27 Aralık 2012 Perşembe

0062.28.12.2012.Böcük


Böcük

Selam ve sevgiler sunuyorum değerli okuyucularım. Ülkemizde gündem o denli hızlı değişiyor ki, maazallah ciddiyetle takip etmeye çalışanın başını fırıl fırıl döndürecek cinsten bir hız bu… An itibarıyla en son değişim, Başbakan’ın ofisinin böcek diye tabir edilen elektronik cihazlarla dinlenildiği ya da dinletildiği iddiasıydı. En azından ben bu satırları yazarken öyleydi. Siz okurken gündem neye evrilir bilmem…

Hafta başında Belediye Başkanımız Sayın Alaaddin Yılmaz da makam odasında böcek bulunduğunu ifşa edenlere katıldı. Var mıdır yok mudur, varsa gerçek midir değilse can sıkmak, ürkütmek için konulan “fake” yani sahte bir şey midir o ayrı bir tartışma konusu. Ama bildiğim bir şey var ki Alaaddin Bey’in ya da Tayyip Bey’in odasına kadar sızabilme yeteneği olan kişi ya da kişilerin, börtü böcekle uğraşmalarının saçma olduğu. Adına “cep telefonu” dediğimiz şu gâvur icadı nesneler, böcekten daha iyi bir dinleyicidir, orası kesin. Öyle olmasaydı eğer ABD’nin en önemli ve CIA’dan daha gizli ajansı diyebileceğimiz NSA, dünyadaki tüm telefon ve SMS trafiğini denetleyip kaydetme işiyle uğraşmazdı. ECHELON adındaki uyduyu kullanarak yapılan bu casusluk operasyonu ile insanların en mahrem durumları bile kayıt altına alınmakta. Dolayısıyla böcek ilaçlama servislerini aramaya gerek olmadığı kanaatindeyim. İşin ilginç yanı, “beni de dinliyorlar” diyecek onlarca kişinin sıraya girecek olması bence.

Gündem kadar hızlı bir diğer şey de kişi, olay ya da kavramların içinin boşaltılma hızı. Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir habere göre Çanakkale’de artık rehberler Seyit Onbaşı’yı anlatmayacakmış. Hatırlatmak gerekirse; Seyit Onbaşı (Seyit Ali Çabuk – 1889-1939) Topçu Eri olarak Mecidiye Tabyası’nda görevli bir Osmanlı Askeriydi. Topa mermi süren ray mekanizmasının hasar görmesi sonucu 275 kilogramlık top mermilerini sırtında taşıyarak Fransız zırhlı gemisi Bouvet’e ağır hasar verdirmiş, asil bir vatan evladıdır Seyit Onbaşı. Şimdi ise Gelibolu Yarımadası Milli Parkı Müdürlüğü’nün çıkardığı rehberden bu kahraman vatan evladının adı ve yaşadığı olay çıkarılıyor. Gerekçesi de; Mecidiye Tabyası’nda o gemiye ulaşabilecek topun olmadığı iddiası ve gemiyi batıran merminin nereden geldiğinin belli olmaması!.. Bu fikri de kerameti kendinden menkul bazı “hoca”ların ders notlarına dayandırıyorlar. Önceki yıllarda da Fatih’in İstanbul’u fethi sırasında gemileri karadan yürütmediği, böyle birşeyin mantığa aykırı olduğu iddia edilmişti bazı aymazlarca. Bazı şeyler maddesel kanunlarla, akıl ve mantıkla değil fizikötesi ile, insanüstü çabayla açıklanır. Fatih’in gemileri karadan yürüterek Haliç’e indirmesi gibi, Seyit Ali’nin akla sığmaz şekilde 275 kiloluk mermiyi, hem de üç defa kaldırması gibi… “Böyle bir şey yoktur” diye kestirip atan tiplemeler de aslında yaşadıklarını iddia ediyor ama aslında yaşamıyorlar bence. Yok hükmündeler benim gözümde…

Sevgi ve selamlarımla iyi haftalar, mutlu yıllar diliyorum değerli okurlar.

20 Aralık 2012 Perşembe

0061.22.12.2012.Kimin Kıyameti Bu?!


Kimin Kıyameti Bu?!

Merhabalar değerli okurlar. Kaç zamandır hangi kanalı açsam, hangi gazeteyi okusam bir Maya takvimidir, 21 Aralık’tır gidiyor. Neymiş efendim 21 Aralık 2012 tarihi, Güney Amerika yerlileri olan Mayalar tarafından dünyanın sonu olarak belirtilmiş, bu tarihte kıyamet kopacakmış!.. Daha ilginci de İzmir’in Selçuk İlçesine bağlı Şirince köyüne kapağı atabilenler bu kıyametten kurtulabileceklermiş! Buna inananlar neyin kafasını yaşıyor anlamak mümkün değil. Aklı başında bir insanın “kıyamet kopacak ama Şirince’deyseniz kıyamet orayı teğet geçecek” diye düşünmesi için ya çok saf olması ya da bazı kimyasalların etkisinde olması lazım bence. Ki bu durumda zaten “aklı başında insan” statüsünün epeyce uzağında olacaktır bahsi geçen yaratık!

Bir kere Mayalar (ya da Mayalılar, artık her ne karın ağrısı ise) denen güruhun kıyameti bilecek kadar merhemi olsa kendi kel kafasına sürerlerdi. Zira her canlı Azrail ile tanıştığında zaten onun kıyameti gerçekleşmiş olacağından; kendi kıyametini bilememiş insanların 21 Aralık’ta hem de 2012 senesinde kıyamet kopacak demeleri çok akla yatkın gelmiyor bana. Gerçi İslami inanışa göre kıyamet bir Cuma günü gerçekleşeceğinden, 21 Aralık da Cuma gününe denk geldiğinden insan hafiften kıllanmıyor da değil!

Bana sorarsanız 21 Aralık 2012 günü kıyamet ya da mahşer ile karşılaşmayacağız. 21 Aralık insanlık âleminin birdenbire aydınlanacağı bir tarih de olmayacak. Dünya Barışı ve Adalet gibi kavramların 21 Aralık ve onu izleyen günlerde tecelli edeceğine inanmak da ancak Güzellik Yarışmalarına katılan biraz safça kızların inanabileceği türden şeyler. Asıl kıyamet, kendini dünyanın hâkimi sanan emperyalist devletlerin örtülü ya da aşikâr baskısı altında olan insanların üzerinde kopuyor sanki. Vahşi kapitalizmin pençesi altında borçlandırılan bireylerin zamanla köleleşmesinden daha büyük bir kıyamet kopmayacak 21 Aralık 2012’de. Yakın zamanda sosyal medyada karşılaştığım minik yazıyı sizlerle de paylaşmak isterim:

