1 Ekim 2009 Perşembe

031-.02.10.2009.Başbakan’ın Düşündürdükleri

Başbakan’ın Düşündürdükleri

Merhabalar sevgili okurlar. Sonbaharın kendini biraz daha fazla hissettirmeye başladığı şu günlerde aman ha kendinize dikkat edin. Maazallah tam hastalık mevsimi… Grip olup güçsüz düşmenizi istemeyiz.

Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz gün İzmir 9 Eylül Üniversitesi’nin açılış töreninde yaptığı konuşma, toplumun değişik katmanlarınca farklı tepkilerle karşılandı. Özetle Başbakan Erdoğan, üniversiteden mezun olan herkesin iş sahibi olmasının mümkün olmadığını belirterek, işsizlikle olan mücadelenin devam edeceğini ifade etmişti anımsayacaksınız. Ben Başbakan’ın bu söylemine kısmen katıldığımı ifade ederek biraz daha farklı olan düşüncelerimi âcizane sizlerle paylaşmak istiyorum. Ben de herkesin üniversite okumasının gerekmediğini düşünüyorum. Sırf üniversiteyi bitirmiş olmak için okumanın ve sonunda “üniversiteyi de bitirdim, işsizim” diye dövünmenin bir anlamı yok bence. Aslolan bir sanat öğrenmek, bilinen anlamda çalışacak hiçbir işi olmasa bile sahip olduğu sanatı sayesinde hayatını idame ettirebilmek olmalıdır kanımca. Atom enerjisi alanında hiçbir tesisin bulunmadığı ülkemizde atom fiziği okumak ne kadar da anlamsızdır. Yıkılan dev Osmanlı’nın ardından, küllerinden doğan bir ülke oluştururken Mustafa Kemal’in hareket noktası da buydu zaten: Çalışan, üreten, ürettiğinin bir kısmını kendisi için ayırıp geri kalanını satan ve ödemeler dengesi denilen hassas teraziyi kendi lehine ağdıran bir “güç” olmak. Sümerbank başta olmak üzere açılan üretim tesislerinin kurulmasında bu temel neden yatmaktaydı. Seksenli yıllarda sistemli bir şekilde dışa bağımlı hale getirilen ülkemizde, meslekî ve teknik eğitimin yerini de ezberci bir eğitim sisteminin almaya başladığı herkesin malumu… Ülkemizin ekonomik lokomotiflerinden Koç Holding’in “Meslek Lisesi Memleket Meselesi” sloganlı kampanyasını da toplumca desteklemek lazım. Bu bağlamda meslek lisesi temelli biri olarak, meslek liselerinin üniversiteye girişlerini engelleyen “katsayı” uygulamasının kaldırılmasını da memnuniyetle karşıladığımı da ifade etmeliyim. Farklı yöndeki düşüncelere rağmen, meslek liselerini tercih eden öğrenci ve velilerin sayıca artması, insanlarımızın bilinçlenmeye başladığını gösterir diye düşünüyorum. Biraz fazla idealistçe bulabilirsiniz, ancak eski insanların “eti senin kemiği benim” diyerek, bir ustalık öğrensin düşüncesi ile yetiştirilmek üzere sanatkâr yanına çırak olarak çocuklarını vermesi ne kadar güzel bir hareketti. Öğrenmeye ve gelişime yatkınlığı çerçevesinde bir sanatı öğrenen genç, en azından öğrendiği işi yaparak hayatını kazanıyor, hem topluma hem de kendine hayrı dokunan bir birey olarak hayatını idame ettiriyordu. Gerçi ithalata dayalı ekonomik düzende, eskiyen ayakkabısına “pençe attırıp” tekrar giyen kaç kişi kaldı ki, ayakkabı ustası hayatını kazansın?! Pençe attırmak 20 Lira, iğrenç Çin malı ayakkabılar 5 Lira; hangisini tercih edersiniz? Hiçbir konuda sağlam bilgisi olmayan, Allah korusun herhangi bir savaş ya da büyük bir yıkım getiren afet olması durumunda, başkalarına el açmaktan başka yapabilecek şeyi olmayan bireylerin yerine, hayatını hiç kimseye muhtaç olmadan sürdürebilecek bireylerden oluşan bir toplum herkesin arzusu olmalı diye düşünüyorum. Bahçıvanlık, kuyumculuk, ok ve kirişçilik, marangozluk gibi birçok el sanatında üstün olan Osmanlı Padişahları olduğunu hatırlatmak isterim. Devrinin “süper gücü” olan Osmanlı’nın Devlet Başkanları bile, bir el sanatı öğrenmişlerse, bunda bir hayır vardır değil mi?

Bu haftalık bu kadar… Her zamanki hatırlatmamızı tekrar edelim: Takip gazetemizde yayımlanan yazılarımı www.karakayatansel.net.tc adresinde bulunan kişisel internet blogumdan takip edebilirsiniz. Hepinize mutlu haftalar diliyorum. Hoşça kalın.

16 Eylül 2009 Çarşamba

030-.17.09.2009.Eğitim-Sel

Eğitim-Sel

Merhabalar sevgili dostlar. Geçtiğimiz hafta gündemi en çok meşgul eden olay hiç kuşkusuz, Marmara’yı ve özellikle İstanbul’u vurup geçen sel felaketi idi.

Üzerinden bir süre geçmeden yazmak istemedim. Sıcağı sıcağına yazsaydım emin olun “Ağır Cezalık” olabilirdim. Neresinden tutsan elinde kalacak bir olaydı genel itibarıyla bu sel felaketi. Şehircilik sıfırın altında olduğundan dere yataklarına imar izni verilmesinden tutun da, bu izinlerin kendinden önce verildiğini söyleyerek “sıyırma” gayretlerine kadar tam bir traji-komik vak’a… “Enkaz devraldık” edebiyatına aşinaydık da bunu bir adım daha ileri götürerek “Enkaz devralmıştık zaten” e dönüştürebilen siyasetçilerin varlığına da şahit olduk! Hangi iktidar döneminde verilirse verilsin, halk tarafından kanıksanmış olan bu yönetim tarzı çerçevesinde yapılan her icraat kanıma dokunuyor. “Enkaz devraldık” diye işbaşı yapan her görüş, ardında daha büyük enkazlar bırakarak çekiliyor. Olan yine mazlum halka oluyor.

Mazlum halk demişken, sel yağmacıları pek de mazlum değil ne dersiniz? İki adım ötesinde selden ölenlerin olması hiçbir şey ifade etmiyor olacak ki bu aymaz insanlar çamurun içinden tabak çanak toplamakta beis görmediler. Uzatılan mikrofonlara söyledikleri bahane ise “nasılsa sigortadan parasını alacaklar”… Ne kadar kolay değil mi? Depremde de bu tip “insan”ların varlığından bahsedildiğini anımsıyorum. En hafif tabirle “ölü soyucu” diyebileceğimiz bu tiplerle ilgili türlü çeşit şehir efsanesi dolaşmaktaydı; selden sonra ete kemiğe büründü bu şehir efsaneleri. Toplum psikolojisi mi dersiniz, yetiştirme bozukluğu mu bilemem, ancak bir yerde hata olduğu kesin. Yani hangi anlayış, hangi kültür bu yapılanları mazur görür? Oysa bahane hazır: “İhtiyacımız var. Hem zaten sigortadan parasını alacaklar” Oh, ne ala!!!

Kişisel görüşüm, ailede başlaması gereken eğitimin, maalesef hiç verilmemiş ya da yanlış verilmiş olmasından kaynaklanan bir toplumsal yozlaşma içerisinde olduğumuz. Ailede bir otorite figürü olmayan çocuklar, ileride toplumda da hiç kimseyi ya da hiçbir kurumu otorite kabul etmiyor ve sonuç: Ölü soyuculuk yapmaktan utanmayan tiplerden oluşan bir toplum… Bazen düşünmüyor değilim; acaba bize anlatılan tarih başka bir ulusun tarihi mi diye. Zira “sağ elin verdiğini sol el bilmesin” diye cami kapısını buna uygun tasarlayan insanların torunları olmayı hak etmediğimizi, bu aralar daha sık düşünüyorum. Yerel medyamızın kuşkusuz en sevilen siması olan Mustafa Cop ağabeyimizin her daim söylediği gibi “Eğitim Şart!”. Ancak eğitimin aileden başladığı bilinciyle hareket etmek gerektiği de unutulmamalı.

