29 Haziran 2025 Pazar

143 - 29.06.2025 - BİR DÜNYA MASALI; KÜL, SU, ET, PETROL VE BARIŞ(!) (Göynük Gazetesi)

 


BİR DÜNYA MASALI; KÜL, SU, ET, PETROL VE BARIŞ(!)

Havalar ısındı, ormanlarımız yine cayır cayır. Sanki her yaz şaşırmamız gerekiyormuş gibi. Bu işin de uzmanları (!) var; televizyonlarda vileda sopasıyla ahkam kesen, ama onları dinleyen pek yok. Görevdeki helikopter pilotları ve halkın cansipreane özverisi ise gerçek bir kahramanlık öyküsü…

Gelelim su faturaları meselesine… Su, su dedikleri şey H2O değil artık: Halkın 2 kat Oyulması. Faturalar öyle bir gelmeye başladı ki sanki her gece evde bir olimpik havuz dolduruyoruz veya tadilat sonrası hizmete alınan tarihi Gazi Süleyman Paşa Hamamı’nın su ihtiyacını Göynük halkı olarak biz karşılıyoruz!.. Korkuyorum yarın öbür gün kapıma belediye zabıtaları dikilip hesap soracak diye… Hadi Merkez ilçede olsak sosyal demokrat tanju beyin yeni oyuncağı Audi Q8’inin parasını ödüyoruz diyeceğiz de Ali Başkan hala 20. Yüzyıldan kalma Mercedes’e biniyor.

İklim kanunu çıkıyor. “Karbon salınımını azaltacağız!” diyorlar. Evet evet, önce karbonu salanları azaltalım. Evde, köyde, çarşıda, pazarda gereksiz yellenmeleri asgariye indirelim!  Bir de yapay et konuşuluyor. Buzdolabını açınca içinde et bulamıyoruz ama yapay umut bol. Laboratuvarda üretilmiş etle çevre kurtulacakmış. Heyhat! Dana değil ama “dana gibi yalan” besliyoruz hep birlikte. Benzer bir yalanı da covid pandemisinde dünya sağlık örgütü adlı gereksiz organizasyon, aşılar konusunda dayatma yaparak söylemişti. Daha genç diyebileceğimiz insanlar, hiçbir belirti olmaksızın kalpten gidiyor patır patır. Bir de bu etlerin tadına bakan influencer’lar var: “Gerçeğinden ayırt edemedim.” diye ballandırarak anlatıyorlar. Canım kardeşim, sen dahil yıllardır gerçek mi değil mi ayırt edilemeyen bir yığın tipleme ile aynı ortamda yaşıyoruz biz zaten.

Petrol deseniz… NASA’dan özel izin alıp pompa başında roket fırlatıyoruz adeta. İran-israil savaşından ötürü rekor ölçüde yükseliyor, bir günlüğüne indirim geliyor, sonra hadi bakalım yine zam. Zam mı dedim? Affedersiniz, zam değildir o, fiyat ayarlamasıdır. Zam olsa duramazsınız! Araç sahibi olmak bir ayrıcalık oldu, ekonomi işi. “Depoyu fulledim” demek artık şaka değil, zenginlik göstergesi. Bugün 1 litre benzin, 1 litre sütten daha değerli. Arabaya süt koysan hem daha ucuz hem daha besleyici! (Yazarın Notu: Bu sadece bir espridir. Lütfen depoya süt koyma gibi yaratıcı çözümler denemeyiniz! Yazarın notunun sonu)

Ve son olarak: Ortadoğu… Yani “Barış” kelimesinin daimî tatilde olduğu coğrafya. Herkes barış istiyor ama her ne hikmetse herkesin elinde silah var. Demokrasi götürme bahanesiyle ülkeleri toz duman edenlerin cebinde hâlâ o yüz yıl önceki petrol haritası duruyor. “İnsanlık dramı” diyerek haber bültenlerinde ağlayanlar, reklam arasında savaş sanayi şirketlerine yatırım yapıyor.

Velhasıl sevgili okur, bu dünya yangın yerine döndü; hem gerçek anlamda hem mecazen. Ama siz yine de suyunuzu tasarruflu kullanın, yapay etin son kullanım tarihine dikkat edin, mümkünse benzinli / mazotlu araçlar yerine bisiklet hatta daha iyisi tabanvayları kullanın ve Ortadoğu haritasına bakarken sadece gözlerinizi değil, vicdanınızı da kullanın. Yoksa kül olmak, en masum sorunumuz olabilir.

