26 Eylül 2025 Cuma

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

 

DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ

DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ

Uzun yıllardır TV izleyicisiyim. Önceki yazımda da belirtmiştim; X Kuşağına mensup bir birey olduğumdan hem radyo dönemine hem de TV dönemine şahitlik ettim. 2010yılındaki bir yazımda “Radyo Günleri”ne değinmiştim. Merak eden sevgili dostlarımız bu yazıyı  https://karakayatansel.blogspot.com/2010/03/032-25032010radyo-gunleri.html adresindeki kişisel blogumda bulabilirler. Bugün neredeyse birkaç çağ atlayarak günümüz izleme alışkanlıklarına şöyle bir bakış atma niyetindeyim.

​Geleneksel televizyon yayıncılığı 70ler, 80ler ve 90larda, yani yaklaşık 30 yıllık bir zaman diliminde altın çağını yaşadı dersem sanırım yanılmış olmam. Zira dünyada ses getiren ve izlenme rekorlarını ardı ardına kıran Dallas, Hanedan, Şahin Tepesi gibi uzun soluklu diziler, en çok bu bahsettiğim dönem içerisinde aktifti. Hatırlıyorum, Dallas yayınlandığı saatlerde sokaklar bomboş olurdu. Böyle bir etkiyi daha yakın sayılabilecek bir dönemde yerli dizilerimizden Kurtlar Vadisi’nde gördük. Perşembe akşamları bu diziye ve dizinin fanatik izleyicilerine aitti dersek abartmış olmayız.

Dallas 1978-1991 yılları arasında 14 sezon devam etti. Her sezon yaklaşık 20-25 bölümden oluşmaktaydı ve toplamda 357 bölüm halinde izleyicisi ile buluştu. Petrolcü bir Texas’lı aileyi anlatan dizinin kötü adamı JR (Ceyar) Ewing, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde TV tarihinin en çok bilinen kötü adamıydı. Benzer bir dizi Şahin Tepesi de 81-90 arasında yayındaydı ve başrolündeki Jane Wyman’ın varlığı ile sükse yapmıştı. Çünkü Wyman, ABD’nin o dönemdeki Başkanı olan Ronald Reagan’ın ilk eşiydi. Bu dizi de 227 bölüm devam etti. 81-89 arası aktif olan bir başka dizi de Hanedan’dı. Bu da 9 sezon devam etti ve izleyicisi ile tam 222 bölüm buluştu.

​Daha sonraki dönemlerde, 2000lerde, Lost, House, Prison Break, Dexter gibi seyirciyi kendine bağlayan uzun soluklu diziler yine oldu elbette ama hiçbiri Dallas’ın izleyici üzerinde bıraktığı etkinin yanına bile yaklaşamadı. Lost 6 sezon ve 121 bölüm, House 8 sezon 177 bölüm, Prison Break 5 sezon ve 90 bölüm, Dexter da 8 sezon 96 bölüm sürdü.

​Yoğun bir dizi ismi ve sezon / bölüm sayısına boğdum sizi, ancak varmak istediğim bir nokta var ve bu ayrıntılar o noktada bize bazı fikirler verecek. O yüzden biraz daha sabır...

​Bahse konu diziler 40-45 dk ya da 45-50 dakika civarında bölüm uzunluğuna sahipti ve haftada bir yayınlanmaktaydı. Telif hakları ve yayın akışlarının çok dolu olması gibi nedenlerle tekrar da edilmeyen bölümleri gününde ve saatinde izlediniz izledinizdi. Rahmetli Levent Kırca’nın Olacak O Kadar adlı mizah – parodi programının meşhur jingle’ında sözü geçen “Aç gözünü seyret, tekrarı yok bunun” türü bir durum vardı ortada.

​Günümüzde ise dijital TV platformlarının ve sosyal medyanın devreye girmesi ile 24-25 bölüm uzunluğunda ve haftada bir yayınlanan bölümler şeklindeki dizi formatı yerini -çoğunlukla- tek seferde yayına alınan ve 8-10 bölümden oluşan sezonlar şekline bıraktı. Bölüm süreleri de 30-35 ya da 40-45 dakika şekline dönüştü. Hatta bazen dijital platformlar, yereldeki yayıncı kuruluşlardan haklarını satın aldıkları La Casa de Papelgibi dizilerin daha uzun bölüm süreli sezonlarını, dijital platform mantığı ile bölüp parçalayarak daha farklı bir yayın mantığı ile seyirciye sundular.

​Sosyal medyada ise özellikle Tiktok’un da etkisi ile Instagram’ın Reels ve Youtube’un de Shorts adını verdiği spot videolara dönüşüm gözlemledik. Bu dönüşüm enerjik, sıkılgan ve çabuk tüketen Z Kuşağının hedef kitle olması ile alakalıydı elbette. Fatih Altaylı, Yılmaz Özdil gibi popüler gazetecilerin 45-50 dakikalık, hatta bazen bir saati aşan program videolarının Reels, Shorts ve Tiktok formatındaki özetleri / kesitleri bile, programların kendisinden daha çok izlenir oldu.

​Bireysel anlamda Z kuşağının iki nesil yukarısında yer alan bir neslin üyesi de olsam, ben de artık uzun soluklu dizilerden uzaklaştığımı fark ettim. Yeni bir dizi çıktığında ya da bir dizinin yeni sezonu yayınlandığında sözün tam anlamıyla “bir solukta” o sezonu bitirme eğilimine giriyorum. Bu “uyarlanmayı” her dönemi ve eski - yeni pek çok şeyi görmüş olan bizim kuşağın yapabiliyor olması çok da şaşırtmıyor açıkçası.

​Bugün geldiğimiz noktada televizyonun, sinemanın ve dijital platformların hepimizi farklı biçimlerde şekillendirdiğini görüyoruz. X Kuşağı sokakları boşaltan dizilerin kuşağıydı, Z Kuşağı ise kısa videolarla hızla akan zamanın kuşağı. Ama ortak nokta şu ki, her çağ kendi ekranında, kendi hikâyesini izliyor. Belki de mesele hangi diziyi, hangi platformda izlediğimizden çok; hangi dönemin ruhunu içimize çektiğimizle ilgilidir.

19 Eylül 2025 Cuma

160 - 19.09.2025 - BABY BOOMERS’TAN ALFA’YA: BİZ NEREDEYİZ? (Göynük Gazetesi)

 BABY BOOMERS’TAN ALFA’YA: BİZ NEREDEYİZ?


            Sabahları futbol sahasında, 1–1,5 saat süren yürüyüş ve koşuyu harmanladığım hafif-orta tempolu kardiyo çalışmaları yapıyorum. Yaş ilerledikçe bu tür çalışmaların öneminin katbekat arttığını açıklıyor konunun uzmanları. Yaş konusunda sıkıntım yok, çok şükür. Beni bilenler bilir, hep 18 buçuktan 19 yaşındayım derim –geceler ile ulusal ve dini bayramları saymazsak elbette–. Şaka bir yana, uzmanların görüşlerine saygı duymakla birlikte, ter atmanın ve kalbi belli süreler çerçevesinde rutin seviyelerinden daha yüksek değerlerde çalıştırmanın insana sadece bedensel değil ruhsal açıdan da bir ek motivasyon ve mutluluk sağladığına bizzat ben şahidim.