Çiçero Teorisi’ne göre cemiyet yapısı:
1.        Fakir çalışır,
2.      Zengin sömürür,
3.      Asker ikisini de korur,
4.      Mükellef üçü için öder,
5.      Serseri dördünün altında istirahat eder,
6.      Ayyaş beşi için içer,
7.       Bankacı ilk altıyı dolandırır,
8.      Avukat ilk yediyi kandırarak savunur,
9.      Hekim sekizini de öldürür,
10.   Mezarcı dokuzunu da gömer,
11.     Politikacı ise “10”ların sayesinde yaşar…

Sağlık ve mutlulukla değerli okurlar…

7 Aralık 2012 Cuma

0060.08.12.2012.Engelsiz Gönüller


Engelsiz Gönüller

Merhabalar sevgili dostlar. Uzun bir aradan sonra sizlere tekrar ulaşmak benim için müthiş bir haz vesilesi.
Geçtiğimiz 3 Aralık Dünya Engelliler Günü’ydü. Birleşmiş Milletler’in girişimi ile 1992 yılında kutlanmaya başlanan bu gün, o tarihten bu yana çeşitli etkinliklerle kutlanmaya devam ediliyor. Kutlanıyor kutlanmasına da acaba kendisini engelsiz kabul eden bizler, engelli yaftası yapıştırdıklarımızla empati kurabiliyor muyuz? Toplumsal ve sosyal hayatta yapılan birkaç göstermelik düzenleme dışında gerçek anlamda duyu organlarından, ellerinden veya ayaklarından birini kaybetmenin ya da bunlara hiçbir zaman sahip olamamış olmanın ne demek olduğunu, hissetmeyi bir yana bırakın, şöyle bir düşünen var mı aramızda? Çoğu zaman engelli dediğimiz insanların mı gerçekten engel sahibi olduğu yoksa bizim mi daha çok engelli olduğumuz konusunda ikileme düşüyorum. Sosyal sorumluluk projeleri içerisinde yer alma konusundaki eksikliğimizin “anlama” konusunda bizi çok çok gerilerde bıraktığını düşünüyorum. En son Galatasaray ve Beşiktaş tekerlekli sandalye basketbol takımları arasında oynanan maçta “engelsiz” seyircilerin sergilediği holiganizm, bu düşüncemde ne denli haklı olduğumun kanıtı galiba, ne dersiniz?
Bir de empati kurmaktan ileri gidip hayatını engellilere adamayı göze alacak cesur yürekler var ki, gerçekten alnı öpülesi insanlar… Kim mi onlar? Abant İzzet Baysal Üniversitesi Eğitim Fakültesi Özel Eğitim Bölümü öğrencileri… Bölüm öğrencilerinden eşimin kardeşi Ayşegül Ekici de hayatını tümden değiştirmeyi göze alanlardan sadece biri. Aslında Türkçe Öğretmeni olmasına karşın çok cesurca bir kararla geçtiğimiz yıl AİBÜ Özel Eğitim Bölümü Zihin Engelliler Öğretmenliği bölümünü kazanarak mesleğini bıraktı ve yeniden okul sıralarına geri döndü. Bu yıl kendi gibi cesur yürek arkadaşları; Elif Bilgin, Sibel Altunışık ve Elif Kesgin ile birlikte birçok etkinlikte yer aldı. Önümüzdeki günlerde ise Bolu Belediyesi’nce desteklenecek çok daha geniş kapsamlı bir organizasyonda yer alacaklar hocaları ile birlikte. Ayşegül’ün geçenlerde sosyal medyada paylaştığı bir kısacık şiir çok hoşuma gitti. O şiiri sizlerle de paylaşmak istedim:

Mektubunuz Var!

Ben de görüyorum çevremdeki her şeyi
Gözlerimle değil belki
Çünkü benim gözlerim kalbimin ta kendisi
Beni götüren ayaklarım olmasa da
Koşuyorum engelleri aşa aşa
Ben de bir şeyler anlatıyorum insanlara
Söylediklerim çoğu zaman anlaşılmıyorsa da
Kalben söylüyorum her bir kelimemi
İçimde duya duya
Ben de öğreniyorum öğretilenleri
Ama öyle çabuk değil belki
Biraz sabırla
Sizden sabır beklesem
Bana kızar mısınız peki?
Ben de yaşıyorum ve hissediyorum sizler gibi
Sevgiyi, şefkati, iyiliği, güzel olan her şeyi
Ve tek bir şey istiyorum sizlerden
Hayatınızın gerisinde
Bırakmayın beni…
 
                Empati düzeyi yüksek, sevgi dolu haftalar diliyorum sevgili dostlar…

29 Temmuz 2012 Pazar

0059.02.08.2012.Akıl ve Ahlak Tutulması


Akıl ve Ahlâk Tutulması

Merhabalar. Bir süre önce başıma gelen bir hadiseyi sizlerle paylaşmak isterim.

Ayıptır söylemesi Mercedes SLS AMG model otomobilimle şehir içinde seyrediyordum. Ramazan ayında olmamıza rağmen kafam biraz güzeldi. Yeni tanıştığım birkaç bayan arkadaşa hava atmak için veyahut kafamın güzelliğinden de olabilir; biraz hız yapmışım. E böyle olunca polis tarafından durdurulmam normal görülebilir. Ama dedim ya kafam güzel diye, serde hatunlara rezil olmak da var. Beni durdurma cür’eti gösteren polise veryansın ettim. Bayağı tartıştık. Bana laf yetiştiremeyeceğini anlayınca amiri olduğunu düşündüğüm omzu kalabalık birini çağırdı. Onunla da bir hayli atıştık. Sanırım biraz da sayıp sövdüm; dedim ya kafam güzel, tam hatırlamıyorum… “Sen” dedim “benim kim olduğumuz biliyor musun be?!?” Bilmiyormuş… “Öğretirim ben sana!” dediğimi hayal meyal anımsıyorum. Derhal soluğu babamın yanında aldım. Babam sert adam, nüfuzlu... Kükredi adeta. Açtı telefonu ve Emniyet Müdürü’ne ağzına geleni söyledi. “Oğlumla tartışanları hazır et, biz emniyete geliyoruz” dedi son söz olarak ve “çaat” diye kapattı telefonu. Gerçi çat diye bir ses çıkmıyor cep telefonundan ama olsun! Neyse emniyete vardık. Babam meşgul olduğundan adamlarından birini gönderdi benimle. O önde ben arkada bizde bir hava ki sormayın gitsin. Neyse uzatmayayım, benim kafa tartışma anında güzel olduğundan hafif ayılınca tanıyamadım tartıştığım polisleri. Zannımca Emniyet Müdürü de başka polisleri benimle yüzleştirme gafletindeydi! Ben de ne kadar polis ve amir varsa hepsinin karşıma dizilmesini ve aralarından seçmek istediğimi söyledim. Müdür sağolsun kırmadı, amir memur ne kadar polis varsa dikti karşıma. Ellerine de numaralar verdi “zanlı”ların ki seçerken zorlanmamayım. Dedim ki “Tartıştıklarımdan biri amirdi ama rütbesini hatırlamıyorum. Apoletlerini de söksünler!”. Müdür hakikatli adammış, bu isteğimi de kırmadı. Neyse zor bela seçtim bana kafa tutan 8 numaralı polisi. Gereğinin yapılması için babamın adamına havale ettim. Sonra da yarım kalan âleme devam için oradan ayrıldım. Birkaç gün sonra öğrendim ki o iki polisi alelacele tayin etmişler. İçim yağ bağladı. Benimle uğraşmanın ne demek olduğunu öğrenmişlerdir umarım. Sıradan vatandaş mıyım ulan ben?!?