 

24 Haziran 2025 Salı

142 - 24.06.2025 - SUYUMUZ ISINMADAN! (Göynük Gazetesi)

 


SUYUMUZ ISINMADAN!

2013 yılıydı. Fetö tarafından kurgulanan asrın kumpaslarıı Ergenekon ve Balyoz olanca hızı ve acımasızlığı ile devam ediyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şerefli subayları (emekli olsun muvazzaf olsun) sanık, şeddeli teröristler ise gizli (!) tanık yapılmıştı. Türk ordusu tek kurşun atılmadan esir alınmıştı adeta. İşte o günlerde rahmetli sanatçı Levent Kırca, Habertürk adlı TV kanalında yıllardır devam eden ve TV tarihinde bir fenomen, bir kült haline dönüşmüş olan Teke Tek adlı programa katıldı. Programın sahibi olan gazeteci Fatih Altaylı ile sağlam bir ağız dalaşına girdiği görüntüler sanırım birçoğunuzun aklındadır.

Programın bir noktasında, hayatının neredeyse tamamında muhalif bir çizgide sanat icra eden (Yazarın Notu: Uzun yıllar boyunca çeşitli kanallarda yayımlanan Olacak O Kadar adlı hiciv-komedi programındaki skeçlerin muhalefet dozunu anımsatmak isterim. Dileyen internetteki videolarını bulup izleyebilir. Yazarın notunun sonu) Levent Kırca ile Fatih Altaylı arasında şu diyalog geçmişti:

Levent Kırca : Ben gelenek haline getirdim, Silivri’ye Hasdal’a haftada iki kez gidip orada normal şartlar altında da yatmayan insanları ziyaret ediyorum. Bir gazeteci olarak senin de oralara gitmen gerekmez mi?

Fatih Altaylı : Niye gideyim?!

 L.K. : Hiç ilgilendirmiyor mu seni? Silivri’de Hasdal’da 105 tane gazeteci arkadaşın yatıyor senin…

F.A. : 105 tane değil de…

L.K. : Evet, 104 oldu. Çıktı çünkü şey… Soner Yalçın çıktı. Ben senden daha iyi biliyorum konuları. Peki, içerideki 104 arkadaşın için bir kez olsun ziyarete gitmek aklının köşesinden geçmedi mi?

F.A. :Hayır!

L.K. : HİÇ GİTMEYCEK MİSİN?

F.A. :HAYIR!.. Mecbur muyum cezaevine gitmeye?

Program ve bu sohbet epeyce uzun. Ancak şu sıralar sosyal medyada dolaşan bölüm bundan ibaret. Pekala, adına shorts, reels ya da ne deniyorsa onu deyin bu kısa videoyu ve diyaloğu hatırlatmamdaki sebep nedir? Youtube kanalındaki soru cevap şeklinde yürüyen ve kendisine editörü Emre tarafından yöneltilen soruları yorumlayan Fatih Altaylı’ya “oh olsun!” demek için mi? Yoksa “Yaa işte böyle. Büyük lokma yiyeceksin ama büyük laf etmeyeceksin!” diye nasihatte bulunmak için mi?

Düştüm mapus damlarına öğüt veren bol olur

Toplasan o öğütleri bur’dan köye yol olur

Üstad Cem Karaca’nın sözleri ile cevap vermiş olalım bu sorulara. Peki Fatih Altaylı kimdir derseniz onu da hemen cevaplayayım:

1980li yıllardan bu yana gazetecilik yapan, 1993 yılında yeni kurulan Kanal D televizyonunda yaptığı ve günümüze değin devam ettirdiği Teke Tek adlı programı ile geniş kitleler tarafından tanınan bir gazeteci, kız çocuklarının okuması için sosyal sorumluluk projeleri oluşturan ve bu projelerde aktif şekilde görev alan bir aktivist, Formula 1 yarışlarının tekrar Türkiye’ye getirilmesi için resmi görevi olmamasına rağmen yoğun çaba sarf eden bir sportif elçi, yönetiminde yer alacak kadar koyu bir Galatasaray taraftarı, iyi bir gurme, bilgi ve kültüre sonuna kadar destek veren bir entelektüel… Bu listeyi uzatmak ve çeşitlendirmek mümkün.