            Elbette bu girizgahı yapmamın temel sebebi insanlara spor yapma konusunda güzelleme yapmak değil. Madem ki sabah sabah bir faaliyet içerisinde olunacak, bunu dolap beygiri misali sürekli tekrar etmektense biraz renklendirmenin kimseye zararı olmaz düşüncesiyle bir çift bluetooth kulaklık aldım ve spor süresince YouTube kanalı açan çeşitli gazetecilerin programlarını dinliyorum. Evet YouTube bir video paylaşım kanalı ancak ben bahse konu programları adeta bir podcastmiş gibi “dinlemeyi” tercih ediyorum. Aslına bakarsanız bu biraz da zorunlu bir tercih. Zira hem yürüyüp -ya da koşup- hem de video izlemek takdir edersiniz ki son derece zor.

            Geçenlerde yine bir YouTube kanalını “dinlerken” programdaki -şimdi ismini anımsayamadığım- konuk jenerasyonlardan yani kuşaklardan bahsetti. Bunu yaparken de mensubu olduğum X kuşağının hiçbir dönemde yönetimde bulunamamış olmak gibi bir şanssızlık içerisinde olduğunu söyledi. Gerçekten de öyle; ben kendimi bildim bileli Baby boomers kuşağından yöneticilerin idaresi altındayız.

            Birçoğunuzun çeşitli mecralarda sıkça söz edildiğini duyduğunuz bu X, Y, Z kuşakları neyin nesi bir de ben üstünden geçeyim.

            Yaklaşık 15-20 yıllık dönemlerin her biri birer kuşak (dönemi) olarak kabul ediliyor. Özetle de bilinen 6 kuşak bulunuyor. 1925 ilâ 1945 arasında doğanlar Sessiz Kuşak, 1946 ilâ 1964 arasında doğanlar Baby Boomers, 1965 ilâ 1979 arasında doğanlar X Kuşağı, 1980 ilâ 1999 arasında doğanlar Y Kuşağı, 2000-2010 arasında doğanlar son dönemin popüler jenerasyonu olarak Z Kuşağı ve 2011 ve sonrasında doğanlar ise Alfa Kuşağı olarak adlandırılıyor.

Bir başka ifade ile Sessiz kuşağın en genci olanlar 2025 yılı itibarı ile 80 yaşını tamamladılar. Baby Boomers kuşağının ise en genci 60 yaşını devirmiş vaziyette. Baby Boomers yani Patlama Kuşağı, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki “nüfus patlaması” yıllarında doğan söz konusu 1 milyar bebekten ötürü bu isimle anılıyor.  Anlayacağınız bu kuşak Soğuk Savaş dönemi çocukları. Bunların temel motivasyonları büyüme, refah, mal ve hizmetlere ulaşmadaki özlem duygusundan ibaret. İlginçtir dünyanın belki de de en aktivist insanları olan 68liler de bu kuşak bünyesinden çıktı!

Gelelim benim de mensubu olduğum X Kuşağına. Bu kuşağı oluşturan bizler, ülkemiz özelinde bakıldığında geçiş dönemi çocukları olarak adlandırıldık. Müthiş bir hızla değişen dünyanın tüm dinamikleri olanca hızla suratımıza çarpıldı. Radyoyu da gördük televizyonu da, interneti de yapay zekayı da... Alabildiğine kanaatkâr, toplumcu, sadık ve idealist bir kuşak olageldik. Kuşak dönemimiz içerisinde hayat şartlarında görülen nispeten olumlu gelişmeler davranışlarımız üzerinde de etkili oldu ve parasal konuların dışında sosyal hayatla ilgili şeylere önem veren bir nesil olduk.

Diğer kuşakları da uzun uzadıya anlatıp sizi sıkmak istemem. Varmak istediğim noktayı hemen dile getirip kısa yoldan bitirme gayretindeyim.

Yukarıda da belirttiğim gibi bizim X Kuşağı genellikle çok uyumlu ve sadık bireylerden oluştuğundan yönetime katılmak üzere inisiyatif göstermekten hep uzak durdu. Baktığımızda bu kuşağın neredeyse tamamı emeklilik hayatı içerisinde; erken de olsa normal zamanda da olsa...  Ancak seksenlerin sonu ve doksanların başından bu yana siyasette, yönetimde ve bürokraside neredeyse hep aynı yüzleri görüyoruz: Bizim bir önceki kuşağımız olan Baby Boomers kuşağından insanları. Kendi adıma bir X kuşağı bireyi olarak, ne kadar kendini geliştirmeye çalışan biri olsam da ben bile Z kuşağını algılamakta güçlük çekiyorum zaman zaman. Alfa kuşağını düşünemiyorum bile! Böyle bir ortamda bizden bir önceki nesil olan Baby boomers mensubu olan tiplerin, bırakın Z kuşağını Alfa’yı, Y kuşağının bile beklentilerini karşılayabilmesi mümkün mü sizce?!

Netice itibarıyla, biz X kuşağı olarak belki yönetimlerde fazla yer bulamadık ama bu dünyaya kattığımız kanaatkârlık, sadakat ve çalışkanlık duygularının bir sonraki kuşaklara miras kalacağına inanıyorum. Belki yöneten değil ama deneyimleriyle yol gösteren, köprü kuran bir nesil olmayı da küçümsememek lazım. Bizden sonra gelenlerin daha iyi bir gelecek inşa etmesi için en azından sağlam bir temel bırakabildiysek ne mutlu bize.

18 Eylül 2025 Perşembe

159 - 16.09.2025 - MİLYON AVROLUK HAYALLER, SIFIR ÇEKİLEN GERÇEKLER (Göynük Gazetesi)

 

MİLYON AVROLUK HAYALLER, SIFIR ÇEKİLEN GERÇEKLER

MİLYON AVROLUK HAYALLER, SIFIR ÇEKİLEN GERÇEKLER

Geçtiğimiz pazar akşamı A Milli Basketbol takımımız Avrupa Şampiyonası finalinde Almanya ile karşılaştı. Başa baş giden oyuna rağmen Almanya finalde kazanan taraf oldu vekupayı müzesine götürdü. Böylece bu turnuvanın da finalinde kaybederek spor tarihimize bir ikincilik daha eklemiş olduk. Hep Almanya mı bizi kıskanacak, bu kez de biz Almanya’nın kupasını kıskandık! Her şey bir yana elde edilen Avrupa ikinciliği de aslında büyük bir başarı. Hele ki spor denildiğinde futboldan başka branşın varlığından haberdar olmayan bir toplumda bu final kayıpları, gerçek kayıp bile sayılmayabilir bence.

Basketboldaki bu başarının haricinde Dünya Boks Şampiyonası’nda yine finalde rakibine karşı kaybederek gümüş madalya kazanan Buse Naz Çakıroğlu ve Büşra Işıldar’ı da kutlamak gerek. Finalde kaybettiler dedik ama aslında boksör kızlarımızın elde ettiği dereceler hiç de küçümsenmeyecek ölçüde başarılar. Deyim yerindeyse “döve döve” kazanmışlar. Alkışlamak gerek.