Birkaç gün önce de bir “Milletvekili çocuğunun” da bu tarz bir durumda kaldığını ve aynı benim gibi zanlılar arasından seçim yaptığını öğrendim medyadan. Haklı çocuk; ben olsam da aynı yönde hareket ederdim! Kaldı ki anlattığım olayda ben de öyle hareket ettim!!! Medyada bir afra, bir tafra… Yok efendim böyle yapılır mıymış, polisin hiç mi izzet-i nefsi yokmuş, yok demokrasinin hâkim olduğu memleketlerde böyle durumlara izin verilir miymiş, bir yığın yaygara. Bu medya da pek yaygaracı canım! Polis niye var ki? Biz seçkinler ve nüfuzlular egomuzu tatmin edelim diye var, başka neden olsun ki?! Demokratik memleket dediğiniz yerlerde böyle şeyler olmayabilir. O, onların seçimi. Hem demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi demek değil mi zaten? İşte biz de böyle yönetiyoruz kendi kendimizi; nasıl daha demokratik olunabilir ki?!?

İyi haftalar sevgili dostlar…

Yazarın Notu: Benim Mercedes SLS AMG otomobilim, anlattığım hikâyedeki gibi nüfuzlu bir babam ve alkolle de aram yoktur. Anlatılanların “bir kısmı” hayal ürünü, bir kısmı ise acı gerçeklerdir…

27 Temmuz 2012 Cuma

0058-28.07.2012.Ar Perdeleri Yırtılırken


Ar Perdeleri Yırtılırken

Merhabalar değerli okurlar. Komşu devletlerle olan ilişkilerimizin, adeta havalar gibi ısınarak tavan yaptığı şu günlerde benim değineceğim konu biraz magazin kokulu olabilir. Ancak içimde kalmaması için sizinle de paylaşmak istiyorum. Gerçi “magazin” kelimesi paylaşmak istediğim mevzuların içeriğini anlatmada biraz yumuşak kalabilir. Binaenaleyh isteyen bunları okuduktan sonra magazin yerine rezillik ya da daha başka sıfatlar kullanarak durumu adlandırabilir.

Son zamanlarda magazin medyasında çokça ilgi toplayan bir sözüm ona  “hanımefendi” var. Adını duymuş olabilirsiniz; Ebru Şancı… Adını duymuş olsanız da duyduğunuz mecralar farklılık arz edebilir. Kiminiz bu “hanımefendi”yi, meşhur “Arap Baharı” sırasında linç edilerek öldürülen Libya’nın lideri Muammer Kaddafi’nin oğlu Said Kaddafi ile yaşadığı ilişkiden, kiminiz de katıldığı Altın Kelebek Ödül Töreni’nde giydiği (ya da giymediği) derin dekolteli elbiseden anımsayacaktır. Ya da ne bileyim “Devrik İmparator” İbrahim Tatlıses’in oğlu İdo’yla olan beraberliğinden… (Bu İdo da ne demekse; her duyduğumda İstanbul Deniz Otobüsleri aklıma geliyor nedense!)  Arada Galatasaraylı eski futbolcu Cihan Haspolatlı ile de yakalanmıştı ya, neyse. “Hanımefendi”nin ağına düşürdüğü son erkek ise Ak Parti Milletvekili ve 27 Mayıs Darbesi’nin kudretli Albayı ve MHP’nin efsane Başbuğ’u Alparslan Türkeş’in oğlu Ahmet Kutalmış Türkeş. Sosyal medyada ikilinin Bodrum’da denizde çekilen fotoğraflarına çeşitli tepkiler dile getirilirken, bir takipçisi Milletvekili Türkeş’e “memleket ne halde sen ne haldesin vekil efendi?!” şeklinde sertçe seslendi. Bu soruyu soran takipçi başta olmak üzere, benzer olaylarda doğrudan milletvekillerini suçlayan ve kendisini sütten çıkma ak kaşık kabul eden “millet”e söylenecek tek cümle “sen neysen vekilin de odur” olmalı aslında ama konumuz bu değil.

Konumuz, ar perdesi diye tabir edilen utanma eşiğinin artık bir eşik değil tam bir düzlük haline dönüşmüş olması. Öyle ki normalde ayyuka çıktığında rezil-i rüsva olunması, yerin dibine geçilmesi gereken durumlar artık yüz bile kızartmıyor ne yazık ki. Zamanında İngiliz Başbakanı Lloyd GeorgeTürkleri yenmenin tek yolu onları ahlaken çöküntüye uğratmaktır” mealinde bir şeyler zırvalamış. Ancak bugün geldiğimiz noktada İngiliz’in bu zırvalarının çoktan hayata geçmiş olduğunu acı biçimde fark ediyoruz. Ancak bu farkındalık maalesef milletin her bireyine nasip olmuyor. Geçtiğimiz günlerde Yargıtay’ın verdiği bir karar da bu bağlamda çokça ses getirmişti. Karısının kendisini aldattığını delillerle ispat eden bir  kocanın açtığı boşanma davasında yerel mahkemenin verdiği kararı bozan Yargıtay, aldatma eyleminin süreklilik arz etmediğinden hareketle, deyim yerindeyse, “bir kereden hiçbir şey olmaz” demiş oldu. Hukuk / bilim insanları böyle yaparsa sokaktaki vatandaş ne yapmaz. Aslında bu karar bana şu fıkrayı anımsattı:

Vaktiyle bir kasabanın kilisesinde görevli papaz, kendisine günah çıkarmaya gelen kasabalı kadınların “kocamı aldattım, pişmanım” deme sayısından iyice yılmış ve Belediye Başkanı’na çıkmış. “Sayın Başkan” demiş. “Kasabalı kadınların -kocamı aldattım, pişmanım- demelerinden bıktım. Bir çare bulalım buna”. Belediye Başkanı “Tamam” demiş, “bundan böyle kadınlar kocamı aldattım- yerine –ayağım taşa takıldı, düştüm- desinler”. Karar papazın da hoşuna gitmiş. Kasabalı da çabucak benimsemiş bu yeni ifadeyi. Gel zaman git zaman papaz aniden ölüvermiş. Yerine tayin edilen genç papaz ise hiçbir şeyden habersiz başlamış göreve. Başlamış başlamasına da günah çıkarmaya gelen her kadının ayağının taşa takılıp düşmesi garibine gitmiş. Bir gün dayanamayıp Belediye Başkanı’na çıkmış ve serzenişte bulunmuş: “Sayın Başkan. Artık şu kasabanın yollarını bir yaptırsanız, gelen tüm kadınların ayağı taşa takılıp düşüyor. Yazıktır.” Belediye Başkanı mevzuyu bildiğinden gülmeye başlamış. Öyle ki katıla katıla gülüyormuş. Genç Papaz dayanamamış ve Başkan’a şöyle demiş: “Yahu Başkan ne gülüyorsun? Ayağı taşa takılıp düşenler arasında senin hatun da var!