Neyse sevgili okurlar. Bu haftalık bu kadar… Hatırlatma yapalım; Takip gazetemizde yayımlanan yazılarımı www.karakayatansel.net.tc adresinde bulunan kişisel internet blogumdan da okuyabilirsiniz. Hepinize mutlu bir Ramazan Bayramı diliyorum. Hoşça kalın, sevgiyle kalın…

26 Ağustos 2009 Çarşamba

029-.27.08.2009.Geri Dönüş

Geri Dönüş

Uzun bir aradan sonra sizlerle birlikte olmak benim için büyük mutluluk sevgili okurlar. Benim için zorunlu, bir o kadar da mutluluk verici sebeplerden ötürü yazamadığım dönem içinde, hayatımın belki de en güzel adımlarından birini attım ve nişanlandım. Nişan’ın güzel telâşesinin ardından da yaşadığım yeri değiştirerek taşındım. Yeni eve yerleşme süreci “hâlâ” devam ediyor. Anlayacağınız yoğun bir periyod oldu yazamadığım bu dönem benim için. Bu bağlamda sizlerin anlayışına sığınmaktan başka kaçarım yok!

Birlikte olamadığımız dönemde kimilerinin Demokratik Açılım, kimilerinin Kürt Açılımı diye nitelendirdiği bir proje, kamuoyunca yoğun biçimde tartışıldı, tartışılmaya da devam ediyor. Kamuoyunun bir kısmı da bu açılım atağını, ABD’de planlandığı savıyla yerden yere vurdu. Benim kişisel görüşüm, toplumun tüm katmanlarının desteğini alacak; hiçbir kişi, kuruluş ya da etnik kökeni dışarıda bırakmayacak, moda tabirle “konsensus” sağlayacak bir sürecin başlaması ve Türkiyemiz’in üniter yapısı bozulmadan özlediğimiz huzur ve barış ortamının oluşmasının herkes için hayırlı olacağı yönünde. Elbette bu sürecin, insanlara ve dolayısıyla sağlayacak bir ekonomik açılım süreci ile de desteklenmesi gerekiyor. Bunlar “büyüklerimiz"in üzerinde düşünüp adımlar atacağı, derin mevzular. Dolayısıyla kendimi daha fazla kalem oynatacak ölçüde yetkin görmediğimden bu konuya nokta koymak istiyorum.

Geçtiğimiz günlerde ulusal basında, zanlı sıfatı ile Ergenekon Davası’nda yargılanan bir sendika başkanından sıkça söz edildi. Ben de 90lı yılların sonunda bahse konu bu sendikanın bir üyesi olarak, ilimizde faaliyet gösteren bir beyaz eşya üretim fabrikasında çalışmıştım. Bundan dolayı bu sendika başkanının tefrika edilen servetinde payım olduğunu düşünüyorum. Zira hayatı boyunca “işçi” maaşı almış birinin, kökten gelen bir zenginlik olmadan, haberlerde bahsi geçen ve benim kabataslak bir hesapla çeyrek milyar Lira (eski parayla 250 trilyon civarı) olarak hesap ettiğim müthiş serveti edinebilmesi mümkün değil. Gerçi “Bay Başkan” hayatı boyunca işçi olarak değil “Sendika Başkanı” sıfatı ile hayatını kazandığından bunu normal karşılamak lazım gelir diye düşünmüyor da değilim. Zira ülkemizdeki sendikacılık, “ağalık düzenine son” söylemiyle ortaya çıkıp, kendi ağalık düzenini oluşturma fikrine dayanır maalesef. 25 küsur senedir sendika başkanlığı yapan bu şahsın, sendikanı 100 milyon Lira civarındaki parasını “uçurduğu” ortaya çıkmış. Sendikanın parası demek, o sendikaya üye olan ve alnının pak terini akıtarak hayatını kazanan ve salt üye olmak zorunda olduğundan ayda bir günlük yevmiyesini sendikaya har(a)ç olarak veren işçilerden elde edilen para demektir. “Bay Başkan” çeyrek yüzyılı aşan başkanlık döneminde her toplu sözleşme döneminde “Yüzde kırktan düşük bir maaş zammına imza atmayacağız. Gerekirse greve gideceğiz” şeklinde hamasi nutuklar atarak mangalda kül bırakmazken, toplu sözleşmede yüzde beş zammı kabul edecek kadar “aslan yürekli” biridir. Demek ki bir yandan bu dokunaklı söylemleri dile getirirken diğer yandan da saman altından su yürütme becerisini konuşturmaktaymış! Yaklaşık iki buçuk yıl boyunca ben de sendikaya üye aidatı ödedim ve benden geçen ve “Bay Başkan”ın buharlaştırdığı milyonlarca TL içerisinde yer alan alın terimi helal etmiyorum. Ne “Bay Başkan”a ne de çevresinde çöreklenmiş ve bu ranttan nasiplenmiş yalakalara… Bu dünyada görecekleri cezanın az olması da hiç mi hiç önem arzetmez, zira bu dünyanın bir de öte yanı var ve orada emekçilerin elleri, bunların yakalarında olacak…

Neyse sevgili okurlar. Bu haftalık bu kadar diyelim ve Takip gazetemizde yayımlanan yazılarımı internetteki www.karakayatansel.net.tc adresinde bulunan kişisel internet blogumdan da okuyabileceğinizi anımsatalım. Hoşça kalın, sevgiyle kalın…

24 Haziran 2009 Çarşamba

028-25.06.2009.Unfortunately we couldn’t!

Unfortunately we couldn’t!

Merhabalar. Geçtiğimiz haftanın flaş konusu Valimiz Sayın Halil İbrahim Akpınar’ın Abant Platformu Toplantısı’nda yaptığı konuşmaydı. Sadece yerel değil, aynı zamanda ulusal medyanın da son derece ilgi gösterdiği konuşmanın içeriği çokça da tartışıldı. Öncelikle cesaretinden dolayı Sayın Valimizi kutlamak isterim. İnsanların açıkladıkları düşüncelerinden ötürü acımasızca yargılandığı bir ortamda, Devlet Memuru olup da bu içerikte bir konuşmayı yapabilmek gerçekten cesaret işi… Aslında gönül isterdi ki bu cesur ifadeleri dile getiren Sayın Valimiz yerine sivil toplum kuruluşları olsaydı. Ancak Sayın Akpınar’ın da konuşmasında değindiği üzere, 12 Eylül Rejimi ve Anayasası ile etkisizleştirilen ve örgütlenme cesaretinden yoksun bırakılan bireylerin oluşturabildiği tek tük STKların, bu tarz söylemleri dile getirebilmeleri maalesef son derece güç.

ABD’nin 44üncü Başkanı Barack “Sinek Avcısı” Obama’nın da seçim kampanyasında kullandığı “Yes, we can” söylemini, konuşmasının en can alıcı noktasına yerleştiren Valimize nazire edercesine bir başlık attım bu haftanın yazısına: Unfortunately we couldn’t!