Sosyal medyada Levent Kırca ile aralarında geçen bu diyaloğu paylaşanların temel motivasyonu da elbette Fatih Altaylı’nın, özellikle de Habertürk TV ekranlarında iken takındığı yandaş tutum olsa gerek. Haklılar belki de… Ben de zaman zaman bu düşüncede oldum doğrusu. Ancak hangimizin geçmişinde hata ya da hatalar yok ki?! Sosyal demokrat dünya görüşüne sahip bir seçmen olarak, 2001 krizi sonrasındaki konjonktürde benim de merkez sağ olduğuna inandığım bir partiye sempati duymuşluğum var örneğin.

Diyeceğim o ki, insanlar kendilerinin geçmişteki versiyonlarının tutum ve davranışlarından ötürü pişmanlık gösterebilir, bugün onlardan çok farklı davranabilir. Tabii ki Süleyman Demirel’in sıkça kullandığı ifadeyi kullanarak dün dündür bugün bugündür demek değil bu. 

Elbette herkesin geçmişinde durduğu yer, zamanla değişebilir. Dün sustuğumuz bir haksızlığa bugün ses yükseltebilir, dün karşı çıktığımız bir fikre bugün yakın hissedebiliriz. Mühim olan, hatayı anlamak ve ondan ders çıkarabilmektir. Ama unutmamak gerekir ki; geçmişte hangi cümleyi kurduysanız, gün gelir dönüp sizi bulabilir. O yüzden suyumuz henüz ısınmamışken, biraz aynaya bakmakta yarar olduğunu düşünüyorum.

18 Haziran 2025 Çarşamba

141 - 18.06.2025 - GÖRMEZDEN GELİNEN GERÇEKLER (Göynük Gazetesi)

 


GÖRMEZDEN GELİNEN GERÇEKLER

Kırsalda jandarma, şehirlerde polis... Kolluk kuvveti dendiğinde bazen asık suratlı, bazen de sert ve mesafeli yüzler canlanır zihnimizde. Oysa mesleğini rahmetli Fethi Sekin gibi canı pahasına yapan binlerce polisimiz var bu ülkede. Birkaç olumsuz örnek, bu kadim ve kutsal görevi lekeleyemez. Ama son zamanlarda, ne yazık ki neredeyse hiç konuşulmayan bir gerçek var karşımızda: Polis intiharları...

Peş peşe gelen bu acı olaylar, sadece “vaka” olarak kayıtlara geçiyor belki ama her biri, sessiz bir çığlığın yankısı aslında. Üniformasının içine sıkışmış hisseden bir insanın, çareyi sessizce gitmekte bulduğu bir haykırış... Duyulmuyor. Duyurulmuyor. Ama gökyüzünde bir işaret fişeği gibi parlıyor her biri.

Çünkü polislik, sadece trafik çevirmesi yapmak, kavşakta bayram nöbeti tutmak ya da siyasetçiye eskortluk etmek değildir. Bu görevde; gece gündüz süren nöbetler, evden uzak geçen aylar, insani sınırları zorlayan mesai saatleri vardır. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” cümlesine sabırla karşılık vermek, vicdanını bastırarak soğukkanlı kalmak zorundalığı vardır.

Evet, bu yazı neşeli değil. Ama bazen neşeden önce vicdan gerekir.

Göynük gibi küçük ve huzurlu bir ilçede bile görev yapan polis arkadaşlarımızın bile gözlerinde yorgunluğu görebilirsiniz. Büyük şehirdeki meslektaşlarını düşündükçe “iyi ki buradayım” demeye çalışırlar belki. Ama insanın yükü sadece bulunduğu coğrafyada taşınmaz ki…

Sistemin, görevin, toplumun hatta bazen meslektaşların bile bastırdığı duygular… Sırtı sıvazlanmadan, içten bir “Nasılsın komiserim?” denmeden, bu kırılgan yapılar nasıl ayakta kalabilir?