Bu tabii sadece bir fıkra; ama fıkra olması yaşadığımız gerçeklerin üstünü örtmüyor. Üzücüdür ki yaşadıklarımızın adını fıkradaki gibi değiştirip, pisliği halının altına iteleyiveriyoruz. Bildiğin evlilik dışı ilişkilere zina yerine aşk yaşamak gibi yüce ya da birliktelik gibi ucube kavramlar atfedersen, gün gelir senin ya da yakınlarının ayağının taşa takılması seni ve herkesi kahkahalarla güldürür.

Ar perdeleriniz kalın olsun, yolda yürürken de taşlara takılmamaya dikkat edin değerli okurlar…

19 Temmuz 2012 Perşembe

0057-20.07.2012.Fütüristik Bakış


Fütüristik Bakış

Selam ve saygılarımı sunuyorum değerli okurlar. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’u partisine davet etmesi ile başlayan süreçte, Bolu’da da siyaset mevsim normallerine göre bir hayli hareketlendi. Bu süreçte sevgili ağabeyimiz Mustafa Cop’un sosyal medyada yönelttiği bir soru, bu yazının kaleme alınmasında ilham kaynağı oldu. Soru özetle şuydu: Fütüristlere göre üç yıl sonra Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı, Abdullah Gül Başbakan, Ana Muhalefet Lideri Mustafa Sarıgül, Belediye Başkanımız Alaaddin Yılmaz ve Milletvekilimiz (ya da vekillerimizden biri) Abdullah Uzun’muş. Siz ne dersiniz? Sosyal medyada kendisine verdiğim cevabı sizlerle de paylaşmak isterim.

Abdullah Gül’le başlamak isterim. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Çankaya sonrası aktif siyasette yer alacağını sanmıyorum kendi adıma. Kaldı ki kendisi de bu yönde bir düşüncesi olmadığını birkaç defa kamuoyu ile paylaşmıştı. Siyasetçiler ve sokaktaki vatandaş nezdinde Çankaya’dan aktif siyasete dönüş, “tenzil-i rütbe” gibi algılanır genelde. Bu algıyı rahmetli Özal yıkmaya niyetliydi. Ömrü vefa etseydi ANAP gibi sıfırdan bir parti kurup başına geçmek ve yeniden aktif siyaset içinde yer almak arzusundaydı, ancak maalesef ömrü vefa etmedi.  

Tayyip Bey’in de Başkanlık Sistemi gelmeden (ya da Başkanlık Sistemi’ni getirmeden) Çankaya’ya çıkacağına ihtimal vermiyorum. Zira bir aksiyon adamı olan Erdoğan, siyasetteki kaba tabirle “Çankaya Noterliği”ni sindiremeyecektir. Genel algı “Tayyip Bey Çankaya’ya Numan Bey Başbakanlığa” olsa da Başbakan’ın amacının bu türden bir Putin – Medvedev gelgiti oluşturmak değil, tam tersine kendisinden sonra güçlenme olasılığı yüksek bir siyasi hareketi ve onun liderini kurduğu partinin potasında eritmek olduğu derinlemesine tahlil edilmesi gereken bir hamledir.

Belediye Başkanlığı’na gelirsek; benim şahsi kanaatim Alaaddin Yılmaz’ın bir dönem daha bu görevde devam etme olasılığı %50’dir bence. Zira Başkan’ın kamuoyunda yarattığı sevilme / nefret edilme oranı amiyane tabirle “fifty / fifty”… Kendi partilileri dahil! Bu bağlamda Alaaddin Bey göreve devam etse de görevden ayrılsa da bugün sergilediği icraatlarının sonuçları bir 10 yıl sonra anlaşılabilecek diye düşünüyorum. Yeri gelmişken söyleyeyim; kamuoyundan alacağı tepkiye rağmen altyapıya bu denli eğilebilmek de cesaret işidir.

Gelelim Abdullah Uzun’a… AK – HAS birleşmesi sonrasında Ak Parti İl Başkanı olması hususunda şimdiden pazarlıkların döndüğü bir ortamda Uzun’un çok fazla “yerel” kalması uzak olasılık gibi geliyor bana. “Ankara’nın yolları taştan” türküsü çığırarak Bolumuz’u temsil etmeye soyunacaktır. Bir dönem sonrasında onu da Meclis kürsüsünden “Devletin varlığı ve bağımsızlığını…” diye başlayan yemini ederken görebiliriz.

Son olarak Sarıgül… Baykal döneminden bu yana CHP’nin gölge genel başkanı gibi algılandığı kesin. Dünya görüşleri birbirine zıt olsa da Tayyip Bey’deki lider karizması Sarıgül’de de var. Nadasa bıraktığı “Türkiye Değişim Hareketi”ni yapılandırması ve 2002’deki Ak Parti gibi sıfırdan siyaset arenasında boy göstermesi de bir seçenek gibi görünse de ben, toplumda antipatik algısı olan CHP’yi karizması ile kitlelere açabileceğini düşünüyorum. CHP tabanının bir seçim kaybına daha tahammülü olmadığına inanıyorum. Aksi bir durumda Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkalığı tartışmaya açık hale gelecektir. Yeri gelmişken belirtmeden geçemeyeceğim. Artık CHP’nin “kurultaylar partisi” imajından bir an önce kurtulması gerektiğini düşünüyorum. Ak Parti Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu açılımları üzerinde çalışırken, CHP bilmiyorum kaçıncı Kurultayını düzenliyordu.

Bekleyelim görelim diyor ve hepinize iyi haftalar diliyorum değerli okurlar.

10 Temmuz 2012 Salı

0056-12.07.2012.Huzursuzuz


Huzursuzuz

Merhabalar. Geçtiğimiz günlerde bir düğün esnasında “iki Yılmazlar” arasında meydana gelen müessif olay hem yerel hem de ulusal medyada yoğun biçimde konuşuldu, konuşulmaya devam ediyor. Elbette ki Alaaddin Yılmaz ve Yılmaz Becikoğlu gibi Bolu kamuoyuna mâlolmuş iki ismin böyle bir olayın içerisinde olmaları ve Bolu’nun bu tür bir olay ile ulusal düzeyde adının geçmesi çok hoş bir şey değil. En kısa sürede bu iki güzide ismin bir barış iklimi içine girmesi çok istediğimiz şeylerden biri.