Evet, biz başarabiliriz. Bizde bu potansiyel mevcut... Ancak maalesef başaramadık. Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana, artık neredeyse genlerimize işlemiş olan “biz beceremeyiz” düşüncesi, Kurtuluş Savaşımız ve Cumhuriyetimizin ilk yılları haricinde hep sırtımızda bir yük olarak kaldı. Oysa yokluklar içinde, emperyalizme karşı dünya tarihinde sergilenmiş en onurlu karşı duruş olan Ulusal Kurtuluş Savaşımızı adam gibi aktarabilselerdi bizlere, karşılaştığımız birçok aksaklık hiç yaşanmayacaktı. Peki, başaramayışımızda cuntaların olduğu kadar, basiretsizce davranan ve bunu da bir maharetmiş gibi savunabilen idarecilerin etkisi hiç mi yok sizce? Antidemokratik yaklaşımları halkımıza hayat tarzı diye dayatanları yargılamak şöyle dursun, onları toplumda en saygın noktalara yükseltmek, en hafif tabirle onursuzluk değil de nedir?

Ve evet, ben de demokrasi istiyorum Sayın Valimiz gibi En az Kapıkule’nin hemen ötesindeki kadar demokrasi hem de… İnsanların demokratik hak ve özgürlükleri sonuna kadar kullanabildiği, Millet’in vekili olanların, büyük işadamlarının değil kendilerine oy veren çilekeş milletin haklarını savunduğu, medyanın aksaklıkları tarafsızca halka duyurma görevini yerine getirdiği, bunu yaparken adalet sistemi haricinde hiçbir gücün baskısını ensesinde hissetmediği bir ülke istiyorum. Bireylerin özgürlükleri kullanırken diğer bireylerin özgürlüklerine tecavüz etmediği, insanların yasaların çevresinden dolaşmak yerine onlara uyulması gerektiği bilincine ulaştığı bir ülke… Çok mu hayalci bir yaklaşım sizce bu? Bence değil… We can diyemesek bile We will be able to do it… Dedim ya sevgili dostlar, biz bu potansiyele sahibiz.

Sadece Valimizle değil, yerel medyamızın temsilcileri ile de ulusal medyada yer bulduğumuz bir haftaydı. Yerel medyamızın gülü Selçuk Akyol kardeşimizi gözlerinden öpüyorum; gazeteci Yavuz Donat’a kısacık bir süre içinde aktardığı görüşlerden dolayı…

Bu haftalık ta bu kadar… Takip Gazetesi’nde yayımlanan yazılarımı internetteki kişisel internet sayfamdan, www.karakayatansel.net.tc adresinden de takip edebilirsiniz. Sevgi, sağlık ve mutluluk sizlerle olsun…

10 Haziran 2009 Çarşamba

027-11.06.2009.Formula 1 Türkiye Yarışı

Formula 1 Türkiye Yarışı

En samimi duygularımla sevgiler sunuyorum değerli okurlar. Bu haftaki konumuz, başlıktan da anlaşıldığı üzere 2009 Formula 1 Türkiye Yarışı

2005 yılında tamamlanarak dünyanın en önemli motorspor organizasyonu olan Formula 1’in yarış takvimine dâhil olan İstanbul Park yarış pisti, bu yıl beşinci kez büyük yarışa ev sahipliği yaptı. 2005’ten bu yana gitgide düşen seyirci sayısı tersine bir zirve yaparak bu yıl 32 binde kaldı. Gerçi yarışın organizatörlerine göre “süper bir doluluk oranı” yakalansa da (!), yarışın ilk kez düzenlendiği 2005 yılında çekilen 200 bin seyirciye nazaran 32 bin kişi nasıl bir “süper doluluk oranı” oluyor onu anlamak güç. Aranızda anımsayanlar olabilir; pistin inşa süreci zaten fazlası ile sancılı olmuştu. Ünlü tasarımcı Hermann Tilke’ye anahtar teslimi bir proje için ihale edilen iş, “fazla pahalıya maloluyor” gerekçesi ile henüz proje düzeyindeyken Tilke’nin elinden alınınca, pistin inşa süreci İstanbul Ticaret Odası’nca (İTO) tamamlanmıştı. Tasarımcı Tilke’nin tamamını 120 milyon Amerikan Doları’na bitirmeyi taahhüt ettiği pist, İTO tarafından sözde 40 milyon Dolar’a tamamlanacakken, bütçe proje bedeli hariç 160 milyon Dolar’ı aşmış ve dönemin İTO Başkanı Mehmet Yıldırım’ın muhteşem kazığı olarak Türk Tarihi’nde yerini almıştı. Hatta baştaki 40 Milyon Dolar’lık taahhüt o denli tatlı gelmişti ki, kendi ülkelerinde bir Formula pisti inşa etmeyi düşünen Ruslar İTO’ya teklifte bulunmuş, ortaya çıkan tuzlu bedelden sonra “biz sizi ararız” moduna geçmek zorunda kalmışlardı. İşin ticari başarısızlık boyutu bununla da kalmamış, pisti işletecek bir babayiğit bulunamayınca, Formula 1’in tüm ticari haklarını elinde bulunduran multimilyarder Bernie Ecclestone’a adeta altın tepsi içinde sunulmuştu İstanbul Park. Bernie efendi, “hayatının en kötü anlaşması” olarak nitelese de İstanbul Park Pisti İşletmeciliği, aslında karlı bir iş. Asgari ücretin 600 küsur Lira olduğu bir ülkede 750 Liraya bilet satmak bir adamın hayatının en kötü anlaşması ise, en iyi anlaşmasının şartlarını öğrenmeyi çok isterim doğrusu! Bu yılki fiyasko, boş kalan tribünlerin brandalarla örtülmesinden, yayımcı kuruluş olan FOM’dan (Formula One Management) rica minnet seyircileri göstermemelerini istemeye kadar uzanan geniş bir yelpazedeydi. Hatta bazı kameraların boş tribünleri göstermeme adına kaldırıldığı bile iddia edildi.

2005 öncesinde, yine bir Bernie Ecclestone alamet-i farikası olan FOM ile 7 yıllık bir anlaşma yapılmış, hatta dönemin Başbakanı merhum Bülent Ecevit’in de onayı ile yıllık 14 milyon Dolarlık bir taahhütte bulunulmuştu. 2010 ve eğer yapılabilirse 2011 yarışları ile pistin 7 yıllık bu anlaşması sona eriyor. “Yapılabilirse” diyorum, zira geride kalan beş yıllık dönemde pistin toplayabildiği seyirci adedindeki geometrik düşüş aynı oranda sürerse, yarışı yalnızca pistteki hakemler ve katılımcı yarış takımlarının personeli yerinde izleyebilmiş olacak!!! Tabii bu işten bir tek Bernie kârlı çıkmıyor. Ekmek arası köfte ve ayrana 75 TL fiyat biçen seyyar satıcılar da en az Bernie kadar ticaret erbabı olduklarını ispatladılar! Bir de pistin güvenliğini sağlayan Jandarma’nın sert tutumu ile otopark alanlarının yetersizliği eklenince, dünyanın en iyi pilotlarını ve en hızlı otomobillerini yerinde izlemeye gelen bir avuç izleyici için işkence gibi bir periyod oldu geçen hafta sonu. Görüldü ki Formula 1 Türkiye yarışına Petrol Ofisi ve Jan Nahum gerekiyor. Özellikle “deli dahi” namıyla anılan ve bu topraklardan yetişen en başarılı işadamlarından olan Jan Nahum’un atak pazarlama ve tanıtım stratejisine bu yıl daha bir fazla ihtiyaç hissedildi. Yarış sonunda aklıda kalan magazinel bilgi ise, ödül töreninin ardından podyumu terk etmede aceleci davranmayan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, patlatılan ve fışkırtılan şampanyalardan nasibini alması oldu. Arınç daha sonra kendisine yöneltilen bir soruya atfen, podyumda şampanya sıçrayan takım elbisesini kuru temizlemeye gönderdiğini belirtti.


Bu haftalık bu kadar diyelim ve Takip Gazetesi’nde yayımlanan yazılarımı internetteki kişisel internet sayfamdan, www.karakayatansel.net.tc adresinden de okuyabileceğinizi anımsatalım. Hoşça kalın, sevgiyle kalın…

3 Haziran 2009 Çarşamba

026-04.06.2009.Genetik mi, Alışkanlık mı?