Spor ile başladık madem devam edelim. Milli takımlar düzeyinde 7 Eylül’de Konya’da oynadığımız unutulmaz İspanya maçını 6-0 kaybettik. Uzun yıllardır böyle ezilerek farklı kaybettiğimiz maç olmamıştı. Gerçi Avusturya ve Almanya’ya aynı skorlarla kaybettiğimiz 6-1’lik maçlar olmuştu ama dediğim gibi bu kadar ezilerek yenildiğimiz maç yoktu uzun yıllardır.

Seksenlerde İngiltere ve Polonya’ya 8-0 kaybettiğimiz maçlardan (İngiltere’ye hem de iki kez aynı skorla olmak üzere) aşina olduğumuz kötü bir oyundu. Azıcık futbol ile ilgilenen okurlarımız vereceğim örnekte ne kadar haklı olduğumu söyleyecektir; İspanya adeta Cebelitarık’ı ya da Lihtenştayn’ı yener gibi yendi bizim milli takımı.

Genelde Avrupa futbolunda ekol kabul edilen İspanya, İtalya, Almanya ve Fransa gibi ülkeler, milli takım düzeyinde bu ülkelerle oynadıkları maçlarda adeta idman yapar gibi 6, 7 hatta 8, 9 gollü, farklı galibiyetler alırlar. San Marino milli takımı da bir zamanlar böyleydi. Şimdilerde geliştirdiler biraz kendilerini. Bu denli büyük farklarla kaybetmiyorlar maçlarını! Kaybettiğimiz İspanya maçının bende yarattığı enerji de böyle olumsuz bir enerjiydi işte.

Aynı hafta içerisinde, iki-üç gün ara ile Belçika Kazakistan’ı aynı skorla 6-0, Portekiz Ermenistan’ı, İtalya Letonya’yı ve İzlanda da Azerbaycan’ı aynı skorla 5-0 mağlup etti. Bulunduğumuz coğrafyada sıfıra karşı mağlubiyetler haftasıydı sanırım Eylül’ün ilk haftası.

Elbette İspanya’ya yenilmemizle ilgili teknik anlamda sayfalar dolusu değerlendirme yapılabilir. Ülkede herkes futbol teknik direktörü, herkes hakem olduğu için, işin bu kısmını uzmanlara (!) bırakmamız gerektiğini düşünüyorum.

Ben daha ziyade olayın yapısal anlamdaki sıkıntısı üzerine birkaç kelam edeceğim müsaadenizle. Sistem ya da sistemsizlik, nasıl adlandırırsanız adlandırın ülkemizdeki futbol, iş bilmez kulüp başkanlarının, aç gözlü menajerlerin ve adamına göre hüküm veren bir yönetimin tahakkümü altındayken uluslararası düzeyde başarının gelmeyeceği ayın on dördü kadar açık! Birkaç sezondur kulüp düzeyinde Avrupa kupalarında gelmeyen başarıların sebebi de bu aslında. Üç büyütülmüşlerdiyebileceğimiz ve birkaç sezondur da fiilen iki büyütülmüşlere indirgenen futbolda takımlarımız, ulusal turnuvalarda her nasılsa 100 puanları, 99 puanları “havada karada” kolaylıkla elde ederken, uluslararası düzeyde mahalle bakkalı Sam’dan, çiftçi Johnny’den, taksi şoförü Herkel’den oluşan, kendi liginde sıfır çekmiş takımlara karşı varlık gösteremiyor. Hem de yüz milyonlarca Avro’dan oluşan bütçeler çerçevesinde yabancı futbolcular transfer edildiği halde...

Şimdi sıradan bir vatandaş olarak sormak istiyorum: Dış ödemeler dengesinde açığa yol açtığı iddiası ile yurtdışı bazı alışveriş sitelerine sınırlar koyulur, hatta buralardan alışverişleri yasaklamaya yönelik çalışmalar yapılırken, sıfırı tükettiği halde Bankalar Birliği ve benzer organizasyonların desteği ile yüz milyonlarca Avro parayı saçıp savuran ve bunun karşılığında da kadınlar voleybolu, ya da erkek basketbolu veyahut da boks, atletizm gibi diğer amatör branşlarda elde edilen başarıların zerresini bile elde edemeyen futbola neden bu kadar müsamaha gösterip duruyoruz?!

Oysa biliyoruz ki bu ülkenin potansiyeli sadece sahalarda değil, tribünlerde de umut ve coşku yaratmaya yeter. Basketbolun, bokstaki kızlarımızın ya da Filenin Sultanları’nınkazandırdığı gurur, bize aslında şunu söylüyor: Başarıyı tesadüflere değil, sisteme borçlu olan ülkeler kazanıyor. Bizim de artık günü kurtarmak yerine geleceği kuracak bir spor politikası oluşturmamız şart. Yoksa “ikinci” olmak bile günün birinde lüks haline gelebilir.

11 Eylül 2025 Perşembe

158 - 10.09.2025 - BİR DÜNYA İKİNCİLİĞİNDEN FAZLASI (Göynük Gazetesi)

 

BİR DÜNYA İKİNCİLİĞİNDEN FAZLASI

BİR DÜNYA İKİNCİLİĞİNDEN FAZLASI

 

Bugün sizlerle paylaşacağım konu bazılarınızı hoşnut etmeyecek. Bazıları da benden nefret edecek belki. Ama ben her durumda bu konuyu işleyeceğim, orası kesin.

Geçtiğimiz hafta sonu kadın milli voleybol takımımızdünya şampiyonluğunu adeta kıl payı farkla kaçırarak dünya ikincisi oldu, takip etmişsinizdir. Ülkece geçirdiğimiz şu sıkıntılı günlerde istisnasız hepimize şahane birkaç gün, birkaç saat geçirttiği için milli takımımızda oynayan her bir oyuncumuzu tek tek kutlamamız gerek.

Açıkçası bu dünya ikinciliği öyle az buz bir başarı değil. Türk Voleybol tarihinin en büyük başarısı, Türk Spor tarihinin de ilk üç büyük başarısından biri. Düşünün; dünyanın en iyi iki kadın voleybol takımından biri bizimkisi. Ne kadar övünsek azdır.

Elbette tesadüf değil bu. Tüm amatör spor branşları içerisinde lisanslı sporcu sayısı bazında kadınların açık ara diyebileceğimiz ölçüde erkek sporcuların sayısından fazla olduğu tek branş voleybol. 75 bin erkek voleybolcuya karşılık 85 bin kadın voleybolcumuz var.

Başarının bir diğer sırrı da yıllardır adeta yırtınırcasına savunduğumuz liyakatin kadın voleybolunda tam anlamıylauygulanıyor oluşu. Onun kızı, bunun yeğeni gibi torpil unsurları işlemiyor bu sporda. Takım kurulurken oyuncunun siyasi görüşü, sosyal konumu, hatta cinsel tercihinden bile bağımsız olarak sadece yetenek, başarı ve hak etme kriterleri ön plana alındığında başarı da kendiliğinden geliyor dersek hata etmiş olmayız.