Bu olayın üzerinden çok az bir süre geçtiğinde ulusal medyada öne çıkan bir başka şiddet haberi beni hem çok üzdü hem de sinirlendirdi. İstanbul’da üniformalı polislerce meydan dayağı atılan asker haberinin artçıları sürerken benzer bir üniformalı şiddeti haberi de komşumuz Karadeniz Ereğli ilçesi’nden geldi. Ereğli’de düzenlenen Uluslararası Sevgi, Barış, Dostluk, Kültür ve Sanat Festivali’nin adına yakışmayacak görüntüler sergilendi üniformalı zabıtalarca. Festival çerçevesinde düzenlenen konser alanında geçimini sağlamaktan başka bir amacı olmadan tezgâh açan seyyar satıcılık yapan İlhan Aluç isimli vatandaşın tezgâhına el koymak isteyen zabıtalar, ekmek teknesi olan tezgâhı geri almak isteyen vatandaşı aralarına alarak apaçık bir meydan dayağı çektiler. Yeşilçam filmlerindeki gibi çembere alarak öldüresiye dövdükleri vatandaşı öylece bıraktılar ve olayı film izler gibi izleyen polis ekiplerinin yanından ellerini kollarını sallayarak geçip gittiler. Tam da festivalin adına yaraşır bir uygulama örneği sergilemişler (!) Olayın vahametini bir kat daha artıran ve “polisin meydan dayağı attığı asker” olayı ile ortak olan nokta ise her iki vukuatta da dayak yiyen vatandaşların eşlerinin gözü önünde bu rezilliğe muhatap olmalarıydı. Zira bir erkek için eşinin yanında rencide edilmek zulümlerin en büyüğüdür. Kanun ve kuralların koruyucusu olan üniformalı personelin, bu tarz kanunsuzluklara imza atması, demokrasilerde görülmeyecek bir durum aslında. Ama ülkemiz “ileri demokrasi” ülkesi olduğundan herhalde, bu türden olaylar daima cereyan eder, cereyan etmeye de devam edecektir maalesef. Yetkililer ise bunlara “münferit hadise” gözüyle baktıkları içindir ki müessir fiili işleyen, yani dayak atan değil, tam tersine dayak yiyen suçlu bulunur. Kamuoyunun duyarsızlığı ise çoğu zaman  “kim bilir ne b*k yedi; oh olsun” boyutundadır ki vahim olan diğer bir durum da budur aslında.

Derinlemesine incelediğimizde kabul etmemiz gereken önemli bir ayrıntı var bu tip olaylarda. O da bu tip müessir fiilleri işleyen personelin çalışma şartlarının zorluğu. İstanbul gibi “çatlak” bir kentte, üç otuz maaşla polislik yapmaya çalışmak elbette çok çok zor. Ya da ne bileyim Ereğli gibi büyük bir ilçede zabıta olup insanlara dert anlatmak da yıpratıcı. Ama bu türden mazeretler, bir grup üniformalı “memur”un aralarına aldıkları vatandaşı “benzetmesinin” mazereti asla olamaz. “Muassır medeniyetler”in kurumlarında, çalışanların moral motivasyonlarını ve psikolojik durumlarını periyodik olarak ölçüp değerlendirecek birimler bulunur ve bu birimlerce iş stersinden kaynaklanabilecek şiddet eğilimlerinin vatandaşa yansıması en aza indirgenir. Buna rağmen orantısız şiddet ve yargısız infaz yapmaya çalışan görevliler, hukuk kuralları çerçevesinde en ağır müeyyidelerle karşı karşıya kalırlar ki ibret olsun ve bu tür olaylar bir daha yaşanmasın… Bizde yapanın yanına çoğu zaman olduğu gibi bu olaylarda da kâr kalacak; hatta şiddete maruz kalıp da hakkını arayan vatandaş suçlanacaktır ki bir daha hem dayak yiyip hem de hakkını arama gibi bir terbiyesizlik yapmasın!!!

İyi haftalar, dayaksız günler sevgili okurlar…

14 Mayıs 2012 Pazartesi

0055-17.05.2012.Oyun


Oyun

Birkaç yıl önceydi. Chelsea FC takımı İngiltere Premier Futbol Ligi şampiyonluğunu, bitime bir maç kala garantilemişti ve son maçını deplasmanda Old Trafford Stadı’nda Manchester United (ManU) ile oynayacaktı. ManU takımı Chelsea’nin sahaya çıkacağı noktada iki sıra oluşturdu ve sahaya çıkışında şampiyon Chelsea oyuncularını alkışladı. Sonra çıktılar sahaya ve takır takır top oynadılar. Maç bitince de hiçbir olay çıkmadan herkes evine gitti.

Bu anlattığım olay hiçbir masal kitabında yer almamaktadır çünkü tamamen gerçektir. İnanmayan açıp youtube’den görüntülerini izleyebilir. “Holigan” İngilizler bu tarz bir centilmenliğin altına imza attı işte…

         Gel 2012 senesine... Yer; İstanbul Kadıköy. Türkiye Süper Ligi Süper Final mücadelesi... Spor medyasına göre “Asrın Finali”. Şike muhabbetinden daral gelen futbol izleyicisine bir tutam ferahlık vereceğine inanılan maç. Beraberlikle biten maçtan hemen sonra şampiyonluğunu ilan eden Galatasaray futbol takımının normal şartlar altında kupayı güzel bir seremoni ile oracıkta alması beklenir değil mi? Hayır!.. Sahaya giren Fenerbahçeli taraftarlar, saha içi ve saha dışı olaylar ve üç saatlik direnişin sonunda kupasına kavuşabilen bir takım...

         2012 senesinin Türkiyesi’nden tahammülsüzlük manzaraları bununla da kalmıyor maalesef.  Şampiyon olan takımın taraftarlarından galiz küfürlerle dolu dalga geçme mesajlarıyla dolup taşan sosyal medya, herşeye rağmen Süper Final’de finalist olmuş, bir gol atabilse şampiyonluğu kendi evinde kazanabilecek takımın taraftarlarının, takımlarına olan teşekkür mesajlarıyla bile dalga geçebilen dijital Vandalizm!.. Sırf bilgilendirme amacıyla yazdığım iletilerden dolayı hiç tanımadığım insanlardan işittiğim ağır ve bir o kadar da saçma sapan laflar beni adeta canımdan bezdirdi. İnanının sosyal medyadan elimi eteğimi çekip çekmemek arasında kaldım geçen akşam. Neyse ki imdadıma Saygıdeğer Hocam Ali Özdemir’in yazısı yetişti. Ali Hoca’nın yazısını okuduğumda bir aydınlanma yaşadım diyebilirim. Lefterlerin, Metin Oktayların, Baba Hakkıların oynadığı bir “oyun”dan milyon dolarların döndüğü bir brokerlik işine dönüşen futbolun, artık izleyici olunamayacak kadar kirlenmiş bir aktivite olduğunu ve artık bir “oyun”dan ziyade sinir savaşına dönüştüğünü düşünüyorum. Bundan böyle yaşadığım şehrin takımı Boluspor ve Süper Final öncesine kadar taraftarı olduğum Fenerbahçe de dahil olmak üzere futbol benim için bitti!.. Paranın en büyük forvet oyuncusu haline dönüştürüldüğü bir aktiviteye taraftar statüsünde de olsa katılmam bu saatten sonra…


                İspanya’yı yıllarca 3F ile yani Fado müziği, Fiesta ve Futbol ile yöneten diktatör Franco’nun deyimi ile “kitleleri uyutan afyon futbol” bugün geldiğimiz noktada uyuşturma kapasitesini kat be kat artırmış vaziyette ve ben daha fazla uyuşturulmak istemiyorum! Ya siz?!