Her polis intiharı, sadece bir bireyin kaybı değil; tüm kurumların ve toplumun aynaya bakması gereken bir uyarıdır. Emniyet teşkilatı, istisnasız her mensubuna psikolojik destek sunmak zorundadır. Çünkü polisler, sürekli sorunlarla ve sorunlu insanlarla muhatap olur. Tıpkı bizler gibi onlar da etten kemikten ve bir ruhtan ibarettir. Bu yüzden ruhsal desteğe ihtiyaç duymaları çok doğaldır. Aynı zamanda daha insani mesai saatleri sağlanmalı, mobbing gibi sorunlarla da mücadele edilmelidir.

Biz vatandaşlara da bir görev düşüyor: Sadece başımız sıkışınca değil, her zaman polisimizin yanında durmak. Onların fedakârlığını yalnızca kriz anlarında değil, her daim fark etmek, göstermek…

Aksi hâlde bu acı haberlerin sayısı artar ve biz devekuşu gibi kafamızı kuma gömmeye devam ederiz.

Yazarın Notu : Bu yazı, herhangi bir kurumu hedef alma amacı taşımamaktadır. Amaç; toplumun güvenliğini sağlayan, aynı zamanda büyük bir psikolojik yük taşıyan polislerimizin yaşadığı görünmeyen sorunlara dikkat çekmek ve kamuoyunda bir farkındalık oluşturmaktır. Her can kıymetlidir; hele ki böyle dramatik bir biçimde yitip gidenler, hepimizin ortak sorumluluğudur.

 

13 Haziran 2025 Cuma

140 - 10.06.2025 - ELEKTRİK DEĞİL, İHMAL ÇARPMASI! (Göynük Gazetesi)

ELEKTRİK DEĞİL, İHMAL ÇARPMASI!

 


Manisa Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek, görev süresinin başında sayılabilecek bir dönemde, hepimizin içini yakan bir kazada hayatını kaybetti. Yakınlarına ve Manisa halkına başsağlığı diliyoruz. Hepimiz derken ironi yapıyorum elbette! Her olayda olduğu gibi bu olayda da irin kusan bazı tezek çuvalları ve adına gazete diyemeyeceğimiz paçavralar olduyine! Pekâlâ, bu bir kaza mıydı gerçekten? Yoksa yıllardır süregelen ciddiyetsizliğin, denetimsizliğin, “bana dokunmayan yılan” zihniyetinin sonucu muydu?

Bu ülkede biri daha elektrik çarpması, madende grizu patlaması, inşaatta asansör düşmesi vb. durumlar sonucuöldüğünde hemen klasik cümleler devreye giriyor: “Talihsiz bir olay…”, “Kader…”, “Yazgı böyleymiş…” Peki hiç düşünüyor muyuz? Aynı “kader” neden battı denilen İskandinav ülkelerinde, Japonya'da ya da “tek dişi kalmış canavar” olan medeni(!) memleketlerde bu kadar az çalışıyor da, bizim sokaklarımızda fazla mesai yapıyor? Bu kaçıncı can kaybı, kaçıncı hayat? Ve en acısı, kaçıncı umarsızlık?

Açık konuşalım, Ferdi Zeyrek’i elektrik değil, ihmal çarptı! Onu öldüren şey, bir kablonun ucundaki voltaj değil; yıllardır üstü örtülen altyapı sorunları, liyakatsiz kadrolar ve göstermelik denetimlerdir. Bir şehir düşünün ki, başkanını koruyamıyor; bir ülke düşünün ki, göz göre göre gelen ölümlerihâlâ “kaza” olarak nitelendiriyor.

Bu ölüm, tek başına bir siyasetçinin, teveccüh ile seçim kazanmış yerel yöneticinin ya da sadece bir insanın kaybı değil; sistemin, denetimin ve ciddiyetin iflasıdır. Ne yazık ki bizde işler, birileri ölmeden düzelmiyor. Ama bu sefer ölen sadece birinsan değil, bir şehir belki de. Manisa, ferdi olmayan bir yalnızlığa itildi. Şimdi herkes başsağlığı diliyor, güzel sözler söylüyor. İyi de, aynı cümleleri bir dahaki elektrik faciasında, bir dahaki grizu patlamasında ya da bir dahaki kazada, pardon cinayette tekrar mı edeceğiz?