Filenin Sultanları unvanı verdik biz bu başarıdan başarıya koşan armadaya. Ancak bu noktada filenin ilk sultanlarını da anmak gerek. 1927 yılında yani cumhuriyetimiz henüz bir bebekken, üniversiteye hem de inşaat mühendisliğine giren, çalışma hayatında Anıtkabir’in inşası da dahil olmak üzere birçok güzel çalışmaya imzasını atan, 1929 yılında kaptanlığını yaptığı Fenerbahçe erkek voleybol takımı ile yenilgisiz İstanbul ligi şampiyonluğu yaşayan Sabiha Gürayman başta olmak üzere, 1930 yılında Türkiye Güzeli seçilen Mübeccel Namık ve 1932 yılında Dünya güzeli seçilen Keriman Halis (Ece) de filenin ilk sultanlarındandı. (Yazarın Notu: Evet, Sabiha Gürayman Fenerbahçe Erkek voleybol takımının kaptanlığını yaptı. Zira o dönemde oyuncu sayısının az olması nedeni ile kadın voleybol takımları henüz yoktu. Statüde de kadınlar erkek voleybol takımlarında oynayamaz diye bir hüküm olmadığından Sabiha Gürayman “dünyada ilk” olmak kaydı ile bu statüye ulaşmış başarılı bir cumhuriyet kadınıydı. Yazarın notunun sonu)

Dünyaya baktığımızda İzlanda’yı cinsiyet eşitliğinde lider ülke olarak görüyoruz. 1980 yılında Cumhurbaşkanlığına gelip 16 yıl bu görevi sürdüren Vigdis Finnbogadóttir, dünyanın ilk kadın Devlet Başkanıdır. İzlanda, sonrasında 2009'da JóhannaSigurðardóttir'i Başbakanlığa getirerek kadın siyasetçi ve devlet yöneticisi geleneğini devam ettirdi.

Bizde de ilk kadın bakan Türkan Akyol ile başlayıp ilk kadın Vali Lale Aytaman ile devam eden süreçte kadın Başbakan ve kadın İçişleri Bakanı da gördük. Son verdiğim iki örnek beklentilerin hayli uzağında düzeyde olsalar da kimi kesimlerce ülkemizin kadın siyasetçi / yönetici alanındaki yol kazaları olarak kabul edilebilirler.

Kendi adıma yer aldığım noktaya gelince: Dünya üzerindeki neredeyse tüm savaşları çıkaranların erkek siyasetçi / yöneticiler olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda daha önceki yazılarımda da üstüne basa basa belirttiğim gibi kadınların iş hayatında, sosyal ve kültürel hayatta, politikada kısacası her alanda erkeklerle eşit şartlarda hatta onlardan bir adım önde yer almalarını savunan biriyim.

Şimdi “kadınlar çiçektir!” şeklinde saçma sapan bir laf edecek değilim elbet. “Çiçek babandır!” demelerinden korktuğum için değil ha! Tam tersine kadınları çiçek, böcek gibi yaftalamadan önce onların eşit ve hür bireyler olduğunu kabul etmek gerektiğine inandığımdan...

6 Eylül 2025 Cumartesi

157 - 05.09.2025 - İYİ ŞEYLER ASLA ÖLMEZ (Göynük Gazetesi)

 

İYİ ŞEYLER ASLA ÖLMEZ

İYİ ŞEYLER ASLA ÖLMEZ


    Bende iz bırakan ve sizin de beğenebileceğinizi umduğumfilmler hakkında ara sıra birkaç söz etmeyi düşündüğümü ve bu düşünce ışığında Scent of a Woman (Kadın Kokusu) ve TheTruman Show adlı filmlerden bahsetmiş, bu filmlerle yaşamımız arasında bir bağlantı kurmayı denemiştim. Bugünkü yazımda da beni tanıyanların benim için ne kadar önemli bir yeri olduğunu bildikleri bir filmden, The Shawshank Redemption(Esaretin Bedeli) adlı filmden bahsetmek istiyorum.

    Film 1994 yılı yapımı. Yönetmeni Frank Darabont. Film bir edebiyat uyarlaması. Korku ve gerilim türünde müthiş eserler veren, benim de çok severek okuduğum Stephen King’in Kuşku Mevsimi adlı kitabında yer alan bir kısa hikâyeden uyarlandı. Rita Hayworth and the ShawshankRedemption (Rita Hayworth ve Shawsank’in Kefareti) bu kısa öykünün adı. (Yazarın Notu : Adı geçen Rita Hayworth da ünlü bir Hollywood yıldızı. Boy gösterdiği en ünlü film Şeytanın Kızı Gilda. King’in hikayesinde de Esaretin Bedeli’nde de 1946 yapımı bu filme atıfta bulunulmuş.) İnternet aleminin en önemli film veri tabanı sitesi olan Internet Movie Database (IMDB)’nin kullanıcı oylarıyla listelediği Top 250 (en çok beğenilen 250 film) listesinde çook uzun zamandır 1 numarada yer alıyor.

    İzleyiciler arasında bu kadar yoğun bir ilgiye mazhar olmasına rağmen film, objektifliğine hiçbir zaman inanmadığım Akademi Ödülleri (Oscar) başta olmak üzere neredeyse hiçbir organizasyonda “kafa ödüller”den birini (En iyi film, En iyi yönetmen, En iyi erkek oyuncu vb.) alabilmiş değil. Bu ironik durum bile aslında Esaretin Bedeli’ne farklı bir gözle bakmamıza yeter.

    Bu uzun girizgahın sizleri sıkmadığını umarak devam ediyorum. Filmde, masumiyetini iddia etse de karısını ve aşığını öldürme suçundan mahkûm bankacı Andy Dufresne’ninShawshank hapishanesinde geçirdiği 20 yılı anlatılır. Andy, hapiste kaldığı bu sürede mahkumlardan lakabı Red olan EllisBoyd Redding ile arkadaş olur. Zaman içerisinde hapishane müdürü olan Norton’ın kara para aklama işini kotarmasından ötürü Andy el üstünde tutulur.

    Hala izlememiş ya da okumamış dostlara olan saygımdan ötürü filmle ya da hikayesi ile ilgili daha fazla bilgi vererek oyunbozanlık etmek istemiyorum. Ancak filmden birkaç can alıcı repliği ve hayat düsturu edilebilecek bazı sözleri sizlerle paylaşmakta sakınca görmüyorum.

    Filmde hikâyenin anlatıcısı Red’dir. Red ömür boyu hapse mahkumdur ve her 10 yılda bir gelen şartlı tahliye memurlarının “ıslah oldun mu?” sorusuna aynı yanıtı verir: “Evet efendim. Islah oldum. Artık toplum için bir tehlike değilim” Ve bu cevabı her verdiğinde tahliyesi reddedilir. 4. Kez yani hapiste 40 yılı tamamladığında şartlı tahliye kuruluna girip aynı soruya muhatap olunca verdiği cevap efsanedir: “Pişman olmadığım tek bir gün bile yok. Burada olduğum ya da olmam gerektiğimi düşündüğünüz için değil. O zamanları hatırladığımda küçük aptal bir çocuğun işlediği korkunç suçu hatırlıyorum. Onunla konuşmak istiyorum. Onunla konuşmak. Ama bunu yapamam. O çocuk geçmişte kaldı. Bu yaşlı adam da onun artığı. Bununla yaşamak zorundayım. Düzelmek mi? Bu saçma bir söz. Gidip formlarını mühürle evlat. Vaktimi harcama. Çünkü doğruyu söylemek gerekirse umurumda bile değil!