Genetik mi, Alışkanlık mı?

 

Merhabalar. İki haftalık bir ayrılığın ardından tekrar sizlerle birlikte olmak bana mutluluk veriyor.

Geçtiğimiz günlerde ulusal medyada çıkan bir haber, beni son derece yaraladı. Haberin öznesi, bilardo alanında bu topraklarda yetişmiş ender yeteneklerden olan Semih Saygıner’di. Daha doğrusu Semih Saygıner’in uluslar arası bir bilardo turnuvasında, Portekiz’in Porto takımı adına yarışacak olması idi.

Sıkıntılar içinde geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarında, yanlış yolu değil bilardo gibi yetenek ve zekanın harmanlanması gereken kompleks bir oyunda en iyi olma yolunu seçen Semih Saygıner, bilardo milli takımında elde ettiği başarılar sonucu defalarca bayrağımızı yükseltmiş, ülkemizi sportif alandaki başarıları ile tanıtmış, son derece yetenekli, bir o kadar da mütevazı bir sporcu. Cumhuriyetimizin kurucusu, önderimiz Mustafa Kemal’in ifade ettiği sporcu tanımının vücut bulmuş hali desek, abartmış olmayız inanın. Her zaman karşı karşıya gelebileceğiniz statükocu ve at gözlüğü kuşanmış dar kafalar sayesinde Semih Saygıner’i de küstürdük sonunda. Tabii, Türkiye’de tek spor dalı, futbol, ön planda olduğundan saçma sapan adamlar, ki “adam” sıfatı sadece lafın gelişidir, el üstünde tutulurken “kıytırık” bilardocuyu kim ne yapsın, değil mi ama?! Milli Takım futbolcularına destekçi olup, deyim yerindeyse donlarına kadar onları donatmak üzere bir yerlerini yırtan sponsorlar nedense Semih Saygıner’i destekleme konusunda aynı yarışa girmiyorlar. Normal; kitleleri uyutan afyon futboldur, bilardo (ya da diğer geri planda kalan sporlar) değil. Dolayısıyla Semih Saygıner’e de elde ettiği başarılardan ötürü en şiddetli ceza verilmeli, bir daha Türk Milli Marşı çaldıramayacak bir pozisyona mahkûm edilmelidir.

Hani fıkra bu ya; adam ölmüş ve öteki tarafta cennete gitmeye hak kazanmış. Demişler ki adama, “Ne yapmak istersin?”. Adam da “Cehennemi bir dolaşmak isterim. Meraktan sadece…” demiş. Yanına bir görevli verip cehennemi gezmeye göndermişler. Adam bakmış ki her millete ait bir kazan var, kazanın altında harlı bir ateş ve her kazanın başında da bir zebani. Fokurdayan kazandan kafasını çıkarmak isteyene elindeki çubukla vuruyor ve kazandaki bir nevi asayişi sağlıyor. “Ne iş?” demiş adam. Görevli “Kaynayan kazandan başını çıkarmak isteyen olursa onu geri kazana geri göndermek için” diye yanıtlamış adamı. Derken bir kazanın başına gelmişler. Bakmış ki adam, kazanın başında asayiş sağlamak üzere elinde çubukla bekleyen bir zebani yok. “Niye burada bir görevli yok?” diye sormuş. “Ha o mu?” demiş görevli. “O Türk kazanı. Biri başını çıkarmaya çalışınca zaten aşağıdan çekiyorlar!!!” Elbette bu yalnızca bir fıkra. Tek tek bakıldığında bizler böyle insanlar değiliz. Ama hepimizi toplayınca maalesef ortaya çıkan tablo bu…DoktorZiya Özel zakkumdan kanser ilacı yaptığını iddia ettiğinde koca koca “Profesör”ler ayağa kalkmış, “Olmaz öyle şey. Zakkum toksik (zehirli) bir maddedir. Ondan ilaç olmaz” diye ayak diremişlerdi. Ziya Özel bugün ABD’de araştırmalarını devam ettiriyor. Araştırmaların bugün gelinen noktada bir hayli de umut verici sonuçları beraberinde getirdiğini okuyoruz. İsmi lazım değil o profesörler de ömürlerinin sonuna kadar az okunan gazetelerde köşe kapmaca oynayıp terk-i diyar eylediler. Sıradan biri olarak bu durumlarla karşılaştığımda üzülüyorum. Gıpta etmek gibi insan psikolojisine faydalı bir durum varken, var olan ince çizgiyi aşıp, haset etme yoluna gitmenin bugüne değin kimselere fayda getirdiğini görmedim, duymadım.

Torpil ve kayırmacılık ise bu bağlamda benzer bir hastalık olarak göze çarpıyor. Filan beyefendinin  yeğeni, filan efendinin çocuğu diyerek birileri kollanırsa, hakkının yenildiğini düşünen birilerine de “onlar filan efendinin çocuğu da biz şunun bunun  çocuğu muyuz?!” deme hakkı doğacaktır. Daha önce de değindiğim bir örneği tekrar arz etmek isterim: Belki bilenleriniz vardır; bendeniz bir motor sporları izleyicisiyim.  Özellikle de Formula 1 ve alt serisi olan GP2’yi yakından takip ediyorum. Birkaç yıl önce GP2’de yarışan ve TOSFED (Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu) Başkanı olan Mümtaz Tahincioğlu’nun oğlu olması dışında hiçbir meziyeti olmayan Jason Tahinci(oğlu), son derece başarısız ve ezik bir görüntü çizmesine rağmen el üstünde tutuluyordu ve bu da beni illet etmeye yetiyordu. GP2 denen bu yarış serisinde herşeyi ile birbirinin aynısı olan otomobillerin kokpitine geçen sürücülerin yetenekleri dışında fark oluşturan bir etken yok. Bu Jason arkadaşımız üç yıl boyunca, arkasına Petrol Ofisi gibi dev bir sponsoru da alarak o kokpitte oturdu ve dört ya da beş farklı takım arkadaşı oldu. Takım arkadaşlarından bazıları aynı otomobille yarış birincilikleri alırken “yetenekli” Jason katıldığı yarışlarda birinciden neredeyse 3-4 saniye daha kötü turlar atma becerisini gösterdi. Motor sporlarına aşina olmayanlara önemsiz gibi gelebilecek olan bu 3-4 saniyenin, asırlar kadar büyük bir fark olduğunu belirtmekte fayda görüyorum. Her neyse sonuçta bu işkence “şimdilik” sona ermiş gözüküyor. Ana fikir ise; torpili olan kişinin yetenek, donanım ve benzer meziyetleri kendinde barındırıyor olmasa da arkasında durulmasının bir hastalıktan öte anlamı olmadığıdır.

 Sabrınıza teşekkür ediyorum. Takip Gazetesi’nde yayımlanan tüm yazılarımı internetteki kişisel internet sayfam olan www.karakayatansel.net.tc adresinden de okuyabileceğinizi anımsatmak istiyorum. Sağlıcakla kalınız…

20 Mayıs 2009 Çarşamba

025 - 21.05.2009.Havadan Sudan

Havadan Sudan

 

Selam ve sevgiler sunarak başlamak istiyorum bu haftanın yazısına. Geçen haftanın yazısındaki temennileri maalesef geçekleşmedi ve “özel nedenler” dolayısıyla Kasımpaşa Süper Lige yükseldi. Elbette bizim “Süper Lige Merhaba” başlıklı yazı da güme gitti. Bu işe en çok sevinense bizim Halis oldu! Zira kendisinden bahsedeceğime söz vermiştim bu hafta için… Âlem çocuktur bizim Halis. İkinci adresim olan Yukarı Çarşı’da esnaflık yapan bu kardeşimizle yeni tanışmışsanız onu doğuştan kepli zannedebilirsiniz! Benim gibi hafif (!) dökülmüş saçlarından dolayı kep taktığını ve kepine el sürdürmediğini ise onunla biraz daha samimi olduğunuzda anlarsınız. Çocuklar gibi şendir her daim. Yukarı Çarşı tayfasına yeni katıldı ama kendini kabul ettirdi çabucak. Bu yönden de bir nevi şeytan tüyü vardır kardeşimizin. Koyu kıvamlı bir Trabzonspor taraftarı olması da cabasıdır. Ama ne hikmetse gelen geçene elindeki Trabzonspor flamalarını hediye eder durduk yerde… Dedim ya alem çocuktur bizim Halis.

Halis’in bu coşkulu hali bana her nedense canlı konserleri ya da konser kaydı videolarını anımsattı. “Kel” alaka işte!!! Şaka bir yana da geçenlerde TV izlerken ve de TV izlemenin raconundan olan zapping yaparken, şimdi anımsayamadığım bir sanatçının konser görüntülerine rast geldim. Bilindik olmayan (en azından benim için öyle) bir şarkısının nakarat kısmını, konseri dinlemeye gelen konuklara söyletiyordu. Nota bile atlamadan sanatçının bu isteğini yerine getiren konukların enerjisi muhteşemdi tek kelime ile. Bir sanatçı için en güzel şeyin, ortaya koyduğu eserlerin konserlerde bir ağızdan söylenmesi olsa gerek. Aslına bakarsanız “konser kaydı mı?” “stüdyo kaydı mı?” diye sorsalar hiç düşünmeden konser kaydı derim. Zira konser kaydı daha yalansız, daha elle tutulur… Sanatçının büyüğü de konserde belli olur inancındayım. Stüdyodaki binbir türlü ekipmanı kullanarak bir alakargaya bile Pavarotti muamelesi çekebilirsiniz. Ama o çakma Pavarotti’nin foyası ilk canlı konserde ortaya çıkacaktır. Birkaç yıl önceki Seray Sever vakasını anımsayın. Çıplak sesi TV’de bazı şovlara komedi malzemesi olmasına rağmen Seray Sever’in çıkardığı albüm fena sayılmayacak bir satış rakamına ulaşmıştı. En azından bir alakargaya göre iyi rakamlardı bunlar! Albüme para yatırıp yapımcılığını üstlenen şarkıcı Çelik belki de bu yüzden yurtdışına kaçmakta buldu çareyi. Olay unutulduğunda geri dönecek, sabah namazında kabahat işleyip seneler sonra köyüne geri dönen imam gibi… Bilirsiniz; imamın biri, köyde sabah namazı kıldırırken, secdede af buyrun gürültüyle yellenir. Ses çıkarmadan cemaati ve camiyi terk eden imam eve gelip “Hanım toparlan gidiyoruz.” der. “Ben bir kabahat işledim.” Yükte hafif pahada ağır malzemeyi yüklenip kaçarlar köyden. Aradan onsekiz sene geçer. “Hanım,” der imam. “ben köye gidip bir kolaçan edeyim. Bakalım olayı anımsayan birileri var mı?” Az gider uz gider köyün girişinde bir sürü ve o sürünün çobanına rast gelir. “Evlat!” der. “Gel hele. Sana soracaklarım var.” Genç çoban merakla yanaşır bu ihtiyarlamaya yüz tutmuş yabancıya… “Buyur emmi” der. “Evladım, Fincancıların Kör Hasan vardı. N’oldu o?”Sizlere ömür emmi” diye cevaplar imamı çoban. İmam rahat bir nefes alır. “Peki,” der. “Karahasanların Mustaa ne âlemde?” Çobanın yanıtı aynı olur. İmam kabahat işlediği sabah, namazda olan cemaati tek tek sorup hepsinin ahrete intikal ettiğini öğrendikçe rahatlar. Çobanın zekâsına da hayran kalır. “ Evladım aferin be!” der. “Sen kaç yaşındasın bakayım?” Çoban kısa bir müddet düşündükten sonra yanıtlar: “İmam Efendi sabah namazında yellendiğinde ben altı aylık mışım! Yani şimdi onsekizindeyim!!!” Şarkıcı Çelik de bir süre sonra dönecek elbette yurda, ama Seray Sever faciasını anımsayan bir çoban mutlaka olacak.

Her neyse dostlar. Geçen yüzyılın, belki de yüzyılların en zor şartlar altında kazanılan bağımsızlık savaşının, Ulusal Kurtuluş Savaşımız’ın başlangıcı sayabileceğimiz 19 Mayıs’ı bir kez daha idrak ettiğimiz bu haftada, o dönemle ilgili kitaplar, makaleler okumanızı, belgeseller izlemenizi rica ediyorum. Kendiniz için değilse bile, yozlaştırılan gençliğimize bu vatanın ne badirelerden sonra yaşanılır bir memleket haline getirildiğini anlatabilmemiz için… Yazılarımı internetteki kişisel internet sayfamdan, www.karakayatansel.net.tc adresinden de okuyabilirsiniz.Hoşça kalın, sevgiyle ve sağlıkla kalın…

13 Mayıs 2009 Çarşamba

024 - 14.05.2009.Büyük Adam

Büyük Adam

Merhabalar. Geçtiğimiz hafta kaleme aldığım ve şehrimizin efsanelerinden Boluspor üzerine âcizane fikirlerimi beyan ettiğim yazım, hem de spor sayfasında yayımlanınca kendimi farklı hissettim. Dedim ya sporla ve özellikle futbolla çok yoğun ilgim kalmamış da olsa, gerçek spor yazarları gibi arka sayfada yazımın yayımlanmış olması bana gurur vermedi desem yalan söylemiş olurum. Elbette üzerime yapışıp kalan “sinopsis”in, spor sayfasında çıkan yazıma da başlık olması beni irrite etmedi değil. Ancak Boluspor’un Bolu Halkını biraraya getirebilme yeteneğinden de son derece mutlu oldum. Karşılaştığım konuyla ilgili ilgisiz herkesin Boluspor’un Süper Lige çıkacağı yönündeki inancı ve takımın etrafında kenetlenmesi, harika bir şey. Geçen yılki gibi iğrenç ayak oyunları sahneye konmazsa Boluspor’un Süper Lige son bileti alması işten bile değil. Ancak kafamın içindeki kurt, Süper Ligde hiç İzmir takımının olmaması nedeniyle Altay ya da Karşıyaka’dan birinin kayırılacağı yönünde beynimi kemirip duruyor ya, hayırlısı. İnşallah “Süper Lige Merhaba” başlıklı bir yazı yazabilirim önümüzdeki hafta köşemde… Başarılar ve bol şanslar Boluspor.