Belediyeler, elektrik dağıtım şirketleri, denetleyici kurumlar... Hadi artık yeter! Bir başkanın ölümüne bile göz yummuş bir sistemin hâlâ koltuklarında rahat oturması kabul edilemez. Teknik personel eğitimi, altyapı kontrolü, riskli alanların haritalanması... Bunları yapmak için kaç kişinin daha ölmesi gerekiyor? Geçenlerde İzmir’de düz yolda yürürken elektrik akımına kapılarak hayatını kaybeden iki kişinin ölümünden sorumlu kaç kişi ceza aldı, ya da kaç kişi sorumluluk duygusu ile istifa etti?! (Uzun süredir bu topraklarda istifa mekanizması çalışmıyor. İstifa denilen kavram özgür iradeyle ortaya çıkar. Buralarda biat, bir kültür haline dönüştüğünden istifa etmek yerine görevden af talep edilir!)

Sadece Ferdi Zeyrek’i değil, kendi vicdanımızı da toprağa gömdük. Eğer hâlâ susuyorsak, hâlâ "olur böyle şeyler" diyorsak, yarın sıranın bize geleceği bir ülkede yaşıyoruz demektir. Doksanlarda çok moda bir slogan vardı: Susma, sustukça sıra sana gelecek diye, onu anımsadım birden…

Artık yeter! Elektrik değil, maden değil, inşaatlar değil ihmal öldürüyor. Ve bu ihmaller, hepimizin elinde patlamaya hazır birer bomba gibi; pimi çekilmiş, emniyet kolunu gücümüz tükenene kadar ancak tutabileceğimiz birer bomba. Gözümüzü açmazsak, o bomba bir gün sizde, bizde, onlarda, şunlarda patlayacak.

6 Haziran 2025 Cuma

134 - 06.06.2025 - KURBAN KLİŞELERİ (Göynük Gazetesi)

 


KURBAN KLİŞELERİ

            Yine bir Kurban Bayramı geldi artık alışageldiğimiz klişeleriyle. Kaçan kurbanlıklar, vahşi batılı kovboy edası ile atılan kementler, hastanelerin acil servisinde sakin bir bayram nöbeti geçirmeyi umut eden sağlık emekçilerine ekstra mesai yaptıracak olan sağını solunu doğramış acemi kasaplar, Bayram Namazını ve hutbesini biraz kısa tutması beklenirken “hazır bunca kalabalık cemaati bulmuşum, camide ne kadar uzun tutarsam kârdır” düşüncesiyle uzattıkça uzatan hocalar, bu durumdan muzdarip, kımıl kımıl yerinde duramayan cemaat… Aklıma klişe niyetine bunlar geliverdi ilk aşamada. Kendine has Anadolu insanı gerilimleri…

            Kurbanı kurban kesme yerleri ya da mezbahalarda kesenler için sıra numarası takibi dışında pek bir telaşe yok. İlk gün yoğunluğundan ötürü üç basamaklı sayılarda sıra numarası alabilmiş olanlar “Amaaan, seneye bağış yapacağım! Bu sıra beklenir mi be?!” şeklinde serzenişte bulunurken, aldıkları bu karardan ertesi yılın Kurban Bayramı’nda vaz geçmeleri kesin. “Yıllardan beridir kurbanı ben keserim arkadaş!” inatçılığında olanlar, yerleri de müsaitse eğer kendileri kesecek kurbanlarını. Ama yıllar aktıkça yaş almış olan ve kesim sorumluluğunu yıllardan beri kimselere bırakmayanlar, artık yavaş yavaş o sorumluluğu daha genç kuşaklara devredecekler istemeyerek de olsa. Vee sonuçta ortaya çıkan eserin hiçbir aşamasını beğenmeyecekler, “Ben gençken kimseye bırakmaz kurbanlığı tek harekette yere yıkar, keser, yüzer ve pay ederdim. Böyle de rezil etmezdim!” diyerek kırık not verecekler.

Z ve Alfa kuşaklarının temsilcisi olan ufaklıklar da kurbanlık eğer küçükbaş ise onunla kısacık sürede duygusal bağ kuracaklar, “Baba, bu tatlış kuzuyu (kuzu dediği de bildiği Merinos Koyunu) kesmesek olmaz mı?” diye ağlamaklı vaziyette Chihuahua köpeciği gibi kafayı büküp kurbanı azad ettirme çabası içine girecekler. Tabii bu talepleri uygun bir dille reddedilecek; serde ibadet şuuru var…

Kesilen kurbanın etinden, et hiç dinlendirilmeden eve bir kısım gönderilecek, kavurma yapılması tembihlenecek. Normalde beyaz eşya fabrikasında, bantta montaj yapan Ahmet abi, et pişip geldiğinde bir lokma alacak ve “Yav kardeşim bu hayvan çok gezdi bayramdan önce. Bak eti sert olmuş” diyecek sonradan gurme edasıyla. Sanki küçükbaş ile sabah yürüyüşüne çıkmış da dönüşte tansiyonunu ölçmüş!

