Merhabalar değerli okurlar. Bu yılın
başında, 21 Ocak’ta gerçekleşen Kartalkaya mevkiindeki Grand Kartal
Otel faciasının üzerinden bu yazının yayımlandığı tarih olan 18 Mart
itibarı ile 56 gün geçti. Olayın yaraları henüz taptaze iken “10 gün
içinde tüm sorumluları bulup cezalandırırız!” diyen, “orası benim
sorumluluğumda değil” “yok hayır, tam da senin sorumluluğunda”
diyerek birbirlerini suçlayan etkisiz ama yetkili şahısların demeçleri ve tvit
savaşlarının üzerinden de hadi diyelim 52-53 gün… Bu süre içinde, bu
musibet yaşanmasa hiç kimsenin umurunda olmayacak turizm tesislerinin denetime
tabi tutulduğunu ve tabirimi bağışlayın “haşırt” diye kapatıldığını
gördük. Daha önce yapılan denetimimsi şeylerde “var mı yok mu” diye
bakılan yangınla ilgili aparatların (sensörler, alarm ve söndürme sistemleri
vs) artık çalışıp çalışmadığı sorgulanmaya başlandı denetimciler
tarafından. Soyulduktan sonra kapıya kilit takmaya benziyor bu durum. Ve
elbette devam eden yasal bir süreç olduğundan eleştirilerimizin dozunu kısmak
zorundayız ama olay ve sonrası hakkında söylenecek yüzlerce, binlerce söz var.
Vakti ve yeri geldiğinde bunlar dilimizden ve kalemimizden dökülür elbet. Şimdilik
hayatını kaybedenlere rahmet, geride kalan yakınlarına ise sabır dilemek
geliyor elimizden, dilimizden.
Son yirmi yıldır her yılbaşında ya da
yılbaşını takip eden kısa zaman içerisinde mutlaka bir saldırı ya da facia ile
karşılaşmak kanıksanır bir durum haline dönüştü maalesef. Ve yine maalesef ki
yaşanan musibetler bin nasihatten daha değerli hale gelemiyor, hiç kimseye ders
olmuyor. Acaba ahlaki açıdan gitgide yozlaşmamızın da mı etkisiyle çoğalıyor bu
hadiseler? Zira en son mevzuda hayatını kaybedenlerin ekonomik açıdan yüksek
gelir grubunda olduklarını ön plana çıkararak “onlar zengin, hak etmişlerdir”
diyecek kadar saçmalayanları duydu bu kulaklar… 78 kişinin 66’sı çocuk,
yani günahsız, hatırlatırım! Olaylara bakışımızı zengin ya da fakir, inançlı ya
da inançsız, oralı ya da buralı gibi karşıt kavramlarla değil de sadece insan biçimine
dönüştürüp öyle değerlendirme yapmamızın vakti gelmedi mi sizce de? Çocukluğumu
hatırlıyorum da, komşulardan vefat eden olduğunda sokağımızda adeta yas ilan
edilirdi. Evlerde televizyon açılmaz, sokakta şen şakrak oyun oynayan bizler de
daha sessiz olmaya çalışırdık. Hayat daha yavaş akardı adeta. Cenaze sahibi
olan komşumuza tencere tencere yemek taşırdık, telaşesinden, tuttuğu yasından
fırsat bulup da yemek yapamaz diye. Günümüzde bu hasletler evrim geçirdi
üzgünüm ki. Cenaze evine tek tük yemek getiren komşular olsa da büyük bir
çoğunluk ikram edilecek pide-ayran için geliyor sanki! Cenaze sahibinden
karabiber isteyen gördüm, o derece! Gerisini siz hesap edin artık.
Ahlak önemli bir kavram; kimileri dini
var diye ahlaka ihtiyacı olmadığını düşünse de… Din olgusu, ahlak ile
taçlandırıldığında daha bir değerlenir. Yıllar önce İslam dinini seçerek Yusuf
İslam adını alan rock müzisyeni Cat Stevens, bence nesillere
aktarılması gereken şu tespiti yapmıştı: “Çok şükür ki İslam dinini,
Kur’an’dan öğrendim. Sadece Müslümanlara baksaydım bu dini seçmezdim” Çuvaldızı
kendimize batırmanın tam yeri geldi. Bu örnek çerçevesinde suçlu olan din değil
biz insanlarız. Suçluyuz, çünkü ilk emri okumak olan bir dinin mensupları
olarak okuyup anlama işini geri bırakmışız. Bir küçük anekdot aktararak
sonlandıracağım bu bahsi.
Yıllar önce İskenderun’da
öğrenciydim. Ortadoğu’nun en büyük Katolik kilisesi İskenderun’daydı.
Arkadaşlarla sırf merakımızdan bir Pazar ayinini izlemek istedik. Kafamıza göre
gitmek yerine de kilisenin rahibini bulduk ve talebimizi ilettik. Rahibin
cevabı ilginçti: “Kendi dininizi tam olarak öğrendiğiniz gün tekrar gelin
buraya!”
Hepinize sağlıklı ve mutlu günler
diliyorum değerli okurlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder