23 Mayıs 2021 Pazar

083.24/05/2021 - Fırıldak (Bolu'nun Sesi)

 

FIRILDAK

                Birdenbire ya da belirgin ayak sesleri ile gelen devrimler karşısında birçok insanın bu yeni durumlara nasıl çabucak uyum gösterdiğine, nasıl hiçbir rahatsızlık duymadan bir gün önceki görüşleri ile tamamen çelişik düşüncelerin ateşli birer savunucusu oluverdiklerine şahit oluruz / olmaktayız. Bu insanlar için geçmişte savundukları görüşler, “gelen ağam giden paşam” sözünün ana fikrindeki gibi silinip gider, yerini yenileri alır.

                Bu tarz gözlemler her ne kadar bir genelleme içeriyor gibi algılansa da herkes için geçerli değildir. Bu omurgasızlığı göstermeyerek kendini çarçabuk değiştirmeyen onurlu insanlar da olagelmiştir. Küçük topluluklarda bu kısıtlı zümre iki elin parmakları kadardır deyim yerinde ise. Bilimsel argümanları esas alarak insanlar arasındaki bu önemli farkı neyin oluşturduğu, önemli bir araştırma konusudur kanımca.

                Her devrin adamı olmayı reddeden kişilerin her zaman bir görev bilinci ya da saflıktan ötürü bu tavrı gösterdiğini düşünmemek de lazım. Çoğu zaman cesaret, dürüstlük ve ahlaki değerlere bağlılık da bu insanların duruşlarındaki temel etkenler aslında. Tabiri caizse “ucunda ölüm de olsa” doğru bildiğinin arkasında durmaktadır aslında bu insanlar.  Ahlaki değerler toplumsal anlamda çok gerekli unsurlar olduğu kadar belki de inançlara yön veren şeylerdir. Bireyler her dönemde doğru bildiklerini savunabilmek için, ahlaki değerlerin yanı sıra cesareti de temel ihtiyaç olarak bulundurmak zorundadır.  Cesaretli olabilmek içinse daha önce yanlış yapmamış olmak esastır. O zaman insanın sesi alabildiğine gür çıkacaktır. Elbette insandır, hata yapabilir. Önemli olan yanlışta ısrar etmemektir.

                Zaman zaman piyasadaki “her devrin adamı” olan güruha baktıkça, tamamına yakınının dünyalığını yapmış olduklarını görüyoruz. Yani artık nabza göre şerbet vermeyi kestiklerinde “arpam kesilir, acımdan ölürüm” demelerini gerektirecek bir durum yoktur hiçbirinde. Aksine birçoğu köşe başlarını tutmuş, yatını, katını istiflemiş, kimisi yazı yazıp ahkam kesmekte, kimisi ise arpalıklardan nasiplenmekte. Buna rağmen durmak nedir bilmez vaziyetteler. Hani lüks otellerdeki açık büfeler vardır ya; bitecek diye tepeleme doldurursunuz tabağınızı, hah işte onun gibi…

İnsan biraz da bulunduğu kabın şeklini alabilen bir canlıdır. Elbette ki esner, fikir ve düşünceleri değişebilir. 70lerde azılı “komünist” olan insanların bugün “kapitalist” şirketlerin sahibi olduğunu görebilirsiniz mesela. Ya da ateisttir adam, başına gelen bir musibetle dine dönmüş, inançlı biri olmuştur. Ancak önem arz eden nokta, bu değişimlerin aniden değil yavaş yavaş ve belli bir yöne doğru gerçekleşmiş olmasıdır. Yani fırıldak misali fırıl fırıl dönmenin bir mantığı yok! Aynaya baktığında kendi siluetini görmek istersin, biçimsiz, şekilsiz bir yaratık değil. Neredeyse aldığın her nefesin bile kayıt altına alındığı günümüz dünyasında, zaman gelir geçmişte dile getirdiklerini yüzüne çarpacak onlarca, yüzlerce kayıt karşına çıkar da kimseyi kandıramayacak duruma gelir, yüzsüzlüğün sınırlarında gezinirsin. Sonuçta insanın suratının derisi ne kadar sertleşebilir ki?! Bir insan ne zamana kadar zamanında küfrettiklerine yağcılık yapabilir, varlığına bile tahammül edemediği insanlara katlanabilir?

Kişi yalnız kaldığında kendisine sormak zorundadır; “ben ne yapıyorum?” diye… Bu soruya benliği ile yüzleşip mide bulantısı geçirmeden uzun süre dayanabiliyor, soruyu açık yüreklilikle yanıtlayabilecek cesareti olduğuna inanıyorsa bizim bu yazıyı yazma nedenimiz her halükârda ortadan kalkmıştır.

Tüm okuyucularımıza sevgi ve selamlarımı sunuyorum…

 

 

082.17/05/2021 - Bayramın Düşündürdükleri (Bolu'nun Sesi)

 

BAYRAMIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
    
    Geçen haftaki yazımı okuduğumda Ramazan Bayramı’nı kutlamayı atladığımı fark ettim. Bu vesile ile azıcık geç kalmış da olsam, Ramazan Bayramınızı kutlamak isterim. Umarım takip eden bayramlarımız eve kapanmalı olmayan, eş, dost, akrabanın sevgi ve muhabbet ile buluşup kaynaştığı, sağlıklı, mutlu ve huzurlu bayramlar olur.
    