Telaşesi var bu bayramın, Ramazan Bayramı gibi değil. İkinci bilemedin üçüncü günü çıkılabilecek bayram ziyaretlerine. Ziyarete gidilen her yerde fiks menü; kavurma, baklava (ya da başka bir şerbetli tatlı), içecek olarak da siyah ya da sarı kola! Yoğun ziyaret trafiğinden ötürü normal öğünler atlanacak, el ayak çekilip de ziyaret faslı ertesi güne kadar devre arasına girdiğinde Beypazarı veya Sarıkız maden suyunun biri gelecek biri gidecek. Ufaklıklarda ise şeker komasına ramak kalmasına rağmen, yedikleri tonlarca şekerin etkisiyle enerji hala tavan! Saat gece yarısını iki geçmiş, veletlerin gözünde uyku namına bir belirti bile yok.

Ner’de o eski bayramlar!” klişesi ise her bayramın olmazsa olmazı. “Bayram bize bayram sanki sadece. Telaşeyi biz çekelim, millet bayram tatilini dokuz güne yuvarlasın. Ohh ne alâ memleket be!” cümleleri de ana klişenin yancıları. Ha bir de bayram esktrası için Kıbrıs’ta astronomik rakamlarla sahne alan sanatçı(!)ları izlemeye gidenlere “Ayol asıl bunlar bayram yapıyor be!” diyerek gönül bırakmalar…

Ah be bayram; artık çoğu kişi kurbanını paketlenmiş halde marketten alıyor, ziyaretler Whatsapp görüntülü görüşme ile savsaklanıyor, kavurmalar evde, ocağın üzerinde değil airfryerda yapılıyor… Kaçan kurbanlığın hikayesinin anlatıldığı haberimsiler bile eski tadı vermiyor insana. Allah aşkına kaçan kurbanlık mıydı yoksa bizim çocukluğumuz mu, ne dersiniz?

Mutlu bayramlar dilerim…

3 Haziran 2025 Salı

139 - 03.06.2025 - IŞIKLAR, KAMERA ve ETİK (Göynük Gazetesi)

 


IŞIKLAR, KAMERA ve ETİK

Daha önceki yazılarımdan birinde başrolünde Al Pacino’nun oynadığı Scent of a Woman (Kadın Kokusu) adlı bir filmden bahsetmiş ve zaman zaman yine böyle film değerlendirmeleri yapacağım konusunda söz vermiştim. Bu yazıda da sizi bir başka etkileyici filme, The Truman Show’a götürmek istiyorum.

Bazen bir filmin ardında yatan fikir, beyazperdede gördüğümüzden çok daha sarsıcıdır. 1998 yapımı The Truman Show da işte tam olarak böyle bir yapıt. Yüzeyde izleyiciyi güldüren, hüzünlendiren bir “gözetlenme hikâyesi” izliyoruz. Ancak biraz daha dikkatle izlediğimizde ortaya çıkan tablo, sadece Truman’ın değil, bizlerin de ne kadar izlendiğini sorgulatıyor.

Peter Weir’in yönettiği bu filmde Truman Burbank, doğduğu andan itibaren bir televizyon şovunun başrolü yapılıyor. Sahte bir kasaba, oyunculardan oluşan bir çevre ve devasa bir stüdyo... Ama en önemlisi, özgür iradesinden habersiz bir adam.