    ​Andy ve Red yemekhanede konuşmaktadır. Andy hücre cezasındayken umuttan bahsedince Red ona şöyle der: “Umut tehlikelidir. Bu duvarların ardında umut bir insanı deli edebilir. Bu iyi değildir.” Aradan bir zaman geçer ve RedAndy’nin kendisine bıraktığı mektupta bu sözlerinin cevabını okur: “Umut iyi bir şeydir ve iyi şeyler asla ölmez...” Sanırım buradaki ironiyi yeni yeni anlıyorum. Sabahları gazeteci Fatih Altaylı’nın Youtube’daki boş koltuğunu “dinliyorum” bir podcast gibi. Altaylı’nın içeriden gönderdiği mektuplardaki enerjisi, adeta Andy’nin Red’e olan bu cevabının vücut bulmuş hali gibi geliyor bana. İnsana bu enerjiyi veren, hapsedilmesine rağmen kendi vicdanında beraat etmesi olsa gerek.

    Andy ve Red kütüphanede düzenleme yaparken konuşmaktadırlar. Red, Andy’nin kara para aklamadaki becerisine “sen bir dahisin!” diye tepki verince Andy, “Biliyor musun Red; asıl garip olan, ben dışarıdayken dürüst biriydim. Sahtekâr olmam için hapse girmem gerekiyormuş.” Şeklinde cevap verir. Geçmişte serseri ruhlu gençler için “askere gidince düzelir” derlerdi. Gerçekten de durulan gençler tanıdım. Ama tam tersi durumların gerçekleştiği olmuştur mutlaka!

    “İçeride” 50 yıl geçirdikten sonra şartlı tahliye olan arkadaşlarından biri hakkında konuşurlarken Red“kurumsallaşmaktan bahseder. Arkadaş grubundaki hiçbir mahkûm bu sözün içeriğini anlayamaz ve Red onlara tane tane açıklar: “Bu duvarlar tuhaftır. İlk önce nefret edersin. Sonra alışırsın. Zaman geçtikçe dayandığın tek şey olurlar. Kurumsallaşmak budur.” Hayat da böyle değil mi sevgili dostlar? O da başlangıçta bir tuhaftır. Nefretten midir bilinmez ama ağlatır istisnasız hepimizi. Sonra yürürsün, konuşursun, seversin, çalışırsın... Alışırsın bir nev’i. Sonra o kadar kök salarsın ki buralardan göçüp gitmek korkutur seni. O yüzden hiç ölmeyecekmiş gibi sarılırsın bu dünyaya.

    Kabul, uzun oldu biraz; az daha sabır lütfen!

    ​Filmden belki de en can alıcı söz öbeği: “Andy b*k dolu bir boruda beş yüz metre yüzmüş ancak borudan tertemiz çıkmıştı!” Hayatta başınıza ne gelirse gelsin, üzerinize ne çamur atılırsa atılsın, neyle suçlanırsanız suçlanın, her şeyin sonunda temiz kalabilmektir mühim olan. Bunun için de tertemiz yaşamış olmaya gayret etmek gibi bir ön şart vardır elbette.

    Sonuca gelirsek belki de Esaretin Bedeli’nin asıl büyüsü, bize bir hapishane hikâyesinden çok daha fazlasını anlatmasında gizlidir. Umudun, dostluğun, sabrın ve özgürlüğün parmaklıklar ardında bile yaşatılabileceğini gösterir. Çünkü insanı yaşatan şey, içinde taşıdığı umuttur. Ve Andy’nin dediği gibi, “iyi şeyler asla ölmez.

2 Eylül 2025 Salı

156 - 01.09.2025 - GÖZDEKİ YAŞ, RUHTAKİ ÇOCUK (Göynük Gazetesi)

 

GÖZDEKİ YAŞ, RUHTAKİ ÇOCUK

GÖZDEKİ YAŞ, RUHTAKİ ÇOCUK

 

Bugün yazımda günlük hayatın işporta mevzularına girmemeye karar verdim. Öyle ya; söylüyoruz, tesiri yok; susuyoruz (ki ben çoğu zaman susmam) gönül razı olmuyor. En iyisi, bugün dünya bizsiz dönsün!

Hafta sonu Formula 1 yarışı vardı. Hollanda’da yapılan yarışta, bu sezon pistlere yeni adım atan çaylak bir sürücü bileğinin hakkı ve biraz da şansın yardımıyla üçüncü oldu, podyuma çıktı. Genç sürücünün, görece zayıf olan takımının personeliyle yaşadığı sevinç görülmeye değerdi. Ben de yıllardır tutkuyla izlediğim bu sporda, bir çaylağın podyuma çıkmasından keyif aldım. Derken fark ettim ki gözlerim yaşarmış!

Mutluluk gözyaşı olduğunu tahmin ettiğim bu damlaları avuçlarımın içiyle sildim. Sonra düşündüm: Babamın oğlu değil ya bu genç sürücü; neden başarısı gözlerimi yaşarttı? Gerçi Toprak Razgatlıoğlu’nun, Cem Bölükbaşı’nın ve daha birçok sporcunun zaferleri de gözlerimi yaşartmıyor değil.

Aslında mesele sadece spor da değil. Eski bir müzik parçasını dinlediğimde, kült haline gelmiş bir filmi yeniden izlediğimde, hatta bazen de sebepsiz yere gözyaşlarına boğulabiliyorum. Rahmetli Özkan Uğur’un sahnede Mazhar Alanson ve Fuat Güner’le çalıp söylediği bir anda birdenbire hüngür hüngür ağlaması geldi aklıma. Fuat Güner sorunca, Mazhar Alanson çok sevimli sözlerle cevap vermişti:

Biz bu yaşlarda ağlarız! Ağlamayan da zaten ne yani, değil mi?

Benim yaşımda da ne varmış canım! Resmî tatilleri ve geceleri saymazsak 18 buçuktan 19’umdur ancak! Ama itiraf edelim, beden dediğimiz şey zamana yenik düşüyor. Saçlara –en azından dökülmeyip kalanlarına– aklar düşüyor, gözlerin kenarındaki çizgiler çoğalıyor. Hep kendi kendime derim: “Böyle kek gibi sırıtmaya devam edersen Donald Duck’ın perdeli ayaklarına döneceksin be adam!”

Hazreti Ömer’in kıssası aklıma gelir: Ölümü hatırlatması için bir adam tutar. Bir süre sonra da o adamı görevden azleder. Adam şaşırır, “Bir kusurum mu oldu?” diye sorar. Hz. Ömer de “Artık senin bana ölümü hatırlatmama gerek yok. Saçıma bir tel ak düştü.” der.

Şimdi, “Durduk yere ölümden bahsedip moralimizi niye bozuyorsun be adam?” diyebilirsiniz. Haklısınız belki. Ama bizler mezarlık kapılarına yazmadık mı, “Her nefis ölümü tadacaktır” (Ali İmran suresi 185. Ayet) diye? Yahya Kemal de özetlemiş aslında Sessiz Gemi’de bu yolculuğu.

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan...”

İşin özü şu: Biz insanlar, öleceğini bilerek yaşayan tek canlılarız. Beden yaşlanır, ama asıl önemli olan ruhun yaşlanmaması. İnsan, sağlıkla nefes alıp verebildiği sürece mutlu olmayı bilmeli. Tamam, hayat kolay değil, ama biraz da Polyanna olabilmek lazım. Varsın gözyaşı bezlerimiz fazla mesai yapsın; yeter ki içimizdeki çocuk yaşlanmasın. Ruh genç kalmalı, yoksa hayat ağırlaşır.