Aslına bakarsanız Bolu Halkını biraraya getirebilme hususunda en önemli figür hiç kuşkusuz İzzet Baysal. Yaşam tarzı ve geride bıraktıkları ile İzzet Baysal, “ölümsüzlük” denen fenomene sahip olmuş birkaç büyük adamdan biri. Koskoca bir şehir ona “şükranlarını” sunabilmek adına zamanını ve enerjisini sarfediyor. Dünyayı bilmem de Türkiye’de bu ilk ve tek, orası kesin. Benzer örnekler yok değil, ancak İzzet Baysal’ın hiçbir kaçamak yolu tercih etmeden (vergi indirimleri vb. taktikleri kastediyorum), anasının ak sütü gibi helal olan net kârından vakfetmesinin bir başka örneği yok. Şu şehr-i Bolu’da faydalandığınız bir unsur söyleyin ki, İzzet Baysal’ın ya da ailesinden bir ferdin adını taşmasın. Çok beylik bir laf olacak ama “beşikten mezara kadar İzzet Babanın eserleri ile haşır neşiriz”. Bir Şükran Günleri etkinliğinde, rahmetli henüz aramızda iken, bir salon etkinliğinde aynı havayı solumuş, bu denli yakın olmuştum rahmetliye. O dönemde Devlet Tiyatrosu salonu olan şimdiki Kardelen Sineması büyük salonunda yapılan toplantıda host olarak görev almıştım. Bir daire müdürümüzün kolunda salona teşrif etmişti İzzet Baba. Çok değil, bir metre ötemden geçerken, onca yaşına rağmen bu denli dinç, bu denli ışık saçan bir insan olması, ağzımı açık bırakmıştı adeta. Salondaki istisnasız tüm katılımcılar, canı yürekten ve müthiş bir enerjiyle ayakta alkışlamışlardı Babamızı. Vefat haberini duyduğumda ise Afyon’un Emirdağ ilçesinde vatani görevimi yapıyordum. Konduramadım. O sırada yanımda olan annemin, sanki kendi babasını kaybetmişçesine hüngür hüngür ağladığını hatırlıyorum. Eminim birçok anne aynı durumdaydı o anlarda… Hani “büyük adam olmak” diye bir ifade vardır ya; bu ifadenin etten kemikten örneği, insanın olmak isteyebileceğinden daha büyük bir adam O. Hayırseverlik kurumunu yücelten müthiş bir adam. Gerçekten Büyük Adam… Bugünlerde bir yerlerden bize bakıyor ve her zaman gülümserken anımsadığım muzip yüz ifadesi ile halkının kendisine sunabildiği kuru bir teşekkür mesabesindeki aktiviteleri izliyor. Bu teşekkürün kuru bir teşekkürde öteye gidebilmesi için, bu Büyük Adam’a layık olabilmek için, onun bize emanet ettiği vakfa daha fazla sahip çıkmamız gerekiyor. Mekânın cennet olsun Babacığım

Bu haftalık ta bu kadar… Geçen haftalarda olduğu gibi bu hafta da yazılarımı internetteki kişisel internet sayfamdan, yeni alan adıyla www.karakayatansel.net.tc adresinden de okuyabileceğinizi hatırlatarak bitirmek istiyorum. Gelecek hafta Perşembe gününe değin hoşça kalın.

5 Mayıs 2009 Salı

023.07.05.2009.Boluspor Üzerine

Boluspor Üzerine

         Hepinize kucak dolusu sevgiler değerli okuyucularım. Geçen haftanın flaş konusu hiç kuşkusuz Boluspor’umuzun BankAsya 1. Ligi’ni ilk altı sıra içinde tamamlamayı ve dolayısıyla play-off denilen en son finalleri garantilemesiydi. Karşıyaka’ya İzmir’de mağlup olsa da Boluspor’u Turkcell Süper Lig’de izleyeceğimiz günlerin hayaliyle dörtlü finalleri (play-off’ları) takip edeceğiz. Futbolla çok derin ilgisi kalmamış biri olsam da, çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım efsane Boluspor’u takip etmekle geçti. Şimdilerde birçok genç kardeşimin üzerinde gördüğüm kırmızı montların arkasında yazan “Küçük Şehrin Büyük Öyküsü”nün elle tutulur, gözle görülür olduğu yıllarda, “Dört Büyükler” tabir edilen ve bence isimlerinden başka büyüklüğü kalmamış takımların Bolu’ya gelişi olay olurdu. Bugün Süper Lig’de boy gösteren ve gelirlerinin büyük kısmını havuz sisteminden sağlayan Anadolu takımları, Boluspor’a minnettar olmalılar. Zira Boluspor, TRT’nin yıllar yılı sürdürdüğü üç otuz paraya cebren canlı maç yayını usulüne kafa tutmasaydı, bugünkü bütçelere, bu kadar kısa sürede ulaşılması mümkün değildi. Yerel basındaki köşe yazarlarının büyük bir konsensüs ile Boluspor’un Play-off’a kalmasını konu ettiği geçen haftadan aklıma takılan birkaç alt başlık hakkında ben de görüş beyan edeceğim yüksek müsaadelerinizle…

 Polemik konusu olsun istemem de Serhat Güller beyefendi’nin Boluspor’a birkaç gömlek küçük geldiği iddia edilmiş. Kesinlikle katılmıyorum. Dışarıdan bakan bir göz olarak bence Boluspor için en doğru adamdır Serhat Güller. Genç teknik adamların Boluspor gibi “gizli kalmış” efsanelerde pişeceğine ve kendini geliştireceğine inanmışımdır daima. Başarıya ve kendini ispatlamaya odaklanmış bir yetkili, ufak tefek hatalar da yapsa sonuçta başarıyı getirecektir. Hem kendisi için, hem de başında bulunduğu takım için… Kaldı ki Serhat Hoca iki sezondur, doğrularıyla yanlışlarıyla, Boluspor’umuzu play-off’a sokma başarısını göstermiş biri ve bu bile ona saygı gösterilmesi için yeterli bir ölçüt kanımca. Başkan Necip Çarıkçı’nın ısrarla Serhat Hoca’yı takımın başında tutması da, istikrar denen ve pek önem verilmeyen bir olguya hakkının verilmesi bağlamında, son derece isabetli bir karar. Başarı öyle iki günde kucağınızda bulabileceğiniz bir şey değil. Bir de Boluspor tarafından bakılırsa, Serhat Hoca’yı tenzih ederek söylüyorum, kimi getirecekti ki yönetim takımın başına, Frank Rijkaard’ı mı?! Ayrıca Serhat Hocanın “ders alması” gereken son adam Fatih Terim’dir bana göre. Anlamıyorum, bu insanlar ne buluyor Fatih Terim’de? Fatih Terim’in soyunma odasındaki görüntülerinden alınabilecek tek ders “gaz vermenin incelikleri” dersidir ki o dersi almak için Futbol Federasyonu’nun Terim’e ayda 260bin TL üste para veriyor olması ayrı bir faciadır. “Yürrü aslanım, koççum benim, sen aslansın, kaplansın” tarzı geyiklerle maç alınması geçmişte kalmış bir usul. Ve sanırım Terim örneğinde biraz da pahalı!!!

Katıldığım bir sohbet ortamında yerel medyamızdan bir yetkilinin “Boluspor Bolu’yu tanıtmada çok önemli bir markadır” şeklinde beyan ettiği görüşe katıldığımı, ancak Süper Lig’de başarı ve devamlılık için bazı politikacıların çok önemli olduğu yönündeki ifadesini ise doğru bulmadığımı söylemeliyim. Belli bir hedef için kişileri ön şart haline dönüştürürseniz, orada ancak bir bağımlılıktan bahsedebilirsiniz. Duvara dayanma yıkılır, insana dayanma ölür… Kişilere değil kurumsallaşma kültürüne dayandırıldığında hedeflere ulaşmak ve seviyeyi istikrarlı şekilde yukarılarda tutmak görece olarak daha kolaydır. Evet, Boluspor Bolu’nun tanıtımında en önemli enstrümanlardan biridir. Ve evet Boluspor Süper Lige çıktığında başarılı ve kalıcı olacaktır. Yetmişli ve seksenli yıllarda fırtına gibi esen Boluspor, daha nice “Rıdvan Dilmen”leri, nice “Sercan Görgülü”leri ve nice “Mehmet Başaygün”leri Türk Futbolu’na armağan edecektir. Bolu’da ve Boluspor’da bu potansiyel var…

Bu haftalık ta bu kadar… Her zaman olduğu gibi bu hafta da yazılarımı internetteki kişisel blogum’dan, karakayatansel.blogspot.com adresinden de okuyabileceğinizi bir kez daha hatırlatıyor, hepinize sağlık, mutluluk ve aşk dolu günler diliyorum…

29 Nisan 2009 Çarşamba

022.30.04.2009.Eyüpsultan’da Sabah - II

Eyüpsultan’da Sabah - II

Merhabalar değerli okuyucularım. Geçen hafta kaleme aldığım “Eyüpsultan’da Sabah” başlıklı yazım, beklediğimden fazla ilgi çekince, hani deyim yerinde ise “yoğun istek üzerine”, bu haftanın yazısını da gezinin geri kalanına ayırmayı uygun gördüm.