Pek bilinen bir şey değil ama The Truman Show, ABD’de 90’larda yaygınlaşmaya başlayan reality show çılgınlığına doğrudan bir eleştiriydi. İlginçtir ki, Andrew Niccol tarafından en başta kaleme alınan senaryo, karanlık bir bilimkurgu atmosferindeydi. Truman, ilk versiyonda New York gibi bir metropolde yaşıyordu; filmdeki gibi pastel renkli Seaheaven kasabasında değil. Yapımcılar, karanlık tonları bir kenara bırakıp izleyiciyi büyüleyen “cennet şehir” atmosferini tercih etti. İyi ki de öyle tercih ettiler. Böylece filmin ironisi biraz daha derinleşmiş oldu: Ütopya* gibi görünen dünya aslında tam bir distopyaydı.*

Bu sahte kasabayı izlerken, ister istemez Göynük’teki yaşam aklına geliyor insanın. Sokakta yürürken herkesin birbirini tanıdığı, selamlaştığı, bazen merakla göz ucuyla izlediği o küçük yer algısı... Bir bakıma Truman’ın yaşadığı dünya da buna benziyordu.  Herkesin birbirini tanıdığı ama kimsenin gerçeği tam olarak bilmediği bir düzen. Fark sadece şu: Truman hiçbir zaman seçme hakkına sahip olmadı. Peki ya biz?

Bugün etik değerler üzerine fikir beyan edildiğinde 30 yıla yaklaşan geçmişi ile The Truman Show hâlâ güncelliğini koruyor. Gerçeklik ile kurgu arasındaki çizginin silikleştiği bir çağda, Truman’ın hayatı bize şu soruyu sorduruyor: “İzleme hakkımız, başkalarının mahremiyetinden daha mı değerli?” Ne yazık ki çoğu zaman sorunun yanıtını, adına seyir zevki denilen şey belirliyor.

Bu filmle birlikte psikoloji literatürüne bir sendrom bile eklendi: The Truman Show Delüzyonu. Bazı insanlar, tıpkı filmin kahramanı Truman gibi hayatlarının gizli kameralarla izlendiğine inanıyor. Komik gibi görünse de bu, modern zaman bireylerinin ne kadar kırılgan hale geldiğinin bir göstergesi. Çünkü artık biz, izlenmekten rahatsız olmuyor, aksine onay bekliyoruz.

Gerçeklikten kaçmanın ya da onu eğlenceye dönüştürmenin bedeli yalnızca kurgu dünyasında değil, gerçek hayatta da ödeniyor. Bugün sosyal medyada kendimizi sürekli beğenilere sunarken, “gerçekliğimizi” pazarlamaya başladık. Oysa Truman’ın yaptığı gibi, dekorun ucundaki “arka kapıyı” aralayabilme cesaretine ihtiyacımız var ve maalesef biz bu ihtiyaçtan habersiziz.

Belki de film boyunca Truman’a hayat veren Jim Carrey’nin yüzünden eksik olmayan o masum gülümsemenin ardında yatan gerçek, Truman’ın değil bizim özgürlüğümüzün bir metaforudur. Ve o unutulmaz cümle, günümüzde artık daha güçlü bir yankı uyandırıyor: “Günaydın! Ve eğer görüşemezsek, iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler!

Peki spot ışıkları ve kameralar önündeki özgürlük ne kadar gerçek sizce?

 

* Ütopya : Herkesin mutlu, yaşamın getirdiği sıkıntılardan ve olumsuz duygulardan uzak olduğu bir evren anlamına gelir.

Distopya : Ütopyanın karşıt anlamında kullanılır. Bireyin, sistemin dayatmalarına maruz kalıp çöküş yaşadığı ve olumsuz duygulardan asla kurtulamadığı ya da bu olumsuz duygulardan kendi isteğiyle kurtulamadığı bir evreni anlatır.

2 Haziran 2025 Pazartesi

138 - 31.05.2025 - TRA”J”İK KURALLARI (Göynük Gazetesi)

 


TRA”J”İK KURALLARI

Bundan yaklaşık 9 yıl önceydi. Henüz Göynük’e taşınmamıştık. Mahallemizin o dönemki muhtarı Necati abi, muhtarlığa bir uğramamı, içeriği muhtemelen trafik cezası olan bir tebligatımın olduğunu söyledi. Elbette derhal soluğu Necati abinin ofisinde aldım. Tebligatı açıp baktığımda beynimden vurulmuşa döndüm adeta. Zira cezaya sebebiyet veren suçun, “yayaya yol vermemek” olduğunu görmek beni fazlasıyla üzdü.