30 Ağustos 2025 Cumartesi

155 - 30.08.2025 - 30 AĞUSTOS'UN GÜR SESİ (Göynük Gazetesi)

 

30 AĞUSTOS'UN GÜR SESİ


30 AĞUSTOS'UN GÜR SESİ

Her milletin tarihinde dönüm noktaları vardır. Ağustosların Türk tarihindeki varlığı gibi… Bizim için 30 Ağustos, sadece askeri bir zaferin değil, aynı zamanda millet olma iradesinin tescilidir. 26 Ağustos’ta Dumlupınar’dan göğe yükselen top sesleri, aslında Anadolu’nun kurtuluşu ve adeta yeniden doğuşunun simgesiydi. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları, bağımsızlığımızı sadece savaşla değil, akıllave inançla da kazandı. Bu topraklarda hür yaşama iradesi, işte o gün, “Ya istiklal ya ölüm!” şiarıyla mühürlendi.

Bugün 30 Ağustos’u kutlarken, ne yazık ki kimi zaman ironik bir manzarayla karşılaşıyoruz. Minberlerden yükselen hutbelerde, şehitlerimize dualar edilirken, bu zaferin başkomutanı Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının isimleri anılmaz oldu. Sanki o büyük zafer gökten zembille inmiş, ordunun başında bir komutan yokmuş, milletimizin önünde yol gösteren bir önder hiç olmamış gibi… Hutbelerde “ecdadımız” denilse de o ecdadın inisiyatif alabilme cesareti göstermiş en gür sesi olan Mustafa Kemal’in adı her ne hikmetse dudaklara değmez.

Oysa aynı hutbelerde şükranla andığımız nice isim sıralanırken, biz bu topraklarda özgürce o hutbeyi dinleyebiliyorsak, bunun ilk sebebi o 30 Ağustos’ta elde edilen zaferdir. Namazlar huşu içinde kılınabiliyorsa, bayrağımız minarelerde dalgalanabiliyorsa, İslam coğrafyasındaki tek örnek olan 5 vakit ezan sesi susmuyorsa, işte bunun teminatı o kahramanlardır. Ne gariptir ki, her yerde izi olan Mustafa Kemal’in adı, minberlerde yankılanmıyor.

Elbette millet unutmuyor. Meydanlarda, caddelerde, evlerin balkonlarında dalgalanan bayraklar, halkın vicdanının hutbesidir. O hutbede Atatürk de var, Fevzi Paşa da var, Kazım Karabekir Paşa da var, İsmet Paşa da var, adsız kahraman Mehmetçik de var. Çünkü milletimiz biliyor ki, 30 Ağustos sadece askeri bir zafer değil, geleceğe bırakılmış bir bağımsızlık mirasıdır.

Bugün çocuklarımızın okul yolunda başı dik yürüyebilmesi, gençlerimizin zor da olsa hayal kurabilmesi, bizlerin görece özgür ve korkusuzca yazabilmesi gibi yüzlerce güzel şey hep o günün mirasıdır. Bu yüzden 30 Ağustos’un anlamını kavramak, onu sıradan bir tatil günü değil, bir şuur günü olarak yaşamak zorundayız.

Dolayısıyla kutlu olsun 30 Ağustos Zafer Bayramı! Hutbelerde adı anılsın ya da anılmasın; gönüllerden Mustafa Kemal Atatürk’ü çıkarabilmek imkansızdır. Zira insanımızın gönül minberinden o Mustafa Kemal’in sesi, Anadolu’nun dört bir yanında hâlâ yankılanmaktadır. Unutulmasın ki zaferleri onu kazananlar kutlar!

Göynük Gazetesi'nde yayımlanan köşe yazıları, yazarlarının kişisel görüşlerini yansıtmaktadır.
Her köşe yazısı yalnızca yazarı sorumluluğundadır ve Göynük Gazetesi'nin kurumsal görüşünü temsil etmez.
Yazılarda dile getirilen fikir, eleştiri ve değerlendirmeler, düşünce özgürlüğü çerçevesinde yayımlanmaktadır.

27 Ağustos 2025 Çarşamba

154 - 27.08.2025 - VİZYON MU POLEMİK Mİ? (Göynük Gazetesi)

 

VİZYON MU POLEMİK Mİ?

VİZYON MU POLEMİK Mİ?

    ​Bugünkü yazımda New York’un efsane belediye başkanı Rudolph “Rudy” Giuliani’den biraz bahsedecek, bizdeki mevkidaşları ile azıcık mukayese yapmaya çalışacağım.

    ​Rudy Giuliani 1994 ile 2001 arasında New York’ta belediye başkanlığı yaptı. Cumhuriyetçilerdendi. Aslında hukukçu olan Rudy, başkan seçildiğinde New York’ta suç oranları zirveye ulaşmıştı. Göreve gelir gelmez adi suçları azaltmak üzere yoğun inisiyatif ve gayret gösterdi. Bunun meyvesi olarak can güvenliği riski olan birçok bölgeyi güvenli hale getirmeyi başardı.

    Tabii burada bir parantez açalım ve belediye başkanının adi suçları azaltma ile ilgili çalışmalar yapmasının anlamını açıklayalım dilimiz döndüğünce.

    ​ABD’de kolluk kuvvetlerinin bütçesi federal hükümet tarafından değil bizzat belediyelerce finanse ediliyor. Yani New York polisin işvereni içişleri bakanlığı değil New York Belediyesi. Hollywood filmlerinde gördüğümüz klişelerden biri olan New York polis departmanında çalışan bir detektifin, örneğin Los Angeles’a gidip rozetini gösterdiğinde “o rozetin burada hiçbir işlevi yok ahbap” tepkisi alması işte bu yüzden. Rudy de göreve getirdiği polis şefi ile eşgüdümlü çalışarak bu mücadeleyi verdi.

    Rudy Giuliani’nin görev süresi içinde karşılaştığı en büyük problem kuşkusuz 11 Eylül Saldırıları idi. Saldırılar sonrasında ortaya koyduğu otorite, basın yayın organlarında yayımlanan demeçleri ile paniği azaltıp halkı yatıştırma konusundaki başarısı takdir topladı. Hem de sadece ABD’de değil tüm batı dünyasında…

    Rudy’nin belediye başkanlığının ilk dönemlerinden itibaren suçla mücadelesindeki yaklaşım, kriminologlar James Q. Wilson ve George Kelling tarafından 1980'lerde ortaya atılan kırık pencere teorisiydi. İlgisizlik ve bozulma belirtilerinin suç davranışlarını tetikleyebileceğini öne süren bu teoriye göre, kırık bir pencere tamir edilmezse, kısa süre sonra tüm pencereler mutlaka kırılacaktır. Elbette Başkan’ın suçu önleme konusunda yer yer sert müdahalelerde bulunulmasına gösterdiği müsamahada tartışmalara konu edildi.