    Aslında bu gecikmiş bayram kutlamasının temel sebebi geçmiş Ramazan ve Kurban Bayramlarını fazlasıyla sıkıntılı geçirmiş olmamdı diyebilirim. Şimdi bu geçmiş iki bayramda yaşadıklarımı düşününce bazı can sıkıcı anıların depreştiğini de söylemeliyim. Gerçi insan gülmeyi bilmiyorsa geçmişe, umut etmeyi bilmiyorsa da geleceğe bakmamalı, ama yaşadıkları da insanda yer etmiyor değil.
Sosyal medyada Neşet Ertaş’a izafeten “kadınlar insandır, biz insanoğlu” şeklinde bir cümle okumuştum. Ne kadar da doğru… Özellikle cinsiyetçiliğin her türlüsünün en aşağılık, en iğrenç ve en vahşi biçimlerde tezahür ettiği günümüz dünyasında sosyal medyadaki bu cümle daha bir anlam kazanmakta. Kadınlar baş tacıdır gibi beylik laflar etmeyeceğim, merak etmeyin. Ancak yeryüzündeki tüm savaşları biz erkeklerin çıkardığını düşünürsek, kadınların ne denli üst düzey bir yaratım sürecinden geçtiğiniz az da olsa idrak edebiliriz sanırım. Tam burada son derece ironik bir noktaya geliyoruz: Bu kadar üst düzey insanların doğurup yetiştirdiği insan oğulları, neden alçaklıkta sınır tanımayan bireylere dönüşmekte? Bu sorunun cevabı ciltlerce ansiklopediyi bile doldurabilir, ancak buna ne vaktimiz ne de yerimiz müsait. 
 
    Hayat boyu ne değişik insanlarla karşılaşıyoruz, hiç düşündünüz mü? Normal şartlar altında selam vermeye bile tenezzül etmeyeceğiniz insanlarla hasbel kader aynı ortamı paylaşıyor, aynı havayı solumak zorunda kalıyorsunuz. Bu insanların birçoğu da maalesef küçük dağları yarattıklarını düşünme aymazlığından mıdır, cahil cesaretinden midir yoksa hanzoyum ama para bendecilikten midir bilinmez, kültürel ve sosyal anlamda gelişmiş toplumlarda zerre kadar yeri olmayan tipler… Tam da “insanları tanıdım artık, daha ne görebilirim ki?” dediğiniz anlarda öyle modellerle karşılaşıyor ki insan, ilk tepkisi “pes yani, bu da varmış!” oluyor. Elbette ki kimse dört dörtlük olamaz. Ticari zekâsı ve yeteneği üst düzey olan ancak insaniyete gelince ters orantılı biçimde diplerin de dibinde davranış kalıplarını kendisine ana hareket noktası edinen insanlarla da karşılaşabilirsiniz. Hele ki bu tiplerle iş hayatında amir - memur ilişkisi kurmak zorunda kaldığınızda, yirmi küsur yıllık kariyer yaşantınızın en berbat dönemlerini geçirdiğinizi hissedebilirsiniz. Söz konusu tipler sizi “paranı ben veriyorum, o halde her türlü hakaretime katlanmak zorundasın” düzeysizliği ile sözüm ona aşağılamaya çalışabilir, bunu yaparken de ne kafasızlığınızı ne eğitimsizliğinizi bırakabilirler, sanki kendileri ordinaryüs profesörmüş gibi!.. Zaman gelir lafla ezmeye çalışmaları yetmezmiş gibi suratınıza evrak fırlatacak kadar fütursuzluğun, ukalalığın uç noktalarına seyahat edebilirler. Böyle durumlarda o tiplerle aynı düzeysizliği sergileyip “işini de seni de…” diyebileceğiniz gibi, başınızı dik tutup gülebilir, sabredebilirsiniz. 
 
    Hayat tecrübesidir; enseyi asla karartmayın ve gülün gülebildiğiniz kadar. Zira gülmek güzel bir eylemdir; güzel ve devrimci bir eylem. Tüm okuyucularımızın geçmiş bayramını bir kez daha kutluyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
 

9 Mayıs 2021 Pazar

081.10/05/2021 - Mobilite (Bolu'nun Sesi)

 

MOBİLİTE

                “Eskiden böyle miydi?” diye söze başlayacağım için nostaljik bir yazı okuyacağınız düşünüyorsanız yanıldınız değerli okurlar. Eskiye özlem temalı bir yazı olmayacak bu. Belediyemizin halkımıza moral vermek üzere düzenlendiğini beyan ettiği ve ulusal basına da konu olan şu meşhur mobil konser otobüsü bana eskiyi anımsatan.

                Tamamen “iyi niyetle” kotarıldığına inanmak istediğim ve hem evlerine tıkılı kalan halkımızı eğlendirmek hem de mahalli sanatçılara destek niteliğinde olduğu iddia edilen mobil konserler, bildiğiniz üzere polisimiz tarafından, biraz da heyecan verici bir şekilde, durduruldu. Düzenlenme gayesi gerçekten de belirtildiği gibi iyi niyet bile olsa uygulanış yöntemi ve sürecinin başlangıçta var olduğuna inanmak istediğimiz düşüncelerle çok da bağdaşır yanı olmadığı kanaatindeyim. İşin yasal boyutu bir tarafa, aslında irdelenmesi gereken nokta, gürültü kirliliği bence. Başlangıçta eskiye özlem dememin asıl sebebi buydu. Çocukluk çağımda komşulardan cenazesi olan biri olduğunda, kaybedilen sanki kendi ailemizden biriymişçesine bizim evde de televizyon açılmaz, arkadaşlarımızla sokaktaki şen şakrak oyunlarımıza bir süre ara verirdik. Bu bir saygı göstergesi, adeta yazılı olmayan bir kuraldı. Oysa geldiğimiz noktaya bakınca geçmişteki bu naif tutumun bizzat belediye eliyle yok farz edildiğini görüyoruz. Tamam, insanımızın bir kısmı evlerine adeta hapsoldu, bu durumdan sıkıldı. Ama adına ister mobil konser deyin ister gürültü patırtı, bu yüksek sesli uyarıcılara insanları maruz bırakmamalısınız. Evinde hastası olanlar olabileceğini, bir yakınını yakın zamanda salgın hastalık ya da başka bir sebepten kaybetmiş yaslı insanların varlığını unutmadan bu aktiviteleri yapmak daha doğru olmaz mı? Kaldı ki teknoloji artık her birimizin cebinde. Mobil konser veya diğer moral aktiviteler dijital kanallardan da gerçekleştirilebilir. Çok daha fazla insana ulaşabilirken bunu bir zorlama ile gerçekleştirmemiş olursunuz. Artık şu Erkal Zenger tarzı, cazgır kafayı biraz değiştirmek gerek sanki. Özellikle seçim öncesi propaganda dönemlerinde şahit olunan bangır bangır gezen araçlar fenomeninin, insanların oy verme fikirlerine olumlu yönde etkisi olmadığının görülmesi gerektiği gerçeği ortadayken mobil konser düzenlenmesi ne kadar dahiyane bir fikirdir bunu anlayışınıza bırakıyorum.