O cezaya değin eşim Aysun ile trafikteyken yayalara yol verdiğimde mutlak surette atışırdık. Eşim böyle bir kültür henüz oluşmadığından trafikte ardımda olan sürücülerin bana olur olmadık küfürler ettiğini savunurdu. Haklıydı da… Bahse konu cezayı yediğim akşam da trafik ekiplerinin vali konağı mevkiinde uygulama yaptığını, hatta o dönemki trafik şube müdürünün kurala yaygınlık kazandırmak maksadı ile sürücülere müsamaha gösterilmemesini emrettiğini de sonradan öğrendim. Beni üzen şey, zaten azami hassasiyet gösterdiğim bir konudan dolayı cezaya çarptırılmaktı.

Sonrasında tanışma şansı bulduğum, Bolu halkının da çok sevdiği, 12 Kasım depremi döneminde Vali Yardımcısı olarak da Bolu’da görev yapmış olan varlığıyla onur duyduğum valimiz Ahmet Zahteroğulları’nın öncülüğünde, “Önce Yaya” kampanyası başlatıldı. Hem yayalara öncelik tanınması hem de dönel kavşaklarda geçiş önceliğinin kavşak içerisindeki araçlara ait olduğuna dair uygulamalar sürücülerde ciddi bir bilinç yarattı. Bugün şehir dışından Bolu’ya herhangi bir sebeple ziyarete gelenler, ister yaya ister şoför olsunlar, Bolulu şoförlerin kibarlığı ve zarafeti karşısında adeta büyülenmekteler. Bununla ilgili paylaşımlara bu aralar daha sıkça rastlıyorum sosyal medyada.

Ancak 50 km kadar batıya çevirdiğinizde direksiyonu, 12 Kasım depremi öncesinde Bolu’nun ilçesi olan, depremin ertesinde de il olan Düzce’ye varıyorsunuz ve kaos başlıyor. Bolu ile kıyas kabul etmeyecek ölçüde kaliteli ve geniş yolları olan Düzce’de ne yaya olarak karşıdan karşıya geçebilmeniz mümkün, ne de dönel kavşaklarda geçiş önceliği kuralı geçerli!

Bir gün, bacanağım Emre ile kırmızı ışıkta geçen bir araç, sol arka çamurluğumuza sağlam bir darbe indirdi. Olay yerinden de kaçtı. Hemen arkamızdan yetişen başka bir sürücü arabasından indi. Elinde bir “şey” vardı: Plaka! Meğer bize çarpıp kaçan aracın plakası kaza sırasında düşmüş, o da onu alıp getirmiş. Karakolda “Plakasını aldınız mı?” diye soran polise, plakayı uzattığımızda küçük çaplı bir kahkaha tufanı yaşanmıştı.

Az daha batıya, Sakarya’ya gittiğinizde ise Düzce ile birebir aynı durumlara şahit oluyorsunuz. Hatta daha vahşisine… Dönel kavşaklarda durum tam bir facia. Burnunu kim daha önce sizin aracın önüne atıyorsa geçiş önceliği kayıtsız şartsız onun oluyor.  İster dönel kavşağın içinde olun, ister tahsisli(!) çakarınız olsun bu durum Sakarya trafiğinde acı bir gerçek ve Bolu’daki gibi cevval bir trafik şube müdürünün emriyle saygı yoksunu sürücülerin canları yakılmadan düzelmesi asla mümkün değil.

Bolu’da belki bu iş uygulama yaparak ve ceza keserek başladı ama şu anda birkaç münferit örnek dışında iddia ediyorum Türkiye’nin en saygılı şoförleri direksiyon sallıyor artık trafikte. Göynük’ten Bolu’ya gittiğimiz hafta sonlarında bu medeniyet karşısında adeta gözlerim yaşarıyor. Yolum düşüp de Düzce ya da Sakarya’da yolda olmam gerekiyorsa sudan çıkmış balık gibi oluyorum. Zira oradaki trafik değil trajik!

Tüm bu yaşadıklarım bana şunu gösterdi: Trafik kuralları aslında Bolu’ya ya da başka bir yere özgü değil. Bunlar, evrensel birer davranış biçimi. Uygulamanın kalıcılığı ise yalnızca ceza yazmakla değil, toplumun her bireyinin —yaya veya sürücü— bu saygıyı içselleştirmesiyle mümkün olur. Kimi şehirlerde örnek bir düzen varken, bazı yerlerde tam tersi yaşanıyorsa; sorun sistemde değil, uygulamada ve zihniyette demektir.

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...