    Elbette yönetim tarzı farklı olduğundan doğrudan RudyGiuliani ile bizimkileri karşılaştırmak doğru olmayacaktır, ama ülkemize ve Bolu’ya gelirsek; Bolu’nun hafızasında durgun, sakin bir yüzle yer etmiş ama aslında şehrin “keşif ruhunu”canlandıran bir başkanı vardı: Reşat Aker. Onu bilenler “sessiz ama etkili” diye adlandırır. Çünkü 1934–1946 yılları arasında belediye başkanlığı koltuğundayken, Bolu’nun “bilinen ama ulaşılması zor” doğal harikası —Abant Gölü’nü— halkın gündemine taşımıştı. (Yazarın Notu: Son yazımı okuyup geri bildirimde bulunan dostların uyarısıyla Abant’a biraz yüklendiğimi fark ettim. Biraz da övelim değil mi ama? Yazarın notunun sonu)

    Aker’in asıl mesleği veterinerlikti; bu da ona bölgede seyahat etmek ve doğayla iç içe çalışmak için özgürlük tanıyordu. Mudurnu’ya hayvan hastalığı ihbarıyla giderken yolu Abant’tan geçmiş, jandarmanın referansıyla ulaşabildiği bu güzellik karşısında âdeta büyülenerek “buradan ayrılamam” demekten kendini alamamış Abant’ı yalnızca keşfetmekle kalmayarak; Halkevi dergilerinden TBMM’ye uzanan telgraflarla, resmi programlarla, bu gölü Bolu halkının gözdesi haline getirdi. “Abant’tan ne ben ayrılabildim ne o benden” sözleri, onun tutkusunu özetler nitelikte.

    Sonrasında gelen başkanlar döner sermaye işleri, altyapı, konut projeleriyle şehirleşmenin gerekliliklerini yerine getirmeye çalışsalar da, Aker’in “Abant ruhu”nuyakalamadılar. Aker, Bolu’yla doğayı, turizmi, kültürel canlılığı birleştirmiş bir simaydı. Ardından gelenler bu fikri devam ettirmeye belki niyetlendiler ama, şehir için anlamlı bir “turizm öncüsü” kimliği oluşturamadılar.

    Gönül isterdi ki ardılı olan başkanlar da Reşat Aker’in vizyonerliğini gösterebilsinler. Küçük kıvılcımlar olarak kendini gösterebilen birkaç başkan oldu ancak hiçbiri aleve dönüşemedi.

    Son şahit olduğumuz birkaç mevzuda da bu dönüşümün gerçekleşemediğini ibret ve de başkası adına utanmaduygularıyla izledik maalesef. Bir belediye başkanı düşünün; ülkenin en köklü holdinginin ortaklarından ve de en büyük spor kulüplerinden birinin başkanı olan bir kişiyle, incir çekirdeğini doldurmayacak kadar boş bir polemik yaratıyor. Bir gün kafasına esiyor, süper lüks makam aracı olan Audi Q8’e biniyor ve tee 19 km uzaktaki bir köye gidip bir mahalle tabelası önünde video çekiyor. O kulüp başkanına Kibar Feyzo’daki Mahoağanın “vallaha sataram köyü ha!” şeklindeki gözdağına benzer şekilde “Bak bu tabelayı kaldırırım ha!” diye ayar vermeye çalışarak ekliyor: “Tabelayı kaldırır ve kulüp başkanı olan selefinin adını yazan tabela ile değiştiririm!” Tecrübeli bir siyasetçiyim diyor ama görünen o ki ne siyasetten ne de futbol kulübü yönetmekten anlıyor. İcraat yerine şovla vakit harcaması, yerel yöneticilikten çok kasaba politikacılığı izlenimi veriyor. Yazık!

    Yıllar önce SimCity: Claudiopolis başlıklı iki yazı yazmış ve şehir kurup yönetme simülasyon oyunu olan SimCity’yilayıkıyla oynamayı beceremeyenlerin belediye başkanlığına filan soyunmaması gerektiğini söylemiştim. Açıkçası yazdıklarımın arkasındayım. Hatta ekleme yapmak gerekirse belediye başkanı olmak isteyenlerin ruh ve beden sağlığı kontrol edilmeli, sosyal açıdan da geniş bir değerlendirmeye tabi tutulmaları şart olmalı. Bir de çevrelerindeki “iletişim uzmanı” tipler bunlara millete efendilik yapmak için değil hizmet için koltuk işgal ettiklerini bir zahmet söyleyiversinler.

22 Ağustos 2025 Cuma

153 - 22.08.2025 - BİP BİP BİP (Göynük Gazetesi)

 


BİP BİP BİP

Bilenler bilir; İzzet Baysal’a karşı çok büyük bir sempatim ve minnettarlığım vardır. Ölümsüzlüğün sırrını keşfeden adam diye nitelendiririm onu. İstisnalar vardır elbette ancak hayırsever kabul edilen birçok zengin, özellikle eğitime yatırım yaptıklarında, çoğu zaman bunu yıllık cirolarının içinden yaparlar. Bilançolarında bu ödemelerin tamamını vergiden düşebilme olanağı vardır. Oysa biz Boluluların “İzzet Baba” diye nitelendirdiği o güzel insan, vergilerden sonraki net kârından yapar tüm bağışını. Yani anasının ak sütü gibi helal olan, bizzat kendi parasından…

İzzet Baba’nın “en büyük eserim” diye nitelendirdiği, kuşkusuz İzzet Baysal Vakfı’dır. Ancak benim kanaatim, en büyük eserinin adeta yoktan var ettiği Üniversitemiz olduğudur. Başlangıçta Bolu İzzet Baysal Üniversitesi olarak planlanan isme “Abant”ın eklenmesi ise hazin bir durumdur. Daha önceki bir yazımda aktarmıştım; TBMM’deki komisyonda kuruluş görüşmeleri sürerken, o yıllarda Bolu’nun ilçesi olan Düzce’nin kontenjanından milletvekili olmuş Necmi Hoşver, “Üniversiteye Bolu ismi verilirse intihar ederim” şeklinde talihsiz ve pespaye bir çıkış yapmıştı. Sonuçta türlü ayak oyunlarıyla “Abant” kelimesi üniversitemizin adına eklendi.

12 Eylül’den 15 Temmuz’a uzanan süreçte devlet içinde örgütlenen yapının meşhur Abant Toplantıları’yla da bu ekleme arasında bağlantı olduğuna dair kulislerde konuşulanlar var. Elbette bunlar ispatlanmamış söylentiler, fakat Boluluların ve vatanseverlerin kafasında bir soru işareti olarak kaldığı da açıktır.

Vesselam, üniversite kurulan her il kendi adını üniversitesine gururla verirken, İzzet Babamızın hiçbir masraftan kaçınmadan kurduğu üniversite ancak yıllar sonra “Bolu” adına kavuşabildi. Ne yazık ki hâlâ “Abant” eklemesi ismin içinde yerini koruyor, nasıl çakıldıysa artık!

Bütün bunları sineye çektik diyelim… Fakat işin daha vahim bir yanı da var. Geçtiğimiz günlerdeki bir mezuniyet töreninde, İzzet Baysal Vakfı Başkanvekili saygıdeğer iş insanı Fatih Yamaner’in şu sözleri dikkat çekiciydi:

“Kurucumuz İzzet Baysal’ın en büyük hayallerinden biri, devletine karşılıksız armağan ettiği Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ni ülkesinin ilk 15-20 üniversitesi arasında görmekti. Bu hedefe ne kadar yakınız, ne kadar uzağız? Bu hepimizin kendisine sorması gereken bir sorudur.”