Olayın bir diğer boyutu da otobüsün polisimiz tarafından engelleniş biçimi. Konu ile ilgili videoları izledim. Güvenlik Şube Komiseri ve Belediye görevlisi arasındaki gayet medeni bir tartışmaydı ama sanki müdahale ediş biçimi biraz daha sakince olabilirdi gibi geliyor bana. Yine de olayın her iki tarafını da sağduyulu tutumlarından ötürü kutlamak gerek.

Olaydan çıkarılması gereken bir ana fikir varsa o da “empati”dir bence. Yani karşısındakinin duygularına, onun gözünden bakabilme yeteneği… İnanın bana ülkemizin bütün sorunlarının temelinde kendisini karşısındakinin yerine koyamama yatmakta. Bunu gerçekleştirebildiğimiz gün, işte asıl o zaman “Almanya bizi kıskanıyor” olacak. Biz görebilir miyiz bilemem de umarım gelecek nesiller şahit olur o zamanlara. Sevgiyle kalın değerli okurlar…

075.30/03/2021 - Kedi (Bolu'nunSesi)

 

KEDİ

                Merhaba değerli okurlar. Birkaç haftadır Bolu’nun Sesi gazetemizde âcizane yazı yazmaya, dilim döndüğünce kendi fikirlerimi sizlerle paylaşmaya gayret ediyorum. Sürç-ü lisan ediyorsam, ki insanlık halidir mutlaka hatalarımız da olmaktadır, affola. Gazetemizin internet sitesinden, yazılarıma gelen olumlu-olumsuz tüm reaksiyonu takip etmekteyim. Hakaret boyutuna varmayan her geri dönüş benim için çok değerli, bunu bilmenizi isterim. Buna mukabil sizlerden ricam da maddi manevi hiçbir beklentim olmaksızın, hiçbir ideolojinin sözcüsü olmadan yazdığım yazıları, bunların kişisel görüşlerim olduğunu bilerek okumanızdır.

                Başlıkta yazdığım “Kedi”ye gelince… Birçok insanın sevimli bulduğu, bazılarının ise çekindiği bir evcil hayvan olan kedilere çağlar boyunca değişik özellikler atfedilmiş; Antik Mısır’da kutsal sayılmaları gibi… Oysa benim değinmek istediğim, çok sevdiğim, fakat geçtiğimiz Kasım ayında yitirdiğim bir dostum, kardeşim Yalçın… 1 Mart doğumlu olduğu için kendisine taktığımız lakaptı Kedi. Ani bir kalp krizi sonucu aramızdan ayrılan Yalçın’la 1991-92 eğitim-öğretim yılında İskenderun’da tanışmıştık. İskenderun MYO Haberleşme programını başarısızlıkla bitiremeyen birkaç kişinin içindeydik Yalçın’la. Hepimizin hayatının bir döneminde olduğu gibi o dönemde o da ailevi sorunlar yaşıyordu. Bunların ayrıntısına girecek değilim elbette. Ev arkadaşım, kadim dostum Yılmaz ile birlikte birçoğunu beraberce aşması için destek olmaya çalıştık Yalçın’ın. Acı tatlı bu anılar bizimle beraber gidecek. Fakat bazılarını sizlerle paylaşmamda sakınca olmadığı kanaatindeyim.

                Özel radyoların ilk açıldığı dönemlerdi. Cep telefonu, internet gibi şeyler olmadığından radyolardan şarkı çalmaları için istekte bulunmak için jetonlu kulübelere muhtaçtık. Bazı arkadaşlarımız sevdiklerine şarkı armağan etmek için, benim gibi tipler de farklı olmak adına dinledikleri müzikler (hard rock ve heavy metal) başkaları ile buluşsun diye jetonlu kulübelere gider, en sık dinlediğimiz ve artık çalışanları ile samimiyet kurmuş olduğumuz radyo istasyonlarını arar, şarkı isterdik. İsmini şu an anımsayamadığım bir radyo istasyonunun müdavimiydik ve çalışanlarla şahsen de tanışıklığımız oluşmuştu. Alex adlı bir DJ arkadaşla kafalarımız çok uyumlu idi. Yalçın da ben de Alex arkadaşla muhabbeti çok severdik. Bir hafta sonu arkadaş grubumuzla gezmeye çıkmışken Alex arkadaşın çalıştığı radyoya çat kapı ziyarette bulunmuş, gördüğümüz rağbet karşısında şaşkınlığa uğramıştık. Radyonun sahip olduğu CD arşivi içinde kaybolmuştuk hatta. Yalçın hepimizi güldürdüğü gibi radyo çalışanlarını da gülmekten kırıp geçirmişti. Sonrasındaki günlerden birinde, öğrenci lokantasında yemek yemiş İskenderun sokaklarını arşınladığımız bir akşam, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş kiliseye giden kalabalığın içinde rastlamıştık Alex’e. Kuru bir selam verip bize geçip gitmişti. Yalçın’la bu durumu çok garipsediğimizi anımsıyorum. Oysa radyoda ne kadar içten sohbetler etmişti bizimle. Gayrimüslim olduğuna zaten vâkıftık Alex’in. Ama bizi ilgilendiren dinsel inanışı değildi ki, yöresel de olsa ünlü biriyle olan yakın arkadaşlıktı…

                Birbirinden elle tutulur bir anı kalsın diye düşünenler, 70li 80li yıllarda anı defterlerinden “kalpleri kadar temiz bir sayfa” ayırırken, 90lı yıllarda bunun yerini anket defterleri almaya başlamıştı. Yalçın kardeşimin de kocaman bir anket defteri vardı. Bu devasa defterin arka kapak içine yapıştırdığı zarfta ben diyeyim yüz elli, siz deyin iki yüz sorudan oluşan anketi vardı. İki elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki kemik arkadaş grubumuzun tamamına verip doldurtmuştu anket defterini. Sonraki yıllarda yaptığımız her telefon görüşmesinde o defteri saklayıp saklamadığını sorduğum Yalçın’dan aldığım yanıt hep aynı olmuştu: “Saklıyorum tabii oğlum!” “Bir gün yolumuz Nazilli’ye düşerse mutlaka o anket defterinde yazdıklarımı okumak isterim” derdim ben de. Ama maalesef biz fırsat yaratıp onun yanına gidemedik, o da bize anket defterini okutamadı.