9 Mayıs 2012 Çarşamba

09.05.2012.İzzet Baysal Şükran Günleri - ÖZEL (Cemiyet Gazetesi)


Ölümsüzlüğün Sırrını Keşfeden Adam

Tıp ilmi yüzyıllardır ölümsüzlüğün sırrını arıyor. Oysa Amerika’yı yeniden keşfetmeye hiç gerek yok. Gelsinler Bolu’ya; bir ismi sorsunlar, yeter… O isim İzzet Baysal… Bolu’da bu ismi kime sorarlarsa sorsunlar alacakları farklı kelimelerle de olsa bellidir: “Allah razı olsun İzzet Baba’dan!” Bir insandan yaratıcının razı olmasının istenmesi ve ona BABA sıfatının layık görülmesi her kula nasip olmayacak güzellikte bir durum. Bunu hak etmek için İzzet Baba’nın yaptığı tek şey ise, anasının ak sütü kadar helal olan malı mülkünden ve parasından, salt insanlara faydalı olabilmek adına sarf etmesi. Eskiler buna “vakfetmek” derler. Her ne kadar şimdikilerin vakıf kelimesinden anladığı almak olsa da…

İzzet Baba’nın adını taşıyan iki okuldan; Mimar İzzet Baysal Endüstri Meslek Lisesi ve Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nden mezun bir Bolulu olarak bizzat tespit ettiğim şudur: İzzet Baysal partiler üstü ve siyaset üstü bir markadır. Yıllar önce elime 1967 yılının Bolu’sunu gösteren bir fotoğraf geçmişti. Şimdilerde O’nun adını verdiğimiz ana caddenin toprak zemini ve birkaç iptidaî bina ile Bolu, çok değil yarım asır kadar önce “köylük”le “kasabalık” arasında bir yerlerdeyken bugünkü durumuna ulaşmasında İzzet Baba’nın vakfettiklerinin payı çok ama çok büyük. Gelmiş geçmiş iktidarların Bolu’ya yaptıkları, İzzet Baba’nın eserleriyle boy bile ölçüşemez, bu kesin. İzzet Baysal kendi insanlarına yatırım yapmayı düşünmeseydi eğer, sonradan renklendirilmiş o eski fotoğraf ile bugün arasında çok da fark olmazdı, emin olun.

Bolulu birinin yolu mutlak surette İzzet Baba’nın eserlerinden birkaçına düşer. Dünyaya yeni gelen bir bebek İzzet Baysal Kadın Doğum Hastanesi’nde gözlerini açar, okullu çocuklar O’nun adını taşıyan okullarda öğrenim görür, hastalanan hemşehrilerimiz üniversitesinin hastanesinde şifa arar… Örnekleri çoğaltmak mümkün… Ama dedik ya, Amerika’yı yeniden keşfetmeye lüzum yok!.. Hayırsever diye nitelenen nice insan, hayır için yaptırdığı tesisleri cirosundan yaptırıp harcamayı vergiden düşerken İzzet Baba vergilerden sonraki net kârından vakfetmiş. Bu farkı da kalın harflerle belirtmek lâzım.

Yıllar önce AİBÜ Turizm ve Otelcilik MYO’da öğrenciyken Şükran Günleri etkinliklerinin bir bölümünde host yani karşılama görevlisi olarak görev almıştım. Kardelen Sineması henüz Saray Sinemasıydı ve birçok toplantı, konferans, panel orada icra edilirdi. Yani henüz AİBÜ Kültür Merkezi’nin renk adı taşıyan salonları da yoktu! Rahmetli İzzet Baysal, o dönemin İl Sağlık Müdürü’nün koluna girmiş olduğu halde salona teşrif ettiğinde dönemin Bolu Milletvekilleri ve Valisi de dâhil olmak üzere herkes ama herkes ayakta karşılamıştı O’nu. Hiç kimse bir zorundalık eseri ayağa kalkmış değildi. Herkesin gözlerinden bir ışıltı yayılıyordu ve bunun adı saygıydı, sevgiydi, hürmetti… İzzet Baba elini kaldırıp bu hürmete cevap vermişti tam önümden geçip koltuğuna doğru ilerlerken. Bir an, sadece bir an göz göze geldik ve İzzet Baba’nın bana gülümsediğini gördüm. O birkaç saliselik anda gözerinde okuduğum sadece mutluluktu. Katışıksız bir mutluluk… Ruhu şad olsun.

Son olarak ilgili ve yetkililere iki küçük talebimi iletmek isterim. Aslında birçok Bolulu’nun talebine tercüman olmak da diyebiliriz buna. Birincisi bankalar caddesi tabir edilen bölgedeki İzzet Baysal anıtına lütfen bir bakım yapılsın ve anıt elden geçirilsin lütfen. Zira anıttaki bakımsızlık had safhada. Diğer talebim de D100 karayolunun Bolu girişlerinde “İzzet Baysal Kenti Bolu’ya Hoş Geldiniz” yazan totem tabelaların bir an önce yenilenmesi. D100 karayolunu kullanan ve transit geçiş yapan insanlara İzzet Baba’nın Bolulular için ne ifade ettiğini en güzel anlatan bu tabelaların yılların yorgunluğuna yenik düşmüş hali herkesi üzüyor. Çok fazla bir masraf gerektirmeyen bu işlerin bir an önce yapılması gerekiyor bence. Hem “Temsil ve Ağırlama Giderleri Hesabı” niye var ki?! İzzet Baysal Şükran Günleri kutlu olsun

4 Mayıs 2012 Cuma

0054-05.05.2012.İçme O Andı


İçme O Andı

Eskiler “tutamayacağın sözler verme” derler. Bizden bir “tık” önceki jenerasyonun ve yaşıtlarımızın maalesef tutamayacağı sözler verdiğini son günlerde çok sık düşünmeye başladım.

Beni bu düşünceye sevk eden de geçen sabah işe gidiş yolum üzerindeki bir okulun öğrencilerinin hep bir ağızdan Andımız”ı okumasıydı.  Doğruluk, çalışkanlık, küçükleri koruma ve büyükleri sayma… İddialı sözler… Hele bir de “and içme” ile tamamlanıyor ya, beni benden alan asıl bu işte.

