşama aç karnına gezmekten ibaret olmadığını keşfedeceğimiz, gönül gözümüzün de açılacağı bir dönem olması en çok istediğim şeylerden biri.

​Geçtiğimiz günlerde ülkemizin yetiştirdiği en kaliteli sanatçılardan Edip Akbayram’ı yitirdik. Nev’i şahsına münhasır diyebileceğimiz Allah vergisi muhteşem bir sese ve harika bir yoruma sahip, özellikle 80li yıllarda üstüne yapışan “solcu” yaftasından dolayı emeğini bile sergilemesine yasaklar konulan, kendisine sınırlı sayıda da olsa gelen arabesk plağı ve gazino tekliflerini reddedip, ailesinin geçimini sağlamak için alyansını satan ama kişiliğini satmayan ender ve gerçek “sanatçı”lardandı. Ruhu şad olsun.

​Bazı filmler vardır, yapıldığı zamanın üzerinden yıllar da geçse insanların üstünde bıraktığı etki ile çağının ötesindedir. Bugün size onların birinden bahsetmek istiyorum.

​Bahsedeceğim film 1974 yapımı aynı adlı filmin yeniden çevrimi olan 1992 yılı yapımı Scent of a Woman (Kadın Kokusu). Martin Brest’in yönettiği filmde Al Pacino ve Chris O’Donnell başroldeler. Birkaç dalda aday olduğu Akademi Ödülleri’nde Oscar heykelciğini En İyi Erkek Oyuncudalında Al Pacino ile kazanan film, köklü bir kolejde öğrenci olan Charlie’nin paraya ihtiyacı olduğu için, gözleri görmeyen, zeki fakat son derece huysuz bir emekli yarbay olan Frank Slade’e bakıcılık yaptığı bir hafta sonu gezisinin hikayesini anlatır izleyiciye. Film zaman zaman ağır bir tempoya düşse de sinema tarihine geçmiş birkaç ikonik sahneye sahip.

​Bunlardan biri, Yarbay Frank Slade’in lüks bir restoranda sadece kokusunu izleyerek yanına gittiği genç ve güzel Donnaile yaptığı efsanevi tango bana kalırsa. Donna rolüyle filmde kısacık ama ikonik bir sahnede yer alan Gabrielle Anwar bu dans sahnesinde Al Pacino’ya eşlik ederek akıllarda kalıyor. Al Pacino Oscar ödülünden dolayı kendisine helal olsun dedirtircesine kör bir adamın nasıl tango yapacağını gösteriyor ve bir resital sunuyor adeta. Arka planda çalan Carlos Gardel’in Por Una Cabeza adlı şarkısı da cabası! İzlerken müthiş pozitif duygular içerisine giriyorsunuz. Sahnenin sonunda ise Donna’nın mekâna gelmekte geç kalan uyuz erkek arkadaşı Michael tarafından adeta sürüklenerek mekândan çıkışı ile pozitif atmosfer yerini bir hayal kırıklığına bırakıyor.

​Bir diğer sahne ise yaklaşık 20 dakikalık efsanevi okul sahnesi. Bu sahneden Yarbay Slade’in akıllara kazınacak tiradına gelirsek; “Bir zamanlar görebiliyordum. Buradakilerden genç, kolları kopmuş, bacakları kesilmiş çocuklar gördüm. Ama kesilip atılmış / alınmış bir ruhun görüntüsü gibisi yoktur. Çünkü sökülüp atılmış bir ruh için protez yoktur! Şimdi bu muhteşem genci (Charlie’yi kastediyor) kuyruğunu kıstırıp Oregon’a geri gönderdiğini düşünüyor olsan da Bay Trask, ben onun ruhunu idam ettiğini düşünüyorum.” diyerek savunduğu Charlie’nin okuldan atılmasına engel olma çabasını görürüz.

​Son olarak Al Pacino’nun kör bir adamı oynayabilmek içinaltı ay boyunca körler okulunda kaldığını ve filmin çekimleri boyunca tek bir noktaya bakması nedeniyle gözlerinin zarar gördüğünü ve gözlük kullanmaya mecbur kaldığını da belirtmeliyim.

​Bende iz bırakan ve sizin de beğenebileceğinizi umduğumfilmler hakkında ara sıra birkaç söz etmeyi düşünüyorum izniniz olursa. Bir sonraki yazımda buluşabilmek umudu ile sağlıklı ve mutlu günler diliyorum tüm okurlarımıza.

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...