30 Aralık 2010 Perşembe

0040-31.12.2010.Bireysel Silahlanma Toplumsal Cinnet

Bireysel Silahlanma Toplumsal Cinnet

Merhabalar değerli okurlar. 2010’un son yazısında daha iç açıcı şeyler yazmak isterdim açıkçası. Ancak yazacaklarım maalesef acı gerçekler…

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin alt komisyonlarında 2009 yılından bu yana görüşülen bir yasa var. Silah edinme ve taşıma ile ilgili olan yürürlükteki yasa, verilen önergeler ile neredeyse kökten değiştirilme aşamasında. 18 yaşını dolduran herkes (5) adet silah ruhsatı alıp bu silahlardan iki tanesini yanında taşıyabilecek. Silah alabilmek için tam teşekküllü bir hastaneden alınması gereken ve kişinin psikolojik, nörolojik ve fiziksel rahatsızlığı olup olmadığını belirleyen heyet raporu da ortadan kaldırılıyor. Yasa Tasarısı’nda yapılan bu inanılması zor değişikliklerin ne için ve hangi amaca hizmetle teklif edildiği hususunda son derece rahatsızlık duyduğumu belirtmeliyim.

Ülkemizde yılda 4 bin kişi ateşli silahlardan dolayı ölüyor, bine yakın kişi de yaralanıyor. Emniyet verilerine göre ise işlenen cinayetlerin yüzde 60 gibi büyük bir kısmı ateşli silahlarla işleniyor. Gün geçmiyor ki düğün magandalarının silahlarından çıkan kurşunlara hedef olan masum insanların haberleri ulusal medyada yer bulmasın. Öfkeli bir toplum olduğumuz, tahammül sınırlarımızın git gide daraldığı, en ufak tartışmalarda bile silaha davrandığımız bilim insanlarınca bangır bangır söyleniyor. Hal böyleyken yapılması planlanan ve sivil toplum kuruluşlarınca daha gür bir şekilde tepki konulmaz ise Meclis Genel Kurulu’ndan da aynen geçecek gibi görünen bu yasal düzenleme, düzenlemeden çok kargaşayı beraberinde getirecektir. Ancak tepki koyma bağlamında topu sivil toplum kuruluşlarına atmak bir çözüm değil bence. İlimiz Milletvekilleri başta olmak kaydı ile Silah Alt Komisyonu’nda görevli Milletvekilleri nezdinde mesajlar göndererek bu düzenlemelere karşı olduğumuz duyurmamız gerektiği inancındayım. Aslına bakarsanız bu düzenlemeye lehtar olan Silah Üreticileri, Satıcıları ve Sevenleri Derneği (SÜSASD) Başkanı Cuma İçten’in “Boşnaklar silahlanmış olsaydı, Sırplar katliam yapamazdı” şeklindeki görüşü, ne kadar güçlü bir lobi ile karşı karşıya olduğumuzu gözler önüne sermiyor değil. Nedir yani; “belli bir etnik kökenden olanlar silahlanırsa, bir diğer etnik kökenden olanların olası katliamlarının önüne geçilir” mi denmek isteniyor?!? Devletin kolluk güçleri niye var o zaman?

Her durumda örnek almayı adet haline getirdiğimiz Avrupa’da durum nasıl derseniz eğer; İngiltere’de bireysel silahlanma kesinlikle yasak! Avcılık ve Atıcılık ile ilgilenenlerin sırf bu iş için üretilmiş silahları alabilmek için bile zorlu bir süreçten geçmeleri gerekiyor. Belçika’da ise bu tür av kulüplerine üye olmayanların silah ruhsatı alma şansı yok! Her üye olana da ruhsat verilmediğini eklemeliyim. Komşu Yunanistan’da da silah ruhsatı isteyenlerin ruhsal durumlarının buna uygun olup olmadığı yoğun testlerin ardından belirleniyor… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Son söz; “LÜTFEN BU YASAL DÜZENLEMEYİ, GERÇEK BİR DÜZENLEME HALİNE GETİRİN!

Acı tatlı anılarıyla, getirdikleri ve götürdükleri ile bir yılı daha geride bırakıyoruz. Tüm okuyucularıma 2011 yılının sağlık, mutluluk, başarı getirmesini diliyor hepinize sevgiler sunuyorum değerli okurlar…

23 Kasım 2010 Salı

0039-25.11.2010.Bitlis ve New York’taki Minareler Üzerine…

Bitlis ve New York’taki Minareler Üzerine…

Merhabalar değerli okurlar. Öncelikle geçmiş Kurban Bayram’ınızı kutlamak isterim. Daha nice bayramlara sağlık ve mutlulukla girmenizi temenni ediyorum. Bayram arifesinde son günlerin ses getiren filmi New York’ta Beş Minare’ye (uzunluğundan ötürü N.Y.5M. yazacağım müsaadenizle… 5N1K gibi oldu ya, hoş görün lütfen) gitme fırsatı yakaladık eşimle birlikte. Bitlis’teki minareler hakkında görüş beyan etme işini, geçtiğimiz günlerde Bitlis’e bir yolculuk yapan çiçeği burnunda Cemiyet Başkanımız Hakan Bey’e bırakalım da; benim âcizane yazımın konusu Abdullah Bazencir beyefendi’nin gösterime yeni giren filmi üzerine olacak.

Beyaz Melek filmi hakkında bir yazı yazdığımı ve orada da Abdullah Bazencir ismini kullandığımı anımsıyorum. Bilmeyenler için bir kez daha belirteyim; Abdullah Bazencir, Mahsun Kırmızıgül olarak bildiğimiz ses sanatçısı / yönetmen’in gerçek adı… Beyaz Melek’i izleyip çok beğenmiş biri olarak N.Y.5M. merak uyandırıcı bir deneyim olacaktı benim için. İki filmin arasındaki Güneşi Gördüm’e hiç değinmediğimin farkındasınızdır; zira bu filmi izlemedim. Böyle ağır dramalar beni rahatsız ediyor çünkü… Her ne ise, dediğim gibi N.Y.5M. medyada çok şişirildiğinden midir bilmem izlenesi bir film gibi gelmişti bana. Şu kadarını söyleyeyim ki fiks bilet fiyatı olarak belirlenmiş 9 TL’me acıdım! Filmin 10 Milyon ABD Doları’na yaklaştığı söylenen bütçesinin izleyici tarafından finanse edilmesi bu denli belli edilmemeliydi! Ayrıca eğer gerçekten 10 Milyon “yeşillik” harcadılarsa bu filme “yeşillik” etmişler derim. Bana filmin hissettirdiği şu: “O kadar para saydık, bari değinmediğimiz konu kalmasın!” Arkadaş filmde 11 Eylül var, batılıların deyimi ile “İslami terör” var, aksiyon var, romantizm var, kan davası var, o var, bu var, şu var! Aşure çorbası gibi olmuş adeta… Ama ne yalan söyleyeyim, Haluk Bilginer hayatının rolünü kapmış. Hakkını da veriyor. Son ana kadar “Bu adam harbiden psikopat. Kendini saklamayı iyi beceriyor” dedirtti bana. Ne bileyim Hacı Gümüş’ün bu denli “iyi” biri olduğunu!!! Bu arada Hacı Gümüş rolünün başlangıçta Ali Kırca’ya teklif edildiğini öğrenmekse beni bir hayli şaşırttı. Mahsun Kırmızıgül’den ilginç bir U Dönüşü olmuş. Adeta aslında muhalif bir sanat dalı olması gereken sinemayı, egemen güçlerce dayatılmak istenen ve adına “Ilımlı İslam” denilen olguyu aklamaya çalışmada kullanması gibi… Bu bağlamda yapıştırılmaya çalışılan Yeni Yılmaz Güney” yaftası çok eğreti duruyor Mahsun’un üzerinde. Senaryonun da çok ama çok zorlama olduğunu iddia ediyorum.

Bir orta düzey (Komiser kıvamında) polis düşünün ki tüm hayatını ve kariyerini, kod adı Deccal olan bir teröristi bulmaya vakfetmiş olsun. Kullandığı çok sert yöntemler yüzünden amirleri tarafından yeri geldiğinde sıkça “paylanan” bu polis, aynı zamanda tebdil-i kıyafet şekilde bir cemaatin de içine sızmış. Sorguladığı birinden Deccal’ın gerçek kimliğini öğrenen ve bu kişi hakkında Kırmızı Bülten çıkarttırılmasını sağlayan da bu polis. Koskoca emniyet teşkilatı, ABD’de yaşayan bir cemaat liderinin, Hacı Gümüş’ün, Deccal olduğuna inandırılıyor ve bahse konu bu polis, yanına iyi İngilizce bilen bir başka polisle birlikte ABD’ye gönderilir. Bu arada EfBiAy(!) da Deccal’e operasyon yapıp terör tutuklularının giydiği turuncu elbiseyi giydirmiştir bile… Uzatmayalım, iade işlemleri sırasında cemaat operasyon düzenleyip Hacı Gümüş’ü kaçırıyor. Times Square ve Hudson Nehri gibi birkaç bilindik New York manzarasında yapılan çekimlerin ardından Hacı Gümüş Türkiye’ye getirilir. Ama o da ne?! Gerçek Deccal dışarda değil miymiş?! Yıllardır aranan adam birden yakalanır ki nasıl bir operasyonla yakalandığı muammadır! Emniyet Müdürü kendisi ve teşkilatı adına Hacı Gümüş’ten özür diler. Süper iyi insan Hacı salıverilir. Bitlis’li olan Hacı sonca dence memleketine gidip anacığına sarılmak istemektedir. Esas polisimiz de onun “hemşosu” olduğundan eşlik etmeyi teklif eder Hacı Bey’e. Gereksizce diğer polis de onlarla gider Bitlis’e. Meğerse Hacı Gümüş yıllar önce esas polisimizin babasını öldürmemiş mi? O da böyle bir intikam planı hazırlayıp koca koca istihbarat örgütlerini yanıltarak Hacı’yı Deccal olarak göstermemiş mi? Sonrasında da Hacı’yı kendi ayaklarıyla musalla taşına gitmeye ikna etmemiş mi? Sonra da Hacı bey’i daha iyi tanıma “şansı” yakaladığından, davasından vazgeçiyor ama dedesinin vaz geçmeye niyeti yok… İşte budur 10 milyon Dolarlık filmin sinopsisi!!! Gerçi özellikle bayan izleyicileri şah damarından yakalayan ve artık klasikleşmeye başlamış bir “Mahsun Melodramı” ile bir kesim izleyiciden tam not almayı beceriyor da ben yemem bu numaraları!

Bu haftalık bu kadar olsun. Haftaya görüşmek üzere hoşça kalın değerli okurlar…

5 Kasım 2010 Cuma

0038-06.11.2010.SimCity 5.Claudiopolis

SimCity 5: Claudiopolis

Merhabalar sevgili okurlar. Bir süredir Bolumuz’un caddelerinde hummalı çalışmalara şahit oluyoruz. Doğma büyüme bir Bolulu olarak, gördüklerim hakkında âcizane yorumlar yapma hakkını kendimde bulduğumdandır ki bu yazıyı kaleme aldım.

Öncelikle yazımın başlığındaki ifadenin ne anlama geldiğini açıklayayım: SimCity, 1991 yılında piyasaya sürülen ve o tarihten bu yana da çeşitli sürümlerle bilgisayar oyunları âleminde müdavim kitlesini oluşturmayı başarmış bir bilgisayar oyunu. Oyunun temelinde kendi şehrini kurmak ve onu yönetmeye çalışmak yatıyor. Adından da anlaşılacağı üzere bir simülasyon yani benzetim oyunu… SimCity’de amaç, Belediye Başkanı olup şehirde yaşayanların yaşam kalitesini yükseltmek ve altyapı yatırımları ile şehrin değerini artırmak. Gelir elde etmek için vergiler ihdas edebiliyor, elde edilen gelirlerle şehrin güvenlik, eğitim, sağlık, enerji kaynakları vb. sorunlarının üstesinden gelmeye çalışıyorsunuz. Elbette söylendiği kadar kolay değil bunları başarabilmek. Sağlam bir simülasyon olduğundan Belediye Başkanı statüsü ile yapacağınız herhangi bir yanlış hamleden sonra koltuğu kaybetmek, yani oyun dışı kalmak işten bile değil. Hatta bazı tartışma platformlarında SimCity oynayıp başarılı olamayan kişilerin, Belediye Başkan adayı olmasının engellenmesi taleplerinin “mecazen” dile getirildiğine şahit olmuştuk. Dediğim gibi, oyunun piyasada olan birçok sürümü var. En son çıkan resmi sürümün numarası (4). Yani biraz alegori yapabilmek adına yazımın başlığında kullandığım (5) numaralı bir sürüm aslında yok. Sanal dünyada yok belki ama gün be gün şahit olduğumuz manzara oyunun yeni sürümünün Bolu’da cereyan ettiği izlenimini bırakıyor insanda.

Yaşadığım mahallenin yanı başında bir buçuk ay gibi bir süredir devam eden (ya da devam edemeyen) bir çalışma var. İsmetpaşa Caddesi’nin Hastane Caddesi ile kesiştiği noktada bir yapboz oyunudur sürüp gidiyor. Önce bahsettiğim bu kesişme noktasındaki Kökez çeşmesinin önüne, hilkat garibesi tarzında bir yarım adacık yapılarak etrafı bordürlerle çevrildi. Özel Halk Otobüslerinin güzergâhı da Hastane Caddesinden Şemsi Ahmet Paşa Caddesi’ne kaydırıldı. Kadın Doğum Hastanesi çevresinde bulunan ve çokça kullanılan iki adet durak da, hoparlörden yapılan anonstaki ifade ile “terk edildi”. Düşünün bir; Stadyum Caddesi’nin köşe başındaki duraktan Bulvar Caddesi Tuser Apartmanı karşısındaki durağa kadar yüzlerce metrelik mesafede durak kalmadı! “Yanlışlık” bir hafta kadar sürdü. Gelen tepkilerin ertesinde güzergâh eski haline, “terk edilen” duraklar da yeniden işler hale getirildi. Bu arada Erol Özkan Kökez Çeşmesi önündeki “muhteşem” yarımada da iptal edilerek bordür taşları söküldü ve alan yeniden asfaltlandı. Bu çalışmalar çerçevesinde Orman Müdürlüğü’nün bahçesinden geçen yaya yolu da genişletilmeye başladı. Zannederim bu genişletme işi, bahsettiğim yaya yolunun araç trafiğine açılması ile alâkalı. Bakalım burası ne zaman eski haline çevrilecek!

Şimdi asıl soru şudur: Bunları kim ya da kimler planlıyor? Belediye Başkanı Sayın Alaaddin Yılmaz’ın eskizlerini “peçeteye” çizdiği bir şey olmasa gerek. Kim planlarsa planlasın bu aksaklıklar Başkan’ın elinde patlıyor kanımca. Yapılan maddi masrafların haricinde harcanan işgücü ve zamanın muhasebesi ise vergi veren bir yurttaş olarak beni germeye yetiyor da artıyor bile. Kimsenin benim paramı bu kadar saçma yöntemlerle bu kadar plansız ve pervasızca harcamaya hakkı olmadığını düşünüyorum. Son dönemde dillere iyice pelesenk olan “demokratik ülkelerde” bu gibi durumların sorumluluğunu birileri üstlenir. Tamam, sorumlular Japonlar gibi harakiri yapsın demiyoruz da, en azından özür mekanizması çalışmalı değil mi ama? Bu küçücük bir örnek… Yakın zamanda, Bolu’ya büyük bir meydan kazandırmak amacıyla Hükümet Meydanı araç trafiğine kapatıldı. Güzel, hayırlısı olsun… Ama birkaç dönem sonra birileri çıkıp “benim gözüme hoş görünmedi bu iş kardeşim. Tekrar trafiğe açalım burasını.” derse bunu kimse durduramaz diye düşünüyorum. Genetik kodlara işlenmiş bir şey gibi “benden öncekinin yaptığı herşey tu kaka” düşüncesi her daim hayata geçirilegelmiştir çünkü. Sen seyreyle ondan sonra cümbüşü!.. Kişiler, alın teri döktükleri parayı harcarken yeri geliyor bin kere düşünüyorlar da milyarlarca liralık bu tarz işler için halkın parasını harcarken neden azıcık olsun düşünmüyorlar hayret doğrusu!

Sevgiler sunuyor, haftaya tekrar görüşme arzusunda olduğumu ifade etmek istiyorum sevgili okurlar.

21 Eylül 2010 Salı

0037-16.09.2010.Âlemin Keyfi Yerinde, Yine Maşallah!

Âlemin Keyfi Yerinde, Yine Maşallah!


Yazılarıma elde olmayan nedenlerle bir süre ara verip de geriye baktığımda sanki birçok şeyi kaçırmışım gibi geliyor. Özellikle de gündemin beşer dakikalık aralarla değişiverdiği ülkemizde birkaç hafta yazmaya ara vermek, belli bir düzeyde asırlardan daha uzun inanın…
Örneğin geçen hafta sonu, 87 senelik Cumhuriyet Tarihi’mizin 6ncı halkoylaması için sandıklar kuruldu ülke çapında. Hükümet ile Muhalefet Partilerinin bazıları arasında adeta bir güven oylaması hüviyetine sokulmak istenen halkoylamasında, 1982 Anayasası’nın 26 maddesinde yapılması öngörülen değişiklikler, açık ara Evet oyu aldı. Kimilerine göre ülkenin bölünmesine kadar gidecek bir dizi değişime sebep olacak bu sonuç, kimilerine göre de yepyeni, bembeyaz bir sayfayı açtı demokrasi tarihimizde… Her iki görüşte de haklı yönler var elbet; ancak asıl öne çıkması gereken noktaları göz ardı ediyormuşuz gibi geliyor bana. Örneğin kitlelere umut olarak lanse edilen bir parti liderinin, halkoylamasında oy veremeyerek yüzyılın pazarlama hatasına kurban gidişi, özellikle Güneydoğu Anadolu’da İmralı’nın yönlendirmesi ile Evet ve Hayır’ın dışında üçüncü bir seçenek olarak “Boykot”un öne çıkması gibi… Açıkçası oy veren milyonlar neyi oyladıklarının farkında değillerdi. Değişiklik paketi hakkında ancak iki, bilemedin üç yorum dinlemiş kitleler, içeriğini tam olarak bilmedikleri bu pakete Evet ya da Hayır demek zorunda bırakıldılar maalesef. Her ne olduysa oldu, oylama eğrisiyle doğrusuyla Millet’ten olur aldı. Bu saatten sonra benim siyasetten beklentim, toplumsal konsensüs sağlayarak yamalı bohçadan beter hale gelen cunta artığı 1982 Anayasasını, çağın normlarına ve yüzyıllardan bu yana süregelen devlet geleneklerine uygun, en önemlisi “devşirme” olmayan bir Anayasa ile değiştirmesidir. Öyle ya, Anayasa dediğin, merhum Uğur Mumcu’nun “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı; İsviçre Medeni Kanunu’na göre evlenen, İtalyan Ceza Yasası’na göre cezalandırılan, Alman Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’na göre yargılanan, Fransız İdare Hukuku’na göre idare edilen ve İslam Hukuku’na göre gömülen kişidir” tarifinin dışında, tamamen bize ait olmalı değil mi? Ve asıl önem arzeden nokta, her önüne gelenin kendi bekası için delik deşik edemeyeceği, sağlam bir “sistem” oluşturulmalı. Günahım kadar bile sevmediğim ABD’de Başkanlık Sistemi o denli sağlamdır ki, ABD Tarihi’nin en sevilen Başkanlarından Bill Clinton’u üçüncü kez seçtirmek için o sistemle oynamayı düşünmediler bile. Durduk yerde Başkanlık Sistemi örneği vermedim; halkoylamasının hemen ardından siyasi çevrelerde tartışılmaya başlanan bir kavram olduğundan dile getirdim bu konuyu. Kısaca üstünden geçmek gerekirse eğer, kuvvetler ayrılığı denen ve demokrasilerin emniyet sübabı olan sacayağı, ancak Başkanlık Sisteminde tam randımanlı bir biçimde uygulanabilir. Neyse, bu ayrı bir yazının konusu…
Dünya 2ncisi olduğumuz Dünya Basketbol Şampiyonası’ndan da kısaca bahsedip bitirmek istiyorum. İkinci olduk, büyük başarı vs. gibi beylik laflar etmektense, çuvaldızı kendimize batırmak istiyorum. Birkaç küçük istisna dışında, her daim alışık olduğumuz son ana kadar getirip orada bırakma huyumuz bu şampiyonada da depreşti. Tarihin en kötü ABD Milli Basketbol takımına finalde yenildik. Oysa finale değin ne güzel getirmişlerdi. Finalde bir ürkeklik, bir yorgunluk, bir umursamazlık… Üzüldük elbette. Şampiyona ertesinde olan biten şeyler ise tam bizlik! Zat-ı şahanelerinin gönül hazinelerinden verdiği birer buçuk milyon ABD Dolarının yanı sıra, Ödül Yönetmeliği’ne göre Gümüş Madalya kazanan sporculara verilen 500’er Cumhuriyet Altını da cabası oldu… Bir iş adamımız da birer rezidans verecekmiş oyunculara. Helal olsun diyesim gelmiyor açıkçası. Ülkemizde yaşayan cefakâr vatandaşların hiçbirinin, bırakın gerçeğini, rüyasını bile göremeyeceği meblağların bu denli kolayca birilerine “pompalanması” bana hüzün veriyor. Asgari ücretle geçinmek gibi insanüstü bir olayı gerçek kılan ve bunun kesintisiz her ay yineleyen insanların yanında 15 günlük bir laylaylomun ardından milyonlara boğulan mutlu azınlık sinirlerimi zıplatıyor. İspanya’yı yıllarca baskıyla yöneten Franco’nun söylediği “Futbol kitleleri uyutan bir afyondur” sözünü diğer spor dallarına da yansıtmayı becerebilen uyanık yöneticiler olduğu sürece, balık hafızamız daha da zayıflamaya mahkûmdur… Bu arada 2010 KPSS’deki “HIRSIZLIĞI” anımsayan var mı hala aranızda?!
İyi haftalar diliyorum sevgili okurlar…

0036-05.08.2010.Sağlıklı Günler

Sağlıklı Günler


Allah kimseleri hastalıkla uğraştırmasın değerli okurlar. Geçtiğimiz haftayı çok ama çok zor geçirdim. Eşimle, genel bir kontrol için Bolu Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesine gittiğimizde olacaklardan bîhaberdik. Kist şüphesi ile AİBÜ Tıp Fakültesi Hastanesi’ne sevk edildi eşim. Poliklinik muayenenin ardından derhal yatış ve bir gün sonra da ameliyat denilince eşim de ben de şoke olduk. Yatış evraklarını hazırlayıp eşimi hastane odasına yerleştirerek hummalı bir şekilde giyim kuşam ve çeşitli ihtiyaçları hazırlamaya giriştim. 29 Temmuz günü ise saat 13:00’ten itibaren ameliyathane kapısında adeta karargah kurduk ailecek. Ameliyata girenler, sızlanarak ve biraz da narkozun verdiği uyuşuklukla dışarı çıkanlar derken akşamüstü saatlerinde eşimi ameliyat eden Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Sayın Melahat Dönmez ve Doç. Dr. Sayın Ata Topçuoğlu yorgun bir şekilde göründüler. Melahat Hoca’mın yorgunluğuna rağmen tane tane anlattıkları ile biraz olsun rahatladım. Yeri gelmişken Prof Dr. Melahat Dönmez başta olmak kaydı ile Doç. Dr. Sayın Ata Topçuoğlu’na, poliklinik muayeneyi yapan Dr. Ulviye Kına’ya, Kadın Hastalıkları ve Doğum Servisi doktorlarından Sayın Alev Uygun’a, güler yüzlü hastabakıcı Ayhan Ağabeyimize ve servisteki cefakâr hemşire kardeşlerimize verdikleri emeklerden ve anlayışlı davranımlarından ötürü çok ama çok teşekkür ediyorum. Özellikle Dr. Alev Hoca için bir parantez açmak isterim ki; kendisinin servisteki yoğunluk ve iş yüküne rağmen güler yüzlülüğünden ve hastalarla hasta yakınlarına gösterdiği yoğun alâkadan hiçbir şey kaybetmemesi takdire şayandır. Bir de poliklinik muayeneden başlayarak ameliyat ve nekahet şeklinde devam eden süreçler boyunca sürekli olarak dua ettiğim biri daha vardı ki o da Bolu’nun Babası unvanını sonuna dek hak eden rahmetli İzzet Baysal’dı. Muhtaç olmayınca fark edemiyor belki insan, ancak AİBÜ Tıp Fakültesi ilimiz ve hatta çevre iller için büyük bir nimet… Yıllar boyunca tetkik ve tedavi anlamında Ankara’ya adeta taşınan birçok dostumuz oldu çeşitli hastalıklardan dolayı. Bu zorunluluğu ortadan kaldıran İzzet Baysal’ın ilimize vakfettiği Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi ve bünyesindeki birbirinden değerli uzmanlar olmuş gözüküyor. Yıllardır yollarda cefa çeken hasta ve hasta yakınları da bir nebze olsun rahata ermiş oluyor böylece.
Uzun sözün kısası, hasta olmak da hasta yakını olmak da son derece zor şeyler. Hani derler ya; Allah hastaneye düşürmesin ama hastanelerin yokluğunu da göstermesin diye, geçen hafta içinde bu sözü kaç kez söyleyip dilime pelesenk ettim bilemiyorum.
İlgililere tekrar tekrar teşekkür ediyor ve herkese sağlıklı günler diliyorum değerli okurlar. Önümüzdeki hafta görüşmek üzere…

0035-29.07.2010.Bizim Zamanımızda...

Bizim Zamanımızda…


Selam ve sevgiler değerli okurlar. Uzunca bir boşluğun ardından tekrar sizlerle olmak büyük keyif veriyor bana. Çalışma düzenimdeki küçük bir değişiklik, ailevi ve sosyal yaşantımda büyük bir değişiklik oluşturdu; tıpkı Çin’de kanat çırpan bir kelebeğin Brezilya’da tayfuna sebep olması gibi, ki biz buna Kelebek Etkisi diyoruz… Bu vardiyalı çalışma düzeni benim düzenimi bozdu. Gerçi bu son söylediğimi umarım dayım İlhan Özdemir duymaz. Zira bu konuda ürettiğim bahanelerin bini aştığını söyleyerek paylayacaktır mutlaka beni… Neyse ki yeniden sekiz saatlik vardiya düzeni geri geldi de biraz olsun kendime ve aileme vakit ayırabilme fırsatı doğdu.
Nereden takıldı ise dilime “Su Sızıyor” adlı halk türküsü takıldı.

Su sızıyor sızıyor
Taşların arasından
Eğil bir yol öpeyim
Kaşların arasından

Oğlan mayilem oğlan
Sözüne de kavilem oğlan
Enişte bana pişt demiş
Yalan aslanım yalan


Mucip ARCIMAN’ın Ankara yöresinden derlediği bu türkü beni ta çocukluğuma, ilkokul günlerime geri götürdü. Şimdilerde “stajyer” gibi cafcaflı bir sıfata büründürülmesine rağmen, çocukluğumuzda aday sıfatıyla anılan ve Eğitim Fakültesi öğrencisi olan öğretmenlerimizden biri, müzik dersinde bizlere bu türküyü öğretmişti. Nedendir bilinmez, bizlerin de çok hoşuna gitmişti, neme lazım… Ancak “aday öğretmenimiz”in staj süresi dolup da biz kendi öğretmenimizle, deyim yerinde ise, başbaşa kaldığımızda birşeyler değişti. İlk müzik dersinde Su Sızıyor’u söylemek istediğimizde nedensiz bir tepki ile karşılaştık. Öğretmenimiz türkünün sözlerini çok mu erotik bulmuştu, bunu bilmiyorum. Ama türküyü bizim yaşımızdaki çocuklar için çok da uygun bulmadığı açıktı. Şimdiki aklımla düşünüyorum da, öğretmenimizin bize öğretilen bu türküyü uygunsuz bulması biraz anlamsız geliyor. Yani daha geniş bir bakış açısı fena olmazdı sanki… Çocuk aklımızla bize son derece sevimli gelen bu türküyü “söyletmemek” çok hoş durmuyor gibi… Bir yanımla da haklı bir tepki gösterdiğini düşünmüyor değilim. Bugün geldiğimiz noktada yaşadığımız çevrede karşılaştığımız insanlar ve bir standart haline getirdikleri davranış kalıplarına bakınca türkünün çok masum kaldığı aşikâr. Bir de öğrenci – öğretmen ilişkileri boyutu var ki olayın, tam bir zıtlıklar abidesi. Dillere pelesenk olmuş “bizim zamanımızda” lafını kullanmam gerekirse eğer, bizler öğretmenlerimizle çok derin bir saygı, hatta zaman zaman korkuya kaçan bir düzen çerçevesinde konuşabilirdik. Bu bağlamda “Ya hocaam, Su Sızıyor’u söyleyelim, n’oluur ya!!!” hitabının yanından bile geçmemiz düşünülemezdi. Şimdiki öğrenci – öğretmen ilişkilerinde sergilenen “enseye tokat göze parmak” durumlara bakıldığında “bizler melekmişiz” demekten gayrı bir şey gelmiyor elimden.
Sevgiler sunuyor ve haftaya yeniden buluşabilmeyi diliyorum sevgili okurlar.

8 Nisan 2010 Perşembe

0034-09.04.2010.Desteksiz Atanlar

Desteksiz Atanlar

Merhaba sevgili dostlar. Geç kalınmış bir tepki gibi gelebilir belki okuyacaklarınız, ancak “dinime söven bari Müslüman olsa” sözünden hareketle, “Osmanlı (dolayısıyla Türkler) soykırım yaptı” deme cüretini gösteren ABD’nin hukuki ve siyasal alandaki saçmalıklarından bir demet sunmak istiyorum sizlere. Gerçi içimizde de bu mealde cüretsiz söylemlerde bulunan Nobelli şerefsizler yok değil ya, neyse…

Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” hesabı, bu ABD denen ucube memleket ve onun çokbilmiş yönetici tayfası; Mayalar, İnkalar vb. yerli ırklardan Kızılderililere değin devam eden süreçte “soykırım”ın ağababasını yapmış olmalarına rağmen, daha bunlardan dolayı dünya kamuoyunca hesaba çekilip cezalandırılmadan “Ermenilere soykırım yaptınız” diyebilecek cesareti bulabiliyor. Yazık ki biz karşı taraf gibi sağlam lobi yapamıyor, kendimizi yeterince doğru şekilde savunamıyoruz. İşin bu tarafı siyasetçileri ve tarihçileri ilgilendiriyor elbette. Halk bağlamında bizler kendi aramızdaki sohbetlerde tepkimizi idle getiriyoruz yalnızca ve çoğunlukla da benim yaptığım gibi topu başkalarına paslıyoruz.

İnternette arama yaparken ABD’de uygulamada olan bazı ilginç yasaklarla karşılaştım. Bize insanlık öğretmeye çalışan Amerikalılarla biraz olsun dalga geçebilmek adına bunları sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Nereden başlamak lâzım gelir bilmiyorum. Zira neresinden tutsan elinde kalır bir vaziyet hâkim. Örneğin Montana eyaletinde yedi ya da daha fazla Kızılderiliyi bir arada görürseniz rahatlıkla öldürebilirsiniz. Tıpkı Güney Dakota eyaletinde bir BEYAZ’ın kendi arazisinde beşten fazla Kızılderili görürse öldürmeye yetkisi olduğu gibi… Bu Dakota Kızılderili düşmanı anlaşılan; Spearfish kentinde de üç Kızılderili’yi sokak ortasında vurmak serbest. Utah eyaletinde yaşıyorsanız nükleer bomba bulundurtabilirsiniz. Ama patlatmak yok! Yok, “ben illa ki patlatacağım arkadaş” derseniz doğru Chicago’ya. Zira 500 dolar karşılığında burada nükleer bomba patlatmak serbest. Virginia eyaletinde evli olmayanlara seks yapmak yasaklanmış. Eyaletin adı buradan geliyor sanırım! Aynı Virginia’da bir erkek eşini akşam saat sekizden önce mahkeme binasının merdivenlerinde dövemez. Eşine el kaldırmak vahşice, o ayrı da, hadi dövdün diyelim, hangi salak mahkemenin merdivenlerinde bu işi yapar ki?! Eşlere atılan dayaktan bahsetmişken, California eyaletinin Los Angeles kentinde erkeklerin eşlerini beş santimden daha kalın bir kemerle dövmesi yasak. Aynı eyaletin San Francisco kentinde ise saat 11 ila 13 arasında elinde sefertası ile dolaşmak yasak. Tam de öğle yemeği arası… Bekâr bir bayansanız Florida’da Pazar günleri paraşütle atlayamazsınız. “Yassah” çünkü! Maryland’de yaşıyor ve de aslanınızı sinemaya götürmek istiyorsanız bunu unutun. Çünkü bu eyalette aslanları sinemaya götürmek suç… Ohio (Ohayo diye okunuyor) eyaletinde aracınızı benzini bitmeye görsün. Zindanlarda çürütürler insanı. Çünkü arabanızın benzini yolda bittiğinde suç işlemiş sayılıyorsunuz. O-ha-yo diyesi geliyor insanın! Wisconsin’in Racine kentinde uyuyan bir itfaiye memurunu uyandırmak yasak. Connecticut’un New Britain kentinde ise yangına bile gitse itfaiye araçlarının 40 km hız sınırı var… Atlanta’da zürafayı telefon direğine bağlamak, Arizona’da eşekleri küvette uyutmak, Alaska’da uyuyan bir ayıyı fotoğraf çekmek için uyandırmak, Nevada’da karayoluna deve ile çıkmak, Texas’ta otellerin ikinci katından mandalara ateş açmak, Wyoming’de Haziran ayında bir tavşanın fotoğrafını çekmek yasak oğlu yasak!..

Liste böylece uzayıp gidiyor. İnsan bunları okuyunca düşünmeden edemiyor: En yüksek teknolojiye sahip olduğunu iddia eden bir ülkeni insanları, bu denli ahmakça yasaları hiç sorgulamaz mı? George W. Bush gibi bir, haşa huzurdan, öküzü Devlet Başkanı olarak seçebilen insanlardan fazlası beklenmez değil mi?! Elbette tüm bir ulusu böyle yargılamak kimsenin haddine değil. Aynen soykırım safsatası ile milletçe töhmet altına alınmamızın kimsenin haddine olmadığı gibi…

Bu hafta da bana ayrılan yeri fazlasıyla aştım. Tüm okuyucularımıza sevgiler sunuyorum. Haftaya görüşmek üzere…

31 Mart 2010 Çarşamba

033-01.04.2010.Önyargılar

Önyargılar


Merhabalar sevgili dostlar. Aslında Perşembeleri yayımlanması gereken yazılarım, benden kaynaklanan aksaklıklardan ötürü bazen Cuma’ya sarkıyor; bu durumdan dolayı sizlerden af diliyorum.

Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur” der ünlü fizikçi Albert Einstein. Hepimiz hayat boyunca bir yığın önyargı besleriz. Özellikle insanlara karşı… Kimini memleketinden (…’dan adam çıkmaz örneğindeki gibi), kimini mensup olduğu ırkından, siyasal görüşünden, kimini de inancı ya da mezhebinden ötürü bir çırpıda yargılar, çoğu zaman hak etmediği biçimde insanları deyim yerinde ise “çöpe atıveririrz”. Onlar hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan, kendimizce bir profil belirler, bir kalıba sokmaya çalışırız çevremizdekileri. Sonrasında ise bu kişilerle olan tüm münasebetlerimizi, tutumumuzu bu profillere göre şekillendiririz. Zaman ilerleyip de önyargılarımızla itham ettiğimiz kişi hakkında, tam ters istikamette bir şeylere rastlasak dahi, zihnimizde oluşturduğumuz tabuları yıkmak çok zor olur maalesef. İnternette karşılaştığım güzel bir örneği sizlerle de paylaşmak isterim. Aranızda bu örneği barındıran e-postalarla karşılaşan olmuştur mutlaka. Bu e-postadan intihal yaptığım konusunda bana karşı önyargı beslemeyin lütfen!

Size bir soru: Sekiz tane özürlü çocuğa sahip ve frengi hastası bir hamile kadına rastlasanız, ona kürtaj olmasını tavsiye eder misiniz? Ancak bu soruyu yanıtlamadan evvel şu soruyu bir cevaplayın bakalım: Bir Dünya Lideri seçme aşamasındasınız. Ortada üç aday var.

Birinci aday sahtekârın teki… Kendi gibi sahtekâr siyasetçilerle işbirliği yapıyor. Falcılardan medet umuyor, iki tane metresi var, günde birkaç paket sigara ve neredeyse bir şişe Martini içiyor.

Adaylardan ikincisi iki kez işten kovulmuş, öğlene kadar uyuyan ve gecede bir şişe viski bitiren biri. Ayrıca üniversite yıllarında uyuşturucu kullanmış.

Son aday ise madalyalı bir savaş kahramanı. Vejetaryen ve sigara içmiyor. Sıkça olmamak kaydı ile bira içiyor. Evlilik dışı ilişkisi olmayan kanatsız bir melek adeta!

Tercihinizi belirlediniz mi? Evetse cevabınız adayların kimliklerini açıklıyorum:

Adaylar II. Dünya Savaşı’ndan… Aday 1 Franklin D. Roosevelt, Aday 2 Winston Churchill ve Aday 3 Adolf Hitler!.. Ve unutmadan, kürtajla ilgili soruya Evet dedinizse Ludwig van Beethoven’i öldürdünüz!..

Bir küçük önyargı anekdotu daha… Köyde yaşayan ve kocası, ilk çocukları daha doğmadan ölen genç bir hamile kadın, bir gün dağda yaralı bir gelincik bulmuş. Alıp tedavi etmiş gelinciği. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da oldukça uysallaşmış gelincik. Birkaç ay sonra kadın doğum yapmış. Tek başına çocuğuna bakması çok zor olsa da o, bu zorluklara göğüs germeye çalışmış. Günler günleri kovalarken, bir gün gelincikle bebeğini evde yalnız bırakarak dışarı çıkması gerekmiş kadıncağızın. Ardan geçen kısa bir sürenin sonunda eve döndüğünde gelinciği, ağzı burnu kan revan içinde görüp beyninden vurulmuşa dönmüş. Oracıkta öldürmüş gelinciği ve koşarak evladının beşiğinin yanına gitmiş. Ve bir şok!.. Bebek sapasağlam beşiğinde yatmakta ve paramparça bir yılan da başucunda bebeğin…

Ön yargı zamanla takıntı (obsesyon) haline dönüşebileceğinden çok ama çok tehlikeli… Var olan ön yargılarla mücadele ederken, oluşacak yeni ön yargılara da dur demek gerekli kanımca. Yeni ön yargıların oluşumuna nasıl dur diyeceğimize gelince; öncelikle her okuduğumuza ve her duyduğumuza inanmayarak ve yanı sıra görüp duyduklarımızı sorgulayarak… Ön yargılar bazen somut gerçeklere de dayanıyor olabilir. Ancak çoğunlukla geçmişten gelen yaşanmışlıklar ve paradigmalar, ön yargının kaynağıdır.
Bütün bu anlattıklarımın ışığında önümüzdeki aylar içinde karşı karşıya geleceğimiz Referandum Sandığı’nın temelinde yatan Anayasa değişiklikleri için durup düşünmeli ve ön yargılardan uzak, gerçekçi değerlendirmeler ışığında 12 Eylül rejiminin yarattığı en büyük ucube olan 1982 Anayasası’nda yapılacak, belki de en kapsamlı, bu değişiklikler için toplumsal bir uzlaşma (konsensüs) aramak zorundayız. Zira yapılacak Anayasa “onun Anayasası” ya da “benim Anayasa’m” değil, “Bizim Anayasamız” olacaktır…

Sevgiler sunuyorum değerli dostlar… Hoşça kalın.

Yazarın Notu: Paradigma, belli bir zaman diliminde bir grup ya da topluluğun düşünme biçimi ve davranışlarını belirleyen bir dünya görüşü, bir bakış açısı ve bir model anlamında kullanılmaktadır… T.K.

24 Mart 2010 Çarşamba

032-25.03.2010.Radyo Günleri

Radyo Günleri


Selam ve sevgiyle merhabalar… Televizyon denen kerameti kendinden menkul cihaz hayatımıza bu denli girmezden evvel, televizyonun resimsizi olan radyonun hayatımıza neler kattığını düşünmüşlüğünüz var mı dostlar?
Ellili ve altmışlı yıllara ve radyonun o yıllardaki kayıtsız şartsız egemenliğine vâkıf değilim elbet; ancak seksenli yılların başlarında radyo benim için bir tutkuydu desem yeridir. FM bandının esâmesinin bile okunmadığı, erken kalkanın kaset çıkarmadığı ve radyoculuğun sadece istek şarkılar çaldırmadan ibaret olmadığı günlerde “Burası uzun dalga bin beşyüz metre Ankara Radyosu…” diye başlayan anonsuyla tek bir TRT radyosu vardı. Hem de ne radyo…
Bir kere saçmalık düzeyi yüksek, diyalog yazma becerisi sıfırın altında senaristlerce kaleme alınan, keyfe keder televizyon dizilerine deyim yerindeyse “on basacak kadar iyi” olan Arkası Yarın ve Radyo Tiyatrosu vardı. Seslendirme sanatçıları rahmetli Alev Sezer’i, Sezai Aydın’ı, Meral Niron’u, rahmetli Fatoş Balkır’ı ve “Efekt: Korkmaz Çakar”ı ile tam bir fenomendi gözümde bu yapımlar. Özellikle sizi anlatılan mekanın tam ortasına koyuveren ses efektlerinin operatörü olan Korkmaz Çakar’ın adı, en son söylendiğinden midir bilinmez, akılda en çok kalanıydı bu isimlerin. Tıpkı hafta sonları TRT büyük stüdyosunda (eski Arı Stüdyosu) düzenlenen ve canlı olarak yayımlanan Türk Sanat Müziği konserlerinin saz heyetinde ismi en son söylenen Atilla Mayda gibi… Kadife gibi sesi ve muhteşem vurgulaması ile her hafta bir romanı okuyan Şebnem Savaşçı vardı; Bir Roman Bir Hikâye adlı programı sunan… Şebnem Savaşçı'yı dinleyerek okumuş kadar olurduk o romanları. Cuma akşamüzerleri “Koşun koşun radyo başına başlıyor saatimiz, koşun koşun radyo başına işte hep beraberiz...” müzikli anonsu ile başlayan Çocuklarla Başbaşa vardı. Dinlerken bizi sanki hayal dünyasına sürükleyen ve Tolga abi hariç neredeyse tamamı yaşıtımız olan çocuklar tarafından götürülen bir yapımdı Çocuklarla Başbaşa. Tolga abi de yıllar sonra televizyonda Hugo adlı yarışmayı sunan Tolga Gariboğlu’ndan başkası değildi. Saatler akşamüstü altıyı vurunca koşa koşa radyo başına giderdik, tıpkı programın müzikli anonsundaki gibi… Haşarılıklarımızdan bıkıp usanmış ebeveynlerimiz de bir saat olsun rahat bir nefes alırdı. Gece haberlerinin ardından Deniz Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı’nın denizciler için yayımladığı bilmem kaç sayılı bildiriyi okuyan haber spikerleri vardı TRT radyosunda. Şehrimizde deniz olmasa da hangi denizde dalga yüksekliği ne kadar, hangi deniz feneri söndü, nerede deniz mutedil dalgalı öğrenirdik. Gerçi günümüzde sönen Deniz Fenerleri ile ilgili bilgileri “bir kısım medya”dan rahatlıkla öğrenebiliyoruz ya, neyse…
İşte böyle… Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım Radyo Günleri eşliğinde böyle geçti. Aslında bunlar yalnızca anımsayabildiklerim... Bunların dışında sizlerin aklına gelenler varsa bunları bana 3uncukoy@windowslive.com e-posta adresinden ulaştırabilirsiniz. Önümüzdeki haftalarda Radyo Günleri’ni takip eden TV Günleri’nin yâd edeceğim inşallah. Kökler dizisinden Kunta Kinte de bize eşlik edecek!
Bu hafta da bana ayrılan yerin tamamını tükettim. Önümüzdeki hafta tekrar buluşuncaya değin esenlikler diliyorum değerli dostlar. Klasik hatırlatma tümcesi: Yazılarımı www.karakayatansel.net.tc adresindeki kişisel internet blogumdan da okuyabilirsiniz. Görüşmek üzere…

10 Mart 2010 Çarşamba

031-11.03.2010.Gitgide Çirkinleşen Hareketler Bunlar

Gitgide Çirkinleşen Hareketler Bunlar

 

Merhabalar… Ulusal ve yerel temelde medya eleştirisi yapmayan bir ben kaldım galiba. Ama çok sevdiğim bir programı eleştirme hakkım olduğuna inandığımdan bu işi rahatlıkla yapacağımdan kuşkum yok… Her Pazar akşamı Kanal D Televizyonu’nda yayımlanan ve bu kış üçüncü sezonunda izlediğimiz Çok Güzel Hareketler Bunlar adlı şov programın hakkında olacak eleştirilerim.

Başlangıçta hiç de fena bir fikir gibi gelmemişti: Genç ve yetenekli vatan evlatlarından müteşekkil bir tiyatro grubu her hafta perdelerini insanları güldürmek için açıyor, gençler hem yazıyor hem de oynuyordu. Hala da öyle yapıyorlar aslında ama sanki seviye biraz düştü gibi, ne dersiniz? İlk sezonunda denenmemiş bir formatın tezahürü olarak ekranlara gelen Ç.G.H. Yılmaz Erdoğan’ın yeğeni Ersin Korkut’un sıra dışı sempatisi ve komiklik karizmasına fazlaca yaslandığından da olsa gerek, özellikle 13 – 16 yaş grubu arasında popülarite kazandı. Ersin Korkut’un “çiçuv”larından sıkıldılar mı bilinmez, ikinci sezonundan itibaren “belaltı vuruşlar”a başlayan ekip, maalesef ki daha da sevildi. Esprilerin seviyesi ile birlikte izleyici kitlesinin yaş ortalaması da düştü. Yayımlanan neredeyse her skeç, Ç.G.H.’nin konsept ustası Yılmaz Erdoğan’ın deyimi ile en yüksek puan olan ÇÇGH (Çok Çok Güzel Hareket) olarak değerlendirildi. Kendisini derinlemesine tanımadığımdan kişiliği hakkında laf etmem doğru olmaz; ancak kelime oyunları ile güldürebilecek kadar lisanına hâkim bir mizahçının, düşen seviyeyle ters orantılı puanlar vermesini hayli manidar buluyorum. Özellikle “Hıyarlı Baba” namıyla anılan ve fazlaca terbiyesiz bir adamın resmedildiği tipleme, “Havuçlu Anne” namındaki isterik tiplemenin de katılımı ile tam anlamı ile (+18) bir hal aldı. Yaşları hayli ilerlemiş bu garip çiftin cinsel hayatları hakkında yaptıkları sıra dışı atışmaları ekranda izlemek beni rahatsız ediyor açıkçası. Rahatsızlığımı daha da artıran unsur ise bu tiplemelerin canlandırıldığı skeçlerin, büyük bir çoğunluğunu yukarıda bahsettiğim yaş grubundaki “çocuklar”ın oluşturduğu bir izleyici kitlesince takip edilmesi…  Hani televizyon yayınlarını koordine etmekle yükümlü olup da,  yalnızca reklamlardan  %5 pay alıp kenara çekilen, “Gençlerin ve çocukların fiziksel, zihinsel ve ahlaki gelişimini zedeleyecek türden programların, bunların seyredebileceği zaman ve saatlerde yayınlanmaması" şeklindeki Kanun maddesini uygulamamakta ısrarcı olan RTÜK diye bir kurul var ya, işte o kurulu göreve davet etmenin vakti geldi diye düşünüyorum. Kurulun, intihar eden plazma televizyonları resmeden reklamlar hakkında, aynı yasa maddesine dayanarak gösterdiği hassasiyeti, Yılmaz Erdoğan’ın alamet-i fârikası olan Ç.G.H. için de biraz göstermesi gerekiyor. Fakat maalesef RTÜK’ün Ç.G.H. hakkındaki tek hassasiyeti, programın başlangıcında sayılan dershane ve kolej isimlerinin Özel BİP Koleji, BİP Dershanesi şeklinde söyletilmesinden ibaret!!! Programın yayımlanan son bölümünde Yılmaz Erdoğan BİPler hakkında konuşurken; “Biz gençlerimizi hür bırakıyoruz. Büyükleri biplesin. Biz sansür uygulamıyoruz.” mealinde bir söylemi dile getirdi. Fakat kanımca “sansür” ve “otokontrol” arasındaki farkı birilerinin Yılmaz Erdoğan’a anlatması gerek. “Başkaları biplesin” demek, bence biraz kolaycılığa kaçmak oluyor sizce de öyle değil mi? Son bir söz de programı yerinde izleyen ve “Yılmaz Hoca”nın her dediğine hilafsız alkış tutanlara olacak: Bilete 85 Lira veriyor olmanız, inanmadığınız / katılmadığınız şeylere onay vermek için el çırpmanızı gerektirmez. Yoksa lider sultası altında, hür iradesini yasama faaliyetlerine yansıtamaz tarzda el kaldırıp indiren Patagonya vekillerden ne farkınız kalır?! 

Önümüzdeki hafta da bam teline dokunan yazılarımla burada olacağım. Takip gazetemizde yayımlanan yazılarımı internetteki www.karakayatansel.net.tc adresinde bulunan kişisel internet blogumdan da okuyabileceğinizi bir kez daha anımsatmak isterim. Tekrar görüşene değin sevgiyle kalın değerli dostlar…

3 Mart 2010 Çarşamba

030-04.03.2010.Merhaba, Yeniden…

Merhaba, Yeniden…

Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba demek istiyorum sevgili okurlar. Takvime baktım da; üç aydan daha fazla bir süredir gazeteye yazı yazmadığımı fark ettim. Kimi bölümleri telâşeli, kimi bölümleri çalkantılı, ruhsal ve bedensel anlamda son derece yorucu, ama ilk ve son zamanları çoğunlukla mutlu anlardan oluşan bir dönemdi bu bahsettiğim “ayrılık” dönemi. Belki de ne bileyim, pillerimi şarj etmek için kullanılmış “kafa izni” de diyebiliriz buna. Her neyse; bu haftadan itibaren tekrar bu köşede olacağım inşallah ve bundan da çok ama çok mutlu olacağım kesin…

Bu aralar profesyonel iş yaşamımda yıllık iznimden kalan son parçaları kullanıyorum. İş hayatı hakkında etraflıca düşünme fırsatı yakaladım bu periyodda. Öncelikle bu izni yaz aylarında kullanmayı çok isterdim elbette. Ancak maalesef şartlar beni bu izni almaya zorladı desem yeridir. Söyleyeceklerim, siz okuyucularıma çok tanıdık gelebilir. Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalıştığımı da düşünebilirsiniz. Ancak âcizane iş hayatı tecrübemin bu gözlemleri sizlere aktarmak konusunda bana epeyce ilham ve cesaret verdiğini söylemeliyim.

1996 yılından bu yana bilfiil iş yaşamının içindeyim. Askerlik dönemini de katarsak eğer yaklaşık 15 senelik bir kariyerim var. Çok sıkı çalışılan ve aşırı disiplinli amirlerden müteşekkil bir “iş yeri” olarak görürsek, askerlik hizmeti de kariyere dâhil edilebilir diye düşünüyorum. Zira o dönemde “devre”lerimizle ortak görüşümüz; “sivilde kendi işimde bu kadar çalışsam trilyoner olurum oğlum!” şeklindeki fazlaca ütopik bir söylemdi. Neyse, konuyu dağıtmayalım. Bahsettiğim süreyi kapsayan bu dönemde onlarca, hadi biraz da abartayım, yüzlü rakamlarla ifade edilebilecek kadar çok insanla tanışıp, iş ortamını paylaştım. Ve fark ettim ki iş yaşamında hiç kimse hiç kimsenin gerçek manada dostu değil. Yüzünüze gülen insanların büyük çoğunluğu, punduna getirip sizi ekarte etmek isteyen, acımasız bireyler… Gitgide zorlaşan hayat şartlarının insanları bu hale getirmiş olduğunu savunabilirsiniz, ama kazın ayağı öyle değil. Kimsenin ayağının altına sabun koymadan da hayatını idame ettirebilmek mümkün… Bir de kendini paralarcasına çalışanların, “çalışırmış gibi yapanların” yanında zerre kadar değeri olmadığını fark ettim. 20 – 25 sene boyunca iş yaşamında adeta bir “asalak” gibi geçinen tiplerin, kendilerini gerçekten de kaliteli ve vazgeçilmesi mümkün olmayan çalışanlar gibi görmeleri durumu, adeta lunapark aynalarına bakarak kendini daha yakışıklı gören “paçoz”ların durumu gibi. Elbette yalnızca onları değil, onlara bu “cahil cesareti”ni veren, amirlik vasfı olmayan amirleri de suçlamak lazım. Tamam, yıllar önce durum oymuş: Her lise mezunundan Devlet Memuru, her üniversite mezunundan da Devlet Su İşleri Genel Müdürü icat etmişler (Üstad Nejat Uygur’un deyimi ile “Anlayan anladı!”). Adam kıtlığında bu normal bir durum da, artık şartlar değişsin lütfen! İnsanlar torpil ve kayırmacılıkla değil, liyakat ile değerlendirildiğinde pek çok şeyin daha düzgün yürüdüğü görülecektir. Bu söylediğim elbette işin makro boyutu. Ama bir yerden de başlamak lazım bence. Üzgünüm ki kamu sektörünü bir yana bırakın, özel sektörde bile işler böyle yürümüyor, yürütülmüyor. Kariyer planlaması için yapılan yüzbinlerce dolarlık “kişilik ve yetenek belirleme” testleri bile, kişiliksiz kişilerce bir kalemde çöpe atılıp, hak edenler yerine hak ettiği düşünülenler “suyun başına” oturtuluyor. Neyse, “çok bilen”lerin icraatlarını sorgulamak benim haddime değil elbette. Ama insan kabullenmekte zorluk çekiyor. Yani iki dil bilen, yüksek lisans yapmış, donanımlı, gayretli gençlerin, yetkisi olan pasiflerce pasifize edilmesi hangi mantık kaidesi ile değerlendirilebilir ki?!

Hepinize başarılarla dolu bir çalışma hayatı diliyorum sevgili okurlar. Bu haftalık bu kadar demeden evvel, 10 yıl önce aramızdan ayrılan Şehrimizin Babası İzzet Baysal’ı anma etkinliklerinin, 5 Mart günü düzenleneceğini hatırlatmak isterim.

Takip gazetemizde yayımlanan yazılarımı internetteki www.karakayatansel.net.tc adresinde bulunan kişisel internet blogumdan da okuyabilirsiniz. Hoşça kalın, sevgiyle kalın…

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...