                Sizden ricam şudur sevgili okurlar: Biliyorum, hayat şartları zor ama sevdiğiniz insanları bir daha göremeyeceğiniz, onların sesini bir daha duyamayacağınız günler gelecek. O günler gelmeden sevdiklerinizle teması kesmeyin. Pişmanlık çok da fayda vermiyor. Sevgi ve selamlarımla...       

080.03/05/2021 - Kapanmanın Etkisi (Bolu'nun Sesi)

 

KAPANMANIN ETKİSİ

                Merhaba değerli okurlar. 30 Nisan tarihinden itibaren bir tam kapanma sürecine girdi ülkemiz. Sürecin öncesinde karayollarında oluşan yoğunluk “kavimler göçü”nü andırıyor olsa da umarız bu kapanış memleketimize ve insanımıza hayırlar getirir.

                2020 yılının Mart’ından bu yana devam eden salgında, kapanma süreçlerinden muaf olmayan insanlarımızın çoğunun şikâyet ettiği belli başlı durumlar var. Eş, dost, akraba ziyaretleri, düğün, nişan gibi sevinçlerin, hasta ziyareti ve cenaze gibi hüzünlerin paylaşıldığı sosyalleşme ortamlarının minimuma inmiş olması gibi, özellikle küçük esnafımızın büyük bir çoğunluğunun etkilendiği iş yapamama problemi gibi… Bunların dışında kuşkusuz birçoğumuzu ilgilendiren ancak yukarıda saydıklarımın birazcık gölgesinde kalan kilo kontrolünü yavaş yavaş yitirmeye başlıyor oluşumuz.

                Hareketsizlik ve kontrolsüz beslenmenin en önemli ve en büyük etkisi olan obezite, maalesef ülkemizi ve insanımızı tehdit eder boyutlara ulaştı. 2017 verilerine göre OECD ülkelerinde ortalama %19 olan obezite oranı ülkemizde %23 seviyesinde. Bu rakamlar çerçevesinde Türkiye, Avrupa’nın en yüksek obezite oranına sahip olan ülkesi konumunda maalesef. Yapılan araştırmalar, obezite ve aşırı kilo problemi olan yetişkin nüfusun yarısından fazlasına eriştiğini gösteriyor. Beslenme alışkanlıklarımızın ve dünyalar güzeli mutfak kültürümüzün önemli bir payı var kilo problemimizin temelinde. Bunların üzerine bir de düzenli spor yapamama ve hareketsizlik de eklenince ortaya çıkan tablo bu oluyor işte. Bilim insanları, obezite oranlarının artmasının ortalama yaşam süresini kısaltması, kronik hastalıkların ise gitgide artması gibi zincirleme etkileri olacağını belirtiyorlar.

                Ramazan ayı içerisindeyiz malum. Yeme içme düzenimizin değişmesi, 15-16 saat yemeksiz ve susuz kaldıktan sonra iftar ile birlikte bendimizi aşarcasına yiyip içtiklerimiz, yanan ateşe benzin dökmek gibi etki gösteriyor. Yazdığım bunca şeyden sonra şöyle de bir durum var: Ele verir talkını, kendi yutar salkımı!..

                Hepinize sağlıklı günler, sevgi ve selamlar değerli okurlar.

 

079.25/04/2021 - Kripto Paracıklar (Bolu'nun Sesi)

 

KRİPTO PARACIKLAR

Son birkaç gündür kamuoyu dijital-kripto para dolandırıcılığı ile meşgul. 2 milyar dolar gibi Cumhuriyet tarihinin en büyük miktardaki dolandırıcılığı olan bu olay, daha öncekilerin ders olmaması gibi yine farkındalık yaratmayacak ve emin olun yenileriyle daha çook karşılaşacağız.

Hani bir söz vardır ya "efsaneler ölmez şekil değiştirir" diye bizdeki dolandırıcılık mevzuarı da aynı bu sözdeki gibi zamana göre şekil değiştiriyor. 1940'lı yıllarda tramvay, Galata kulesi, meydan saatleri ve şehir hattı vapurları gibi kamusal malları satarak ya da kiraya vererek ünlenen Sülün Osman'dan, "diğerleri ne faiz veriyorsa 1 puan yukarısı" diyerek milleti tokatlayan Banker Kastelli'ye, devletin Başbakanını emekli subay derneği başkanı imiş gibi kandırarak örtülü ödenekten para tırtıklayan Selçuk Parsadan'dan, çoğunlukla dinine bağlı insanları birden çok kez tokatlayan Jet Fadıl'a değin onlarca dolandırıcı gördü bu millet. Dolandırıcılar kimi zaman insanların iyi niyetini, çoğu zaman da kısa yoldan çok para kazanma güdüsüyle hareket etmelerini sömürerek yaptılar bu işleri... Daha Tosuncuk Namlı Mehmet Aydın'ın Çiftlikbank adı altında gerçekleştirdiği vurgun yeni yeni gündemden düşmeyen başlamışken, Tosuncuk'un tokatladığı 500 milyon Türk lirası rekorunu 2 milyar Amerikan doları ile kıran Faruk Fatih Özer ile bir kez daha dolandırıldığı canım ülkemin insanları. Kötü haber şu ki bu kripto para borsacılığı hikayesi daha çok canlar yakacak ölçüde bir çorap söküğüne dönüşecek gibi görünüyor. Tabirimi bağışlayın mahalle bakkalı açmak için bile binbir türlü prosedürün tamamlanması gerekirken, yardım amaçlı para toplamayı bir kenara bırakın apartman ve site yönetiminde bile para toplamak kılı kırk yararcasına incelenirken, şakır şakır para alışverişinin döndüğü bu kripto para borsası açmak nasıl böylesine kolay olabiliyor anlamak inanın güç. Yasal manada altyapısı olmayan bir konu olan kripto para borsacılığı özele bakıldığında tamamen borsa faaliyetini gerçekleştiren kişi ya da kişilerin insafına ve iyi niyetine kalmış bir süreç. Zira ortada fiziki olarak bir karine olmamasından dolayı bu işi kotaran kişi şalteri indirince elde avuçta bir şey kalmıyor. Dolandırılan kişilerde bu durumda gönüllü olarak ödeme yapmışlar gibi bir garabet durum ortaya çıkıyor. İşin teknik boyutu haricinde asıl incelenmesi gereken sosyolojik boyutuna gelirsek; insanlar onlarca belki yüzlerce kötü örnek varken neden hala bu açıkgöz tiplere para kaptırmaya devam ediyorlar?