Eyüpsultan Camii ve Panorama 1453 Müzesinin ardından, çocukluğumdan bu yana ziyaret imkânı bulamadığım Topkapı Sarayı Müzesine doğru yola çıktık. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yeni ve ilginç uygulaması çerçevesinde gişelerden satışı yapılan Müze Kart’larımızı 20şer Lira karşılığında satın aldık. Kartların özelliği, bir yıl boyunca Türkiye’deki tüm müze ve ören yerlerine ücretsiz giriş hakkı veriyor olması. Kartların üzerine fotoğraflarınız da basılıyor iki dakika içinde. Teknolojik de bir şey yani. Satın aldığımız “Müze Kart”larımızla manyetik turnikelerden giriş yaptık. Yabancı turistlerin de giriş yaptığı turnikelerin başında, İngilizce bilen bir görevli bulundurulmaması bazı sıkıntılara yol açıyor, buna şahit olduk. Aslında güvenlik görevlilerinin neredeyse hiçbirinin İngilizce ve Halkla İlişkiler bilgisi olmaması, çok olumsuz bir nokta olarak göze çarpıyor. Müzenin bazı bölümlerinde (Kutsal Emanetler ve Hazine dairelerinde örneğin) fotoğraf çekmek, kamera kaydı yapmak yasaklanmış. Buraya kadar normal... Normal olmayan ise güvenlik görevlilerinin yabancı konukları uyarmadaki beceriksizliği ve düzeysizliği… Hani kimi insanlar, bağıra bağıra bir şeyler söylediklerinde yabancıların anlatmak istediklerini anlayacağı yanılgısına düşerler ya; Topkapı Sarayı Müzesindeki güvenlik görevlilerinin tamamına yakın çoğunluğu bu düşüncedeydi. Hatta esmer bir güvenlik görevlisinin, Kutsal Emanetler dairesini ziyaret ettiğimiz sırada, bilerek ya da bilmeyerek fotoğraf çeken bir yabancı konuğu “haşlaması” ve kadıncağızın ne denli berbat hissettiğini belli eder yüz ifadesi hiç hoş değildi. Aslında ne desem bu “güvenlikçi”nin tavrını tam olarak anlatmaya muvaffak olamam. Müzenin Başkanı olan ve ülkemizin yetiştirdiği ender bilim insanlarından, tarih uzmanı İlber Ortaylı’nın bu konuda bazı adımlar atması şart.

İstanbul’un Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilmesinin ardından inşa edilmeye başlanan ve 1478’de tamamlanan Topkapı Sarayı, Osmanlı döneminde 700bin metrekarelik alana ve 5 kilometreyi aşan surlara sahipken, günümüzde 80bin metrekarelik bir alana sıkışmış vaziyette.

Gezinti yaptığımız bölümler içerisinde en çok Kutsal Emanetler Dairesi ilgimi çekerken, Hazine dairesi çok ilgi çekici gelmedi açıkçası bana. Dünyanın en büyük tek parça elması olan Kaşıkçı Elması hariç tabii… Neden paha biçilemez olduğunu, elmas ile karşı karşıya geldiğinizde anlıyorsunuz. Müthiş parıltısı ile sergilendiği odanın neredeyse tamamını aydınlatmaya yetiyor. Büyük çoğunluğu Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra İstanbul’a getirilen ve aralarında Peygamberimiz’in kişisel bazı eşyaları ile İslam büyüklerine ait kişisel eşyalardan oluşan Kutsal Emanetlerin sergilendiği bölümde 7 gün 24 saat Kuran-ı Kerim okunuyor. Padişahların giysilerinin sergilendiği bölümde ise, kılık kıyafetin yüzyıllar içinde nasıl bir değişim içinde olduğuna bizzat şahit oluyorsunuz. Kaftandan pantolon-ceket’e uzanan bir yelpazedeki giysileri incelerken, “bunları da bir zamanlar birileri giymiş” düşüncesi, tarihin elle tutulur yönünü ortaya koyuyor. İstanbul’a gidildiğinde alışverişten farklı bir şeyler de yapılmalı ve Topkapı Sarayı Müzesi başta olmak kaydı ile tarihsel değeri olan mekânlar kesinlikle ziyaret edilmeli. Zira her yanından tarih fışkıran İstanbul yalnızca Akmerkez’den, Beyoğlu İstiklal Caddesi’nden, ya da Nişantaşı’ndan ibaret değil…

Uzun lafın kısası; bu İstanbul gezisinin tadı damağımızda kaldı. Geziden arta kalan tek üzüntümüz, sevgili ağabeyimiz Hakan Özkan’ın yaptığı video çekimlerinin teknik bir aksaklığa kurban gitmesi oldu. Kendisini teselli etmeye çalıştık elbette, ancak elimizden teknolojiyi tel’in etmekten başka bir şey gelmedi maalesef.

Bu haftalık bu kadar… Yazılarımı internetteki kişisel blogum olan karakayatansel.blogspot.com adresinden de okuyabileceğinizi tekrar hatırlatıyor, hepinize sağlık, mutluluk ve muhabbetler sunuyorum değerli okuyucularım.