Son günlerin en ilgi çekici konusu olan okul sütü’nü çağrıştırdı bana öğrenci andı. Son kullanma tarihi 2005 olan sütleri yavrucaklara vermeye vicdanı razı olan “insan”lar da bu andı içmişti vaktiyle… Doğru ve çalışkan olduğunu gür bir sesle ilan etmiş, üstüne bir de küçükleri koruyacağına yemin etmişti onlar da… Demek ki kefaretini verdiler ki yalan yere yemin ettikleri halde çarpılmıyorlar bunlar. Ya da şerbetli olabilirler ne bileyim!.. Bir şekilde sorun yaşayıp hastaneye kaldırılan çocukların sayıca çok olması ile haber değeri kazanan bu mevzuda idareci sıfatındaki “and içmişler”in tavrı ise ilginç ötesi… Bağımsız laboratuarlarca bozuk olup olmadığı net bir biçimde ortaya konmadan “Bozuk değildir o sütler. Aşırı hassasiyet o kadar” yorumunu yapabilmek, ayaklı laboratuar olmak değil de nedir sizce?!

Bir de “yüzde yüz tavuk etinden üretilmiş yüzde yüz dana sucuğu” hadisesi var ki aman aman!..  Kimilerince tavuk etinden üretildiği halde bu mamullerin üzerine dana eti yazılması etik değilse bile, yıllardır çevremizde gördüğümüz “yüzde yüz insan görünümlü yüzde yüz öküzler”e ne demeli?! “Doğan görünümlü Şahin” gibi insanlar…

Futbolda şike iddialarının sulandırılması da, zamanında bu andı içmiş “Doğan görünümlü Şahinler”ce yapılmadı mı? Sırf “yayıncı kuruluş” daha fazla cukka kazanabilsin diye önce yasa değiştirildi, sonra da “teşebbüs boyutunda kalmış, sahaya yansımamış” denilerek etik bir şekilde işin suyu çıkarıldı. Aziz Yıldırım içerideyken şike yok demek ne kadar abes ise, şike yokken Aziz Yıldırım’ın tutsaklığının devamı nasıl bir çelişkidir?

Dolayısıyla içme o andı canım kardeşim. Eğer ileride etkili ve yetkili bir duruma geldiğinde sen de “dün dündür, bugün bugündür” deyip çocukken ettiğin yemini unutacaksan içme o andı n’olur! 

7 Mart 2012 Çarşamba

0053-08.03.2012.Yalak A


Yalak A

Merhabalar. Bu hafta sizlerle paylaşacağım konunun kahramanları kaba tabirle yalakalar

İlginç bir şekilde etrafımızın yalakalarla çevrili olduğunu düşünmeye başladım. Ne tarafa baksam mutlaka bir yalaka ile karşılaşıyorum. İş hayatında patrona yalakalık edenlerden, siyasette güç sahiplerine şaklabanlık edenlere kadar… Aslında temel sorun bu insanların yalakalık yapmalarından çok yalakaların varlığından medet uman güç sahipleri. Hiç sevmem yalakaları, ama kendine yalakalık edenlerle gerçek dostları ayırt edemeyenlerden ise nefret ederim. Zira yalaka dediğimiz kişi güce tapar. Kendisi, neresini yırtarsa yırtsın asla bir baltaya sap olamayacağından, hasbelkader bir yerlere gelebilmiş olan güç sahiplerinin eteğine yapışıp, bir at sineği misali hayatını sürdürmek zorundadır. Oysa yalakalığa maruz kalanların daha dikkatli olmaları ve bu at sineklerinin her devrin adamı olduklarının bilinciyle “gelen ağam giden paşam” diyeceklerini çok iyi bilmeleri gerekir.  Maalesef onlar da sayısal üstünlüğe ve kelle hesabına önem verdiklerinden bu şaklabanların varlığı ve sayısı onlara gizli bir haz verir. Lafa gelince yalakalığı, dalkavukluğu sevmezler ama günden güne  “kahverengi dilliler”  bu insanların gücünün kaynağı olmaya başlar.

Geçenlerde bir dostumun aktardığı anekdotu, sizin için de canlı bir örnek teşkil edeceğini düşündüğümden burada paylaşmak istiyorum. Bu dostumun çalıştığı yeri kalabalık bir ofis gibi düşünebilirsiniz. Aynı bölümdeki iş arkadaşlarından bir bayan, işyerinin ortaklarından birinin orada çalışan eşi ile muhabbeti iyice artırmış. Öyle ki mola saatlerini bile patron eşininkilerle aynı zamana denk getirmeye başlayan bu hanımefendi, yapması gereken işlerin büyük bir kısmını da bu muhabbete dayanarak bahsettiğim dostuma “kakalamaya” başlamış. Yeteneksizlikten mütevellit eksikliğini, patron eşine yalakalık yaparak bertaraf etmeye çalışan yalaka tipinin canlı bir örneği bu hanımefendi.

Bir de sahip olduğu aşağılık kompleksini, ağır abi tadında laflar ederek gidermeye çalışan bir yalaka tipi vardır ki onun da yegâne örneği Nihat Doğan hazretleridir. Geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalında sarf ettiği sözlerle erkekliğin değilse bile yalakalığın kitabını yeniden yazdı bu arkadaşımız. Bu ülkenin yetiştirdiği en önemli sanatçılar hakkında söylediği haddini aşan sözler, bu sözde “ağır abinin” kimlere nasıl yalakalık etmek istediğinin bir göstergesi. Ne kadar yalakalık ederse etsin bu durum, adı geçen şahsın, otel odalarında bir başka “sanatçı müsveddesi” ile grup olarak fuhuş yaptığı gerçeğini kimseye unutturamaz.

Hepinize kahverengi dilli yalakalardan uzak günler diliyorum değerli okurlar.

1 Mart 2012 Perşembe

0052-02.03.2012.Abide-i İstikrar


Abide-i İstikrar

Sevgi ve selamlarımı sunuyorum değerli okuyucularım. Bu hafta sizlere, ülkemizde maalesef hiçbir araya gelemeyen iki olgudan, spor ve istikrardan bahsetmek istiyorum. Ama öncelikle Spor Toto Süper Lig’den düşmesi kesinleşen Ankaragücü ile ilgili birkaç söz etmek isterim. O dönemdeki adıyla Federasyon Kupası’nın 1981 yılı finalinde, ihtilâlci Kenan Evren’in arkadan iteklemesi ile şampiyon yapılarak, o dönemki adıyla Birinci Lig’e çıkarılan Ankaragücü, kesintisiz 31 sezonun ardından bir alt kümeye düşmeyi garantiledi. Böylece bir dönem de kapanmış oldu. Dilerim Boluspor bu yıl Spor Toto Süper Lig’e çıkan üç takımdan biri olur da 31 yıl önceki haksızlık bir nebze olsun giderilmiş olur.