Son iki örnekte  (Çiftlik bank ve kripto para borsacılığı) öne çıkan bir cümle var:  "Bunca insan aptal olamaz herhalde dedik ve bizde bu işlere girdik!" Kısa yoldan çok para kazanma hırsı, bir koyup üç alma gibi motivasyonlar varken maalesef ne dolandırıcılar biter ne de dolandırılanlar...

 Son söz olarak, devletimizin çok geç kalmadan kripto paralarla ilgili bir yasal altyapı oluşturması şart. Bunu yaparken de gece yarısı yönetmeliği şeklinde değil konunun uzmanları ve toplumun değişik kesimlerinin bir araya getirilerek bir konsensus oluşturularak yasal zemin oluşturulmalı.

Hepinize iyi haftalar diliyor ve dolandırıcılara karşı uyanık olmanızı öneriyorum değerli okurlar.

078.18/04/2021 - Mutluluk Raporu (Bolu'nunSesi)

 

MUTLULUK RAPORU

                Bu haftaki yazıma, kendimle hesaplaşarak başlamak istiyorum. Geçen hafta yazdığım yazının birkaç yerinde ironi yapmak isterken kantarın topunu kaçırmış olduğumu fark ettim. Yazılarımı kaleme alırken her satırını, her paragrafını ve yazının tamamını defalarca kez okurum. Ulusal çaptaki gazetelerde bu iş için istihdam edilmiş ve adına redaktör denen personel yapar bu işi. Hem anlam, hem anlatım hem de dil bilgisi bakımlarından yaptığım bu kontrollerin sonunda bazen gözden kaçan ya da kendi süzgecimden geçirme konusunda sıkıntılı olan durumlarla karşılaşırım yazının basılı halinde. Geçen hafta da böyle bir durum yaşandığını hem siz değerli okurlar hem de yazımı okuyan değerli dostlarım bana hatırlattınız. Kendi adıma maksadını aşan ifadelerim için rahatsızlık duyan herkesten özür diliyorum.

                Bu hafta su sayaçlarını mı yazsam, yanlış basılan imsakiyeyi mi, patates soğan dağıtımını mı yoksa uzun zamandır kapalı vaziyette olan Yedigöller yolunu mu diye düşünürken birden Birleşmiş Milletler’in yayınladığı geleneksel Dünya Mutluluk Raporu ile ilgili habere rastladım.

                Söz konusu raporda Türkiyemiz 149 ülke arasında 104üncü sırada yer almış. Raporun sıralamasını gayrisafi yurtiçi hasıla, sosyal destek, ortalama sağlıklı yaşam süresi, vatandaşların kendi hayatlarıyla ilgili karar alabilme özgürlüğü, cömertlik, ve ülkedeki yolsuzluk düzeyinin değerlendirilmesi belirliyor. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin 103üncü, Pakistan’ın da 105inci olduğu raporun en tepesinde yine Finlandiye yer alıyor. 149uncu ve son sırada ise Afganistan yer alıyor.  Bu rakamlar raporun genel sıralaması. Mikro boyutta da ülkelerin kentleri de aynı kriterler göz önüne alınarak sıralanmış. Ülkemiz özelinde yaşadığımız kent Bolu ilk 20 içerisinde, 14üncü sırada yer alıyor. İlk sırada yine bir karadeniz kenti olan ve Türkiye’nin en sakin şehri kabul edilen Sinop’un yer aldığı görülüyor. Üç büyük şehir de (İstanbul, Ankara ve İzmir) yüzde 60 mutluluk oranı altında kalarak görece mutsuz sayılmışlar.

                Rapor hazırlanırken esas alınan kriterler elbette tartışılmaz değil. Ama açıkçası demokrasiyi, insan haklarını, sosyal devleti vb. ilkeleri yaşamsal düstur edinmiş herkesin kabul edebileceği ölçütler… Değerlendirmelere bu yıl 2019 sonundan bu yana etkisi altında olduğumuz Covid-19 salgını da eklenmiştir umarız. Zira ister istemez bu virüs hayatımızın orta yerinde yer işgal etmekte neredeyse bir buçuk yıldır. Dışarıdan aşı alım süreci, sınırlı sayıdaki bu aşıların hakkaniyetli bir sıralama ile halka ulaştırılıp ulaştırılamadığı, pandemi kuralları olarak devletçe yürürlüğe konulan bazı düzenlemelerin toplumun tüm kesimlerine eşit şekilde uygulanıp uygulanmadığı da bireysel ve toplumsal anlamda mutluluğa etki eden faktörler olarak göze alınmalı. Gerçi bir kısım ülkelerde tüm bireyler eşittir, ama bazı bireyler daha eşittir kalıbı halihazırda geçerliliğini koruyor ya neyse… Yanlış anlaşılmasın; bu söylediğimin temelinde George Orwell’in Hayvan Çiftliği adlı öyküsünde anlatılanlar yatmakta. Özetle, insanların eziyetinden bıkıp yönetimi ve çiftliği ele geçiren hayvanların manifestosunda bir numaralı maddede “tüm hayvanlar eşittir” yazmaktadır. Gel zaman git zaman bazı hayvanların kayırıldığı ortaya çıkınca manifestoya ikinci madde olarak “bazı hayvanlar daha eşittir” yazılır! Her neyse, mutluluk bu tür elle tutulur gözle görülür, sayılarla ifade edilebilir kriterlerle ölçülebilir bir şey gibi görünse de aslında duygusal anlamda hissedilebilir duygudan başka bir şey değildir bana göre.