22 Nisan 2009 Çarşamba

021.23.04.2009.Eyüpsultan'da Sabah

Eyüpsultan’da Sabah

Hepinize sevgiler sunarak başlamak istiyorum değerli okurlar. Aslında bir süredir yazamadığım için peşinen özür dilemeliyim. Yıllık iznimi kullandığım onbeş günlük periyodun ardından tekrar çalışma hayatına geri döndüm. Ancak tatil modundan kurtulamamış olmalıyım ki yukarı çarşı esnaflarından, sevgili dostum, canım ağabeyim Uğur Özdemir’e geçtiğimiz hafta sonu için bir plan yapmayı teklif ettim. Rabbime sordum Cleveland dedi, ancak Cleveland yerine İstanbul’un şirin ilçesi Eyüp’ü tercih ettik! Asgari ücretle Cleveland’a gitmemizin mümkün olabileceğini düşünmediniz sanırım! Elbette ki bu tercihimizde asıl etkili olan, ilçeye de ismini veren peygamber dostu, asıl adı Halid Bin Zeyd Ebu Eyyüp El Ensari olan, ancak ülkemizde Eyüp Sultan olarak bilinen aziz insanın kabrini ziyaret etmek, ruhuna bir Fatiha okumaktı.
Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan gece yarısı, saat 01:30’da yola çıktık. Hızlı bir yolculuktan sonra sabaha karşı Eyüp’e vardık. Aman Allah, o ne kalabalıktır öyle?! Eyüp Sultan Camii’ne yaklaştıkça kalabalığın gitgide arttığına şahit olduk. Tüm bu insanları sabahın kör karanlığında sıcacık yataklarından, yaşadıkları memleketten kaldırıp, buralara getiren sebep neydi acaba? Caminin şadırvanında, soğukta onbeş dakika abdest kuyruğu beklememe rağmen, içtenlikle ifade edeyim ki bu beni hiç mi hiç rahatsız etmedi. Elbette bu uzun bekleme periyodundan ötürü caminin içine girip kendimize bir yer bulamamanın ezikliğini yaşadık. Ancak girişte bir yerlere sıkıştık. Caminin avlusundaki ulu çınarda konuşlanmış ve adeta okunan Kuran ayetlerine eşlik eden bir grup kuşun cıvıltısı eşliğinde sabah ezanını beklemeye başladık. Ezanın ve namazın ardından avluya çıkarak cami imamının, günün ilk ışıkları kadar parlak duası ile okuduğumuz Fatihaları Eyüp Sultan Hazretleri’nin manevi şahsına hediye ettik.
Gün daha yeni başlıyordu ve biz daha ısınmamıştık bile!.. Kahvaltının ardından Topkapı Şehir Parkı’nda kurulan ve bir hayli merak uyandıran Panorama 1453 Müzesi’ni ziyaret etmenin vakti gelmişti. Sıradan bir müze olduğu yanılgısına düştüğümüz ve yaklaşık 150 metrelik kuyruğu görünce meraklanmaktan da kendimizi alamadığımız bir sürecin ardından müzeye girmeyi başardık. Giriş katından aşağıya iki kat indik ve her katta İstanbul’un fetih anekdotlarının anlatıldığı tabloları incelerken, “bu muymuş onca zaman kuyrukta beklememizin sebebi?” diye sormadık değil kendimize. Sabırla bekledik ve nihayet 40-50 kişilik bir grupla birlikte, ardımızda bıraktığımız insanlara nispet dolu bakışlar atarak, tahta bir merdivenle, 15-20 karanlık basamak tırmandık ve… Başımı kaldırıp yukarı baktığımda gökyüzüyle, bulutlarla karşılaştım ve zaten oldum olası az olan perspektif yeteneğimi tümden yitirdim! Biz iki kat aşağıya inmemiş miydik? Ee, peki bulutlar nasıl olmuştu da görünür haldeydi? Ağzım bir karış açık, kalan son birkaç basamağı da tırmandım ve kendimi fetih gününde, savaşın en civcivli anlarının tam da ortasında buldum! Bir yanda kulağımıza Mehter Marşları çalınıyor, diğer yanda top sesleri gümbürdüyordu. Atlılar koşturuyor, atılan okların vızıltıları havayı yırtıyordu. Bel hizamızdaki kalın cam perdenin ardında olmasak, savaş alanının orta yerinde olduğumuza yemin bile edebilirdim. Dünyanın en büyük panoramik resmine sahip olan müzenin 3 bin metrekarelik iç alanında, tamamen tuval üzerine basılmış İstanbul’un fetih anını canlandıran resmin baskısına bakıyorduk oysa… Ağzımız bir karış açık, bir an kadar kısa süren 10 dakikalık ziyaretimizin sona erdiği, anons yaparak bunu bize bildiren güvenlik görevlisinin sesiyle resmiyet kazandı. Müzeden çıktığımızda gördüklerimizin tadı damağımızda kalmıştı adeta… İstanbul’a yolunuz düşerse mutlaka uğramanızı tavsiye ediyorum. İddia ediyorum böyle bir şeyi daha önce görmediniz. 
Panorama 1453 Müzesi’nin ardından Topkapı Sarayı Müzesi’ni de ziyaret ettik ancak onu da başka bir zaman anlatırım. 
Bu haftaki yazım, gezi yazısı formatında oldu biraz. Umarım beğenirsiniz. 
Son olarak 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nızı da kutluyorum. Yazılarımı internetteki kişisel blogum olan karakayatansel.blogspot.com adresinden de okuyabileceğinizi hatırlatıyor hepinize sevgiler sunuyorum değerli okuyucularım.

1 Nisan 2009 Çarşamba

020.02.04.2009.Fotoğraflar

Fotoğraflar

Merhabalar. Geçtiğimiz Pazar günü yurttaşlık ödevimizi yerine getirerek yerel yöneticilerimizi beş yıllık bir süre için görevlendirdik. Özellikle Belediye Başkanlığı için Alaaddin Yılmaz ve Tanju Özcan ararsında başa baş devam eden ve adeta foto-finişle sonuçlanan seçimin galibi eski başkan Yılmaz oldu. Ancak diğer tüm adaylarla beraber Tanju Özcan’ı özellikle kutlamak gerekiyor kanımca. Zira Özcan’ın gençliğini ve dinamizmini seçim sürecine çok pozitif yansıttığını düşünüyorum. Siyasette aynı yüzleri görmekten sıkılmış olan seçmene alternatif olmayı başarabilen Özcan’ın yanı sıra, Alaaddin Yılmaz’ı da görevi tekrar almasından ötürü kutluyorum. İnşallah seçimin sonuçları genelde ülkemiz, özelde Bolumuz için hayırlı olur.

Dizileri izliyor musunuz değeri okurlar? Ekonomik durgunluktan ötürü biraz sekteye uğrasa da dizi sektörü ülkemizde çok canlı. Her akşam en az bir dizi yayımlanıyor her televizyon kanalında. Ancak dünyanın hiçbir yerinde, özellikle de bu işin tam anlamıyla bir endüstri olduğu ABD’de bölüm başı 1,5 – 2 saatlik süre kabul edilemez bir durum. Oyuncusundan senaristine, makyajcısından ışıkçısına tüm set emekçileri için neredeyse günlük 18 – 20 saatlik bir çalışma periyoduna denk gelen bu bölüm başı sürelerin, makul seviyelere inmesi gerekiyor. Yani yapımcılar ve TV patronları daha çok kazanacak diye insan hayatını tehdit eder seviyelerdeki bu çalışma koşullarının düzelmesi gerekiyor. Bunun için de sektörde faaliyet gösteren emekçilerin, etkin çalışan bir mesleki örgütlenmeye gitmeleri gerekiyor.

Elbette bu ayrı bir tartışmanın konusu. Benim asıl üstünde konuşmak istediğim konu ise daha farklı. “Dizileri izliyor musunuz?” dedim ya, biraz daha spesfik olmak gerekirse “Yaprak Dökümü’nü izliyor musunuz?” şeklinde değiştireyim sorumu. İzleyenler bilirler, dizinin bitiminde akan kapanış jeneriği sırasında bazı fotoğraflar yayımlanıyor. Her ailenin bir ağaç olduğundan bahisle, izleyicilerinden aile fotoğraflarını paylaşmalarını istiyor dizi resmi internet sitesinde. Dizinin sadık izleyicisi de bu isteği kırmıyor ve paylaşıyor aile albümünün en nadide parçalarını… İşte akan jeneriğe eşlik eden o fotoğrafları izlerken nedense bir hüzün kaplıyor içimi. Fotoğraflardaki her bireyin ayrı bir hikayesi olduğunu düşünüyorum. Kimisi yılların yorgunluğunu taşıyor, kimisi henüz hayatın anlamını kavrayamayacak ölçüde küçücük. Kimi fotoğraflar rengarenk; kalabalık ve neşeli, kimisi siyah beyaz, alabildiğine yalnız ve hüzünlü… Hiç tanımadığınız o insanların yaşadıkları, çok uzaklarda da olsak bizi de etkiliyor belki de. Brezilya’da kanat çırpan bir kelebeğin, Japonya’da tayfuna neden olması gibi… İçerisinde benim olduğum fotoğraflara bakarken duymadığım değişik bir hazzı yaşıyorum o fotoğraflara bakarken. Bir de Yeni Türkü’nün şarkısındaki sözler geliyor aklıma:

Yenik düşüyor her şey zamana

Biz büyüdük ve kirlendi dünya

Şimdi dijitali çıktı, pratik hale geldi belki ama o eski fotoğraflar çok daha güzeldi bana kalırsa. Elle tutulur bir yanı vardı. Ve fotoğrafçıların vitrinlerinde “Renkli amatör işleri yapılır“ yazardı. Şimdilerde taşınabilir hafıza kartlarına kaydedilen, ve bilgisayarda yer kazanabilmek uğruna siliniverecek kadar önemsiz addedilen bir hale bürünse de fotoğraflarınıza sahip çıkın değerli okurlar. Zira onlar sizin kişisel tarihinizin en değerli parçaları.

Büyüklerimi dinleyip sözü kısa tutmak istiyorum. Geçtiğimiz günlerde görüşlerine kıymet verdiğim bir ağabeyim olan sevgili Mustafa Yaman’la birlikteydik. Kendisinden gelen olumlu eleştiriye kulak tıkamayacağım ve yazılarımı biraz daha kısa tutmaya gayret edeceğim. Yazılarımı internetteki kişisel blogum olan karakayatansel.blogspot.com adresinden okuyabileceğinizi bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Hepinize sevgiler sunuyor, haftaya görüşebilmeyi umut ediyorum.

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...