Bu soruya Rektör Prof. Dr. Mustafa Alişarlı’nın verdiği cevap ise hayli düşündürücüydü:

“İzzet Baysal’ın üniversiteyle ilgili bir vasiyeti hatırlatıldı. ‘Kurulduğunda ilk 15’te olmasını arzu ediyordu’ dedi. Şu an 210 üniversite var. Biz ulusal sıralamada 39’uncuyuz. 210’u yarıya bölersen 105 yapar, 39’u ya da 40’ı yarıya bölersem 20 yapar. 105’i yarıya bölersek 50’nin üzerinde yapar. 20’yi de yarı yaparsan 10 yapar. Demek ki ben bu vazifeyi yerine getirmişim. Bunu bildirmek isterim.” (Ardından da salondan vıcık vıcık alkışlar filan!)

“Şunu yarıya böl, bunu çeyrekle topla, al sana üniversitenin kuruluş yılı!” demediğine dua etmek lazım!

Fakat asıl mesele, üniversitedeki 18 (yazıyla on sekiz) kantinle ilgili uygulama. Sayıştay raporlarına göre bu kantinler ihalesiz şekilde, üniversitenin Araştırma Geliştirme Vakfı’na protokol imzalanarak devredilmiş ve bu durum kamu zararına yol açmış. Günde ortalama 10-15 bin kişiye hizmet veren ve alternatifi de bulunmayan Tıp Fakültesi kantini başta olmak üzere tüm kantinlerin bu şekilde devredilmesinin başka amaçlara hizmet ettiği yönünde ciddi iddialar var.

Ar-Ge Vakfı’nın temel amacı, elde edilen gelirlerle öğrenci ve akademisyenlerin araştırma faaliyetlerini desteklemek. Ancak raporlara yansıyan harcamalar arasında araç masrafları, konut demirbaşları, konuk ağırlama giderleri, sponsorluklar, gezi masrafları gibi birçok alakasız kalem bulunuyor.

Böyle olunca insanın aklına eski Başbakanlardan Tansu Çiller’in eşi Özer Uçuran Çiller’in anlattıkları geliyor. Bir kitabında, “Ne zaman paraya ihtiyacım olsa içimden bip bip bip derim. Bip, Başka İnsanların Parası demektir” sözünü kullanmıştı. Görünen o ki, aynı yöntem bugün üniversitemizde de uygulanıyor: Bip Bip Bip!

 

18 Ağustos 2025 Pazartesi

152 - 16.08.2025- BİR FİL DAHA LÜTFEN (Göynük Gazetesi)

 




BİR FİL DAHA LÜTFEN

Bu aralar sıklıkla paylaşılan kamuoyu araştırmalarına bir yenisi eklendi. Bir araştırma şirketinin yaptığı ankette katılımcılara şu soru yöneltildi:

Yangınlar, çarşı-pazar enflasyonu, terörsüz Türkiye süreci, tutuklamalar vb. durumlar karşısında kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

Katılımcıların %47’si —yani neredeyse her iki kişiden biri— “Endişeliyim” cevabını verdi. Diğer yanıtlar da şöyleydi: %16 “Üzgünüm”, %12 “Mutsuzum”, %5 “Kızgınım” ve %2 “Korkuyorum.” Kendi adıma bu yanıtlardan yalnızca birine değil; “Üzgünüm”, “Mutsuzum” ve “Kızgınım” seçeneklerine daha yakın bir ruh halindeyim.

Açıkçası, Hollanda’daki gibi dertlerimiz olmasını yeğlerdim. Mesela, normalde Nisan sonu–Mayıs başı gibi açan lalelerin bu yıl neden Nisan ortalarında açtığına dair bir Meclis Araştırma Komisyonu kurulsa… Öyle ya, nedir kardeşim bu lalelerin derdi? Her yıl açtıkları zamanın dışına çıkmak da neyin nesi?

Norveç’te bir apartmanın yöneticisi olmak isterdim mesela. Karşı binanın koyu renkli çatısının, bizim apartmanın sakinlerinin moralini olumsuz etkilediğini söyleyerek belediyeye başvurmak… Sonra da o çatının yeşile boyanmasıyla moral seviyemizin yükselmesini beklemek. Dert dediğin böyle olur işte.

Ya da Almanya’nın Köln kentinde yaşayan biri olarak, hafif raylı sistem ilavesinin evimin önünden geçeceğini belediyeden gelen bir mektupla öğrenmek… Mektupta hem çalışmanın süresi net bir şekilde yazılsın hem de inşaat gürültüsünden rahatsız olmamam için Köln kırsalındaki bir otelde yer ayırtıldığının bilgisi verilsin.

İsveç’te yaşayan bir işçi ya da memur olmak da hoş olabilirdi. Aylık maaşım olan 10 bin Kron’dan artırdığım 500 Kron için maliye tarafından ifadeye çağrılmak… Üstelik müfettişin bana, “Sayın Bay Rasmus Anderssen, size gıda, barınma, tiyatro, sinema, sağlık, tatil gibi tüm harcamalarınız için aylık 10 bin Kron veriyoruz. Neyi eksik gördünüz ki 500 Kron tasarruf ettiniz? Biz nerede yanlış yaptık?” diye sorması.

Ya da yine İsveç’te sosyal demokrat partili Başbakan’ın, devletin temsil giderleri için kendisine verdiği kredi kartıyla bir adet Toblerone çikolata aldığı tespit edildiğinde istifa etmesi… Üstüne bir de bağımsız mahkemeye kendini şikâyet edip yargılanmak istemesi. Sorarım size, çok mu ileri gidiyorum?

Şimdi bu dertlerimi okuyan siz sevgili okurlar, “Derdini seveyim senin!” diyebilir. Haklısınız. Bu ne şımarıklıktır canım! Kır dizini, otur oturduğun yere değil mi ama? Benim istediklerim gerçekten de demokrasi ve özgürlükler kapsamında ifade edilemeyecek ölçüde saçma şeyler.

Ancak hayallerden sıyrılıp gerçeklerle yüzleşince, kendimi çoğu zaman Nasreddin Hoca fıkralarındaki gibi hissediyorum. Hoca ile Moğol İmparatoru Timurlenk’in “Fil” hikâyesini bilirsiniz…

Timur, ordusundaki fillerden birini Akşehir’deki köye gönderir. Köylü, her öğünde dünyaları yiyen fili beslemekte iyice zorlanınca Nasreddin Hoca’ya gider ve “Aman hocam canım hocam, bize ön ayak ol da Timur’a derdimizi anlatalım” der. Hoca iyi niyetle heyete liderlik eder. Timur’un huzuruna vardıklarında bir bakar ki ardında kimsecikler kalmamış! Ocağına düştük diyenler, teker teker sıvışmıştır.

Timur, “Derdin nedir ey Hoca?” diye sorunca Hoca şu cevabı verir:

Timur Hazretleri, bizim köyde ordunuzun bir fili var. Köylü olarak bakımını biz yapıyoruz. Ama bu fil yalnız olduğu için çok mutsuz. Bizim arzumuz, bir fil daha inayet buyurmanız… Böylece onun da morali yükselir!

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...