Peki siz değerli okurlar, sizler yüzde 70lik mutlu kesimin mi yoksa kalan yüzde 30’un mu içerisindesiniz? Sevgi ve selamlarla...

077.10/04/2021 - Halime'nin Peşinde Koşan Bolu (Bolu'nun Sesi)

 

HALİME’NİN PEŞİNDE KOŞAN BOLU

 

                Geçtiğimiz günlerde Bolu türküsü olarak bilinen ve söylenegelen “Tombulacık Halimem” türküsünün, Devrek türküsü olarak tescil ettirildiği açıklandı. Türküyü derleyenlerin Ali Murat Karageyik, Muzaffer Sarısözen gibi üstadlar olduğu düşünüldüğünde Bolu türküsü olduğuna dair güçlü kanıtların varlığından söz edilebilir. Aslında türkünün Bolu’ya mı Devrek’e mi ait olduğu yönündeki tartışmanın bir hayli uzağındayım kendi adıma. Halimem türküsü ha Devrek’in olmuş ha Bolu’nun olmuş çok da önem arz etmiyor. Zira türkü bu coğrafyanın türküsü, bizim türkümüz.

                Benim asıl derdim, taa 2014 yılında bu türkü özelinde yaratılan başka bir tartışma… O dönemde yerelde yazı yazan ve BAİBÜ Bolu Meslek Yüksekokulu’nun eski öğretim görevlilerinden olan Hüseyin Kaya’nın kaleme aldığı ve akademisyenlik hayatı gibi zırvalarla dolu olan bu yazıda, adı geçen şahıs Kurtuluş Savaşı döneminde tüm Anadolu düşmana karşı savaşırken Bolu insanı Halime’nin peşinde göbek attığının iddia etmişti. Şimdi okurlarımızdan bazıları bana kızacak belki; ölmüş adamın arkasından konuşulmaz diyecekler. Elbette ki kültürümüzde ölmüş “adam”ın arkasından konuşulmaz. Ama yeri geldiğinde gıyabında da olsa kişiler hakkındaki gerçekler konuşulmalı.

                Şimdi bu müteveffa arkadaşın eski bir öğrencisi olarak konuya dair görüşlerimi paylaşmayı kendimde hak görüyorum. Kurtuluş Savaşı döneminde Bolu ve halkı hakkında birçok şey söylenebilir; hatta isyankâr olduğu bile… Oysa küçük araştırmalar yapabilen ve “akademisyen” bile olmayan insanlar Ankara Hükümeti’nin yanında olan Bolu Mutasarrıfı Haydar Bey’in, Ankara’nın direktifi ile ayaklanma yaşanan Düzce’ye gittiğini, isyanı sonlandırmak üzere çaba gösterdiğini ve fakat buna rağmen isyancılar tarafından derdest edildiğini bilir. Ayaklanma Bolu’ya da sıçramıştır, doğru. Bunun; cahil bırakılmış halkın bir kısmınca, İngiliz altınları ve damat ferit uğursuzunun ayak oyunları ile gerçekleştirildiği aşikâr… Yani Bolu halkına birçok şey söylenebilir, ama Kurtuluş Savaşı döneminde hovardalık peşinde koşuyordu DE-NE-MEZ. Hele ki bunu, hangi şehre ait olduğu bile ihtilaflı olan bir türkünün sözlerine dayandırarak söyleyebilmek için insanın gerçekten aymaz ve omurgasız olması lazım. Bu durumda adı geçen şahsın seviyesinde bir cevap vermek istesek Bursa’lı olmasından hareketle… Neyse…

                Dediğim gibi bu şahsın hasbelkader öğrencisi olmuş, kişiliğini, karakterini bilen biri olarak, ortaya attığı düşüncenin mesnetsizliğini kanıtlayacak onlarca argüman sunabilir, bir o kadar tanık getirebilirdim. Ama bu kadarı fazla olurdu. Zaten ölmüş biri hakkında yazdığım için çok tepki göreceğim. Şu kadarını da ifade etmeme lütfen izin verin: Bu arkadaşla ilgili geçmişe dönük hiçbir kuyruk acım yok. Hayatta olduğu dönemde yazı yazıyor olsaydım 2014’teki bu yazısına karşı çok daha sert şeyler yazardım emin olun. Bolu’nun yıllarca ekmeğini yemiş ve yediği kaba pislemiş herkese karşı tavrım bu olur.

                Hepinize sevgi ve selamlarımı sunuyorum değerli okurlar…

076.04/04/2021 - Kırmızı Çizgili Pijama (Bolu'nunSesi)

 

KIRMIZI ÇİZGİLİ PİJAMA

                Geçtiğimiz günlerde tüm Türkiye’de olduğu gibi Bolu’da da “yayalar kırmızı çizgimiz” etkinliği düzenlendi. İçişleri Bakanlığı’nca düzenlenen ve trafikte yayalara geçiş önceliği verilmesi temelinde gerçekleşen bu kampanya ya da uygulama çerçevesinde yaya geçitlerine kırmızı çizgi çekildi ve trafiğe yaya ya da araç sürücüsü olarak katılan bireyler için farkındalık yaratılmaya çalışıldı.

                Sürücüler açısından, kesilen cezalar çerçevesinde bu farkındalık büyük oranda oluştu zannederim. Zira bu uygulama kanımca Türkiye’de ilk kez eski valilerimizden Sayın Ahmet Zahteroğulları öncülüğünde Bolu’da gerçekleştirilen Önce Yaya adlı uygulamaydı. Uygulama öncesinde de yayalara her daim öncelik veren hatta bazen eşi tarafından “çok oluyorsun” şeklinde yadırganan bendeniz, 245 TL yayaya yol vermeme cezasına çarptırılmış ve farkındalığım an itibarı ile fazlasıyla artmıştı! Şaka bir yana aslında bu uygulamanın önemi sadece sürücüleri değil yayaları da kapsıyor diye düşünüyorum.  Her ne kadar sadece sürücülerin sorumluluğu varmış gibi algılansa da yayaların da kendilerine tanınan bu öncelik hakkını, doğru kullanmaları hayati derecede önem arz etmekte. Trafikte her zaman sürücü olarak bulunmuyoruz; yaya olduğumuz anlarda bir empati duygusu içerisinde daha hızlı hareket ederim kendi adıma. Yani “yaya geçidinden şöyle salına salına geçmek dururken niye koşturuyorsun birader?!” diyenler de oluyordur elbette. Dedim ya, empati, yani karşısındaki gibi düşünebilme yetisi. Bazen de kararsızlarla karşılaşıyoruz: Geçsem mi geçmesem mi kararsızlığındaki bireylerin varlığı sonucu uzayan bekleme süreleri…

                Gerçi ben de nelerden bahsediyorum böyle? Ambulansa, itfaiyeye bile öncelik verme konusunda sıkıntı yaşanıyor zaman zaman. Kimseyi suçlamak istemem elbette ama eğitim sistemimizde empati dersleri de olmalı bence, siz ne dersiniz? Çağdaş toplumların sosyal ve kültürel düzlemde başarılı olmalarının temelinde yatan ana duygu bu kanımca. Çoğu kişiden duymuşluğunuz vardır, bir de benden duyun diye söyleyeyim: “Almanya’da kaldırımda yürürken yanlışlıkla da olsa trafiğin aktığı yola ayağını koyarsan tüm trafik duruyor. Hatta bak aynen şöyle” diyerek yanındaki yurdum insanına trafiği durdurma şovu yapan gurbetçilerin varlığı bize şunu gösteriyor bence: İnsanımız her nerede yaşıyor olursa olsun genetik kodlarına işlenmiş davranışları hayata geçiriyor. Yoksa başka hangi memleketin insanı otobanda düğün konvoyu düzenleyip trafiği durdurma pahasına Erik Dalı eşliğinde göbek atar ki?!

                Uzun sözün kısası yayalar kırmızı çizgimiz kampanyası ya da etkinliği toplumumuzca özümsenmiştir diye umut ediyorum. Gerçi sıklıkla kullandığımız birçok kavram gibi bu kırmızı çizgi çekmenin de içinin boşaltılmış olduğunu düşünmekteyim. Bir markanın şalgam suyu reklamında bile “şalgam suyu kırmızı çizgimiz” sloganı, hem de hemşehrimiz olan Mehmet Şef tarafından kullanılmaktayken…

 

                Hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyorum değerli okurlar.

074.21/03/2021 - Kısa Kısa (Bolu'nun Sesi)

 

KISA KISA…

                Kayak sezonunun kapanmasına kısa bir süre kala, kayası gelen bir “iş insanı” helikopter ile Kartalkaya’ya gelmiş. Hoş gelmiş sefa gelmiş de bu ne bohemlik, bu ne görgü noksanlığıdır arkadaş!  Helikopterle kaymaya gelmek nasıl bir kafanın ürünüdür bunu hiçbir okurumuzun cevaplayabileceğini sanmıyorum. Bir dönem evinden (yoksa yalısından mı demeliydim?) İkitelli Star Sokak’taki interStar binasına her gün helikopterle gelen Cem Uzan’ı anımsattı bu mevzu bana. Tamam, belli ki imkanları yerinde demek ki bu “ağbimiz”in, muhtemelen iş güçten sıkılarak bir tür kaçamak yapmak, kaymak üzere Kartalkaya’ya geldi. Bu değil tabii bizi ilgilendiren noktası olayın. Hür bir memlekette yaşıyoruz. Kaymak isteyen kayar! Ama kendisini çoook yükseklerde gören bu bey-efendinin, iğne ucu kadar empati yapması gerekmiyor mu sizce de? Pandemi var; esnaf, emekçi ve çiftçi gibi toplumun geniş kesimleri sessiz çığlıklar içindeler hayatlarını idame ettirmek zorundayken, birazcık olsun siftah yapamadan gün geçirenleri, kod 29 adlı insafsız hülle ile işlerini kaybedenleri düşünmesini bekliyor insan… Ama heyhat! Beyimiz kayacak. Boş ver helikopteri, ışınlanma bulunmuş olsa ışınlanarak gelecek kaymaya! Allah izan versin, akıl fikir ihsan etsin, ne diyelim.

                Birilerine alkollü içecek ruhsatı verebilmek adına çocuk parkının söküldüğüne de mi şahit olacaktık?!? Yanlış anlaşılmasın, alkol ruhsatına değil tepkimiz. Dedik ya, burası hür bir memleket; isteyen alkol alır, isteyen gazoz içer. Tepkimizin sebebi böyle bir gerekçe ile çocuk parkındaki ekipmanların sökülmesi. Gitgide beton çöplüğüne dönüşen, şehirleşmeden uzak şehirler içinde, çölde vaha bulmak kadar zor olan çocuklar için oyun alanlarının devre dışı bırakılması ne kadar üzücü. Umarım sökülen ekipmanlar, eski yerlerinde onlardan faydalanan çocukların ulaşabileceği kadar yakın bir noktada tekrar işler hale getirilir. Cıvıl cıvıl çocukların kapalı alanlara ve elektronik cihazlara mahkum olmamaları için parklara her zamankinden çok ihtiyacımız var. Gazeteciliğin böyle bir olayda dolaylı özne olmasına değinmiyorum bile. Zannederim ki onlar da bu olaya bu biçimde taraf olmaktan yeterince üzüntü duymuşlardır.

                Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, haftalık vaka sayılarını açıkladı ve Bolumuz maalesef yüz binde 68 olan vaka sayısından yüz binde 100’ü geçti. Bu durum turuncu kategoriden kırmızı kategoriye döndüğümüzün resmidir. Cumartesi günleri sokak kısıtlaması kaldırıldığından beri herkes dışarıda. İronik olan nokta ise şu: Herhangi bir şekilde uzatılan mikrofonlara sokaktaki insanların kalabalıktan şikayet etmeleri!.. Kendilerinin o kalabalığın içinde yer aldığından haberdar mı değiller, yoksa derin bir aymazlık mı bu yaşadıkları tartışmaya açık. Vatandaş mikrofona “çok kalabalık, herkes dışarıda!” diyor, muhabir “Ama siz de dışarıdasınız!” deyince mutlaka bir bahanesi oluyor. Hava almaya çıkmış oluyor, köpeğini gezdirmeye çıkmış oluyor, oluyor da oluyor… Kabul, eve tıkılıp kalmak çok kolay bir şey değil. Ama çekmeyince erilmez diye bir söz var. Evde biraz sıkıntı çekilecek ki yoğun bakım ünitesinde, solunum cihazı ile sıkıntı çekilmesin. İş yine dönüp dolaşıp empatiye geliyor anlayacağınız.

                Bir kararname ile İstanbul Sözleşmesi’nden tek taraflı olarak çekildi devletimiz. Kadın hakları anlamında ileri doğru atılmış çok büyük bir adımdı sözleşmenin imzalanması. Umarım bir çözüm yolu bulunur. Sözleşmeye tarafken bile maddi ve manevi şiddete maruz kalan, sokak ortasında canice hislerle öldürülen baş tacı kadınlarımız varken, sözleşmeden çekildiğimiz bu süreçte olabilecekler en büyük korkumuz.

                Sevgi ve saygıyla iyi haftalar diliyorum değerli okurlar.

073.14/03/2021 - Yüksek Hızlı Tren (Bolu'nun Sesi)

 

YÜKSEK HIZLI TREN

 

Geçtiğimiz günlerde aziz(!) basınımızda çıkan bir haber acı acı gülümsetti desem yeridir. Belediye Başkanımız Sayın Tanju Özcan’ın, Yüksek Hızlı Tren (YHT) hattının güzergâhının Bolu’dan geçmesi talebi ile Cumhurbaşkanı’ndan randevu talep ettiği ancak Beştepe’den bu talebe yanıt gelmediğinden bahsediliyordu haberde. Randevu talebine cevap alınamadığından hareketle, cevap alınıncaya kadar gerekirse günde üç kez randevu talebinin yinelenmesi yönünde Sayın Başkan’ın talimat verdiği de iletiliyordu kamuoyuna. Genel manada baktığımızda YHT’nin Bolu’ya da uğraması, lojistik olarak insanımızın sadece karayoluna mahkûm vaziyetten kurtarılması güzel şeyler. Ancak haberin satır aralarını bir kez daha ve dikkatlice okuduğunuzda bunun biraz içi boş bir sürece dönüşmekte olduğunu görmek çok da zor değil.

Bir defa devlette işler böyle yürür mü onu incelemek lazım. Bir kez aradık, iki kez aradık, olmadı üç kez arayalım, dört, beş altı… Bıktırıncaya kadar! Süreçlerin bu denli tek noktaya, tek kişinin inisiyatifine indirgenmesi ne kadar sakat bir durumsa, Sayın Belediye Başkanımızın numaratör takılmış misali ve kendi deyimi ile “bıktırıncaya kadar” randevu talebinde bulunması da o kadar anlamsız görünüyor. Hukukçu kimliği ile bu süreçleri bizden iyi bildiğine inandığımız Belediye Başkanımızın, randevu sürecini de hukuktaki ana kaidelerden biri olan “mümkün olan tüm yollar tüketildikten sonra” bıktırmaya götürmesi daha iyi olmaz mı acaba? Şu anda haber olarak basında yer alan bu sürecin böyle yönetilmeye çalışılması sanki biraz tribünlere oynamak ve Cumhurbaşkanlığı makamını halka şikâyet etmek gibi göründüğünde sanırım hemfikiriz. Dünya görüşüme uymayan bir yönde politika yapmış da olsa devlet adamlığına laf edemeyeceğim rahmetli Süleyman Demirel’in de dediği gibi; “Makamlar şikayet etme yeri değildir. Makamlar icraat yapma yeridir”.

YHT’nin Bolu’yu da güzergâhına alması yukarıda da belirttiğim üzere faydalı bir adım olacaktır, ona şüphe yok. Ancak coğrafi özellikleri dolayısıyla Bolu’muz, Ankara ve İstanbul’un arasında bir konumda olmasına rağmen, neredeyse asırlık Cumhuriyet tarihimizde normal tren hattına bile güzergâh olmamışken, Yüksek Hızlı Tren hattı içerisinde yer alması kanımca çok da mümkün gözükmemekte. Elbette işin uzmanları bu konuda fizibilite çalışmaları yapmıştır. Gelişen teknolojik imkânlar demiryolu ağının Bolu’dan geçmesine olanak sağlayacak düzeye ulaşmış da olabilir. Tehlikeli Bolu Dağı karayolu güzergâhını biraz olsun güvenli hale getirebilmek adına yola çıkılan Bolu Dağı Tüneli macerası bile uzun yıllar sonra tamamlanabilmiş, milyonlarca Amerikan Doları projeye akıtılmışken, zaten kıt olan kamu kaynaklarının YHT “macerası”na akıtılması doğru bir karar mıdır tartışılır. Bu işin de neredeyse hiçbir iç hat uçuşu olmadığı halde sırf icraat yapıldı demek için yapılan ve bazılarına büyükbaş hayvanlar için otlak muamelesi yapılan havaalanlarına benzemesinden korkmamız kadar doğal bir şey olamaz herhalde. Dediğim gibi işin uzmanları bununla ilgili çalışmaları yapmıştır diye umuyorum. Ancak kamuoyunun da bilgilendirilmesi ve konuya katılımının sağlanması noktasında bir çalışmaya kendi adıma şahit olmadım bugüne değin. Ne diyelim, hakkımızda hayırlısı…

Sevgi ve saygılar sunarak iyi haftalar diliyorum değerli okurlar.

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...