Geçtiğimiz günlerde 70 yaşındaki Sir Alex Ferguson, dünyaca ünlü İngiliz futbol takımı Manchester United’in başındaki 26ncı yılını geride bıraktı. Dile kolay, Ferguson United takımının başına geçtiği ilk gün doğan bir İngiliz bebek, bugün 26 yaşında bir İngiliz gencine dönüştü. Bu süre zarfında Alex Ferguson, David Beckham’dan Christiano Ronaldo’ya kadar yüzlerce yıldız futbolcuyla çalıştı. Takıma onlarca şampiyonluk kupası kazandırdı. Elbette United’daki tüm kariyeri başarılarla dolu değildi. Sıkıntılı süreçler de geçirdi. Takım el bile değiştirdi. Ama United, taraftarı ve yönetimi ile Alex Ferguson’un daima arkasında ve yanında oldu. Bunda elbette İngiltere’de futbolun çok farklı yönetilmesinin ve gündelik başarılardan ziyade sihirli kelime “İSTİKRAR”a gönülden bağlılığın etkisi büyüktü. Sonuçta adeta “tıkır tıkır işleyen bir makine” olan Manchester United efsanesi oluştu.

Bakış açımızı “Üstünde güneş batmayan imparatorluk” İngiltere’den ülkemize çevirince farklı, çok farklı bir manzara ile karşılaşıyoruz: Bizim istikrar abidemiz olan Yılmaz Vural ile… 59 yaşındaki Yılmaz Vural, 1986 yılında Malatyaspor ile başladığı Teknik Direktörlük kariyerinde aynen meslektaşı Alex Ferguson gibi 26 rakamına ulaştı. Ancak küçük bir fark vardı ki o da şuydu: Yılmaz Vural da 26 yıllık kariyerinde 26 değişik takımın başında görev yapma becerisini gösterdi! İşin ilginç yanı, Bursaspor’da (3), Antalyaspor’da ise (2) kez teknik direktör oldu bu süre içerisinde. Yani Yılmaz Hoca’nın “26”sı içinde tekrarlamalar da mevcut.

Aslına bakarsanız geçtiğimiz hafta sonu Boluspor’dan kamuoyuna yansıyanlardı bu yazıyı bana yazdıran… Ligin zayıf ekibi Sakaryaspor’u çok da gerçekçi olmayan bir skorla, 7-2 ile geçerken muhteşem hoca olan Özcan Kızıltan, son dört haftada alınan başarısız sonuçlardan sorumlu tutuldu ve gönderildi. Böylece Boluspor da ilginçtir 47 yıllık tarihinde 47nci teknik direktörü göndererek 48incisinin kim olacağını düşünmeye başladı.

Bir yanda kırk yıla yaklaşan teknik adamlık kariyerinin yüzde yetmişlik bölümünü bir tek takımın başında geçiren bir spor adamı ve ona 26 yıldır güvenmekten vazgeçmeyen bir futbol takımı, diğer yanda kariyerinin neredeyse her yılını ayrı bir takımda geçiren bir teknik adam ve yaşı kadar teknik adam değiştirmiş bir kulüp… Sporda ve diğer birçok konu başlığında neden dünyadan gerilerde olduğumuzun sebebiyle alakalı bir fikir oluştu mu acaba?

İyi haftalar diliyor, sevgilerimi sunuyorum değerli okuyucularım. 


21 Şubat 2012 Salı

0051-23.02.2012.Gönüllerin Fethi


Gönüllerin Fethi

Selam ve saygılar sunuyorum değerli okuyucularım. Bu haftanın yazısını son günlerin flaş mevzusu Fetih 1453 filmine ayırdım.

Her şeyden önce ne yapın edin ailece bu filmi izlemeye çalışın derim. Zira bu filmden aldığım hazzı daha önce sadece İstanbul Topkapı Şehir Parkı’ndaki Panorama 1453 Fetih Müzesi’nde hissettim ben.  Fetih dinamiğini, panoramik bir atmosferde yaşayabileceğiniz Panorama 1453 müzesini görmek için İstanbul’a yolunuzun düşmesi gerek. Ancak benzer bir deneyimi yaşamanız için sinemaya gidip Fetih 1453’ü izlemeniz yeterli.

Bence filmde cast, yani oyuncu seçimi konusunda zayıf kalınmış ya da tercihen böyle bir yöntem uygulanmış. Tanıdık, bildik oyuncu çok az filmde. Ancak yapımcı / yönetmen Faruk Aksoy, oyuncuların filmin önüne geçmesi riskine karşılık böyle bir seçim uygulandığını belirterek bu düşüncemizi çürütmek istiyor. Ayrıca Fatih Sultan Mehmed Hân’ı canlandıran Devrim Evin’in, muhteşem oyunculuğuna rağmen hokka gibi burnu ile Fatih’i andırmadığı aşikâr. Zira Fatih’in ve birçok Osmanlı Padişahının portrelerinde aşina olduğumuz kemerli burun hadisesi film boyunca bir eksiklik olarak göze batıyor kanımca.

Akşemseddin Hazretleri’nden de filmin ilk kısımlarında hiç mi hiç söz edilmemesi açıkçası beni çok rahatsız etti. Fethin sadece siyasi ve askeri yönleri ortaya konulurken Akşemseddin, Molla Güranî gibi büyük zatların etkisindeki manevi boyutu biraz ıskalanmış filmde. Neyse ki Akşemseddin Hazretleri de önemli bir noktada kuşatma ve fetih ortamına dâhil edildi de rahatladık.  

Filmle ilgili olarak Salı günkü Hürriyet gazetesindeki köşesinde acımasızca eleştirilerde bulunan Yılmaz Özdil’in yorumlarına ise ne yazık ki katılamayacağım. Filmin, birçok Hollywood filminden aşırılmış sahnelerden oluştuğunu ve hiçbir özgünlük içermediğini, gerçekten çok acımasızca iğnelemelerle okuyucusuna aktarmış Yılmaz Özdil. Yazılarını ve üslubunu sevmeme rağmen Holivut’un Fethi başlıklı bu yazısında savunduğu hiçbir düşünceye katılmadığımı söylemek isterim. Yazıda tek tek nelerden bahsedildiğini uzun uzadıya anlatmayacağım. Zaten Yılmaz Özdil sosyal medyada çok takip edilen bir yazar. Merak eden internette arayıp bulur. Fakat bu yazı ve bu yönde yapılan yorumlar bana şu fıkrayı anımsatıyor:

Adamın biri ölür ve muhakemesinin ardından cehennemlik olduğu ortaya çıkar. Fıkra bu ya, yanına bir görevli verirler. Önde görevli ardında bizim adam cehennemin koridorlarında yürümeye başlarlar. Adam bakar ki her yerde üzerlerinde milletlerin isimlerinin yazılı olduğu kocaman kazanlar kaynamaktadır. Alman kazanı, Hintli kazanı, Rus kazanı gibi… Ve her kazanın başında da elinde demir çubukla bekleyen birer zebani… “Nedir bu?” diye sorar adam yanındaki görevliye. Görevli “Onlar kazanda cezasını çekenlerden başlarını yukarı çıkaranların başlarına vurarak kazana geri gönderen görevliler” cevabı alır. Adam bakar ki Türk kazanının başında böyle bir zebani yok. “Peki burada niye böyle bir görevli yok?” diye sorar. Aldığı cevap şudur: “ O Türk kazanı.  Orada başını yukarı çıkaranı alttan çekiyorlar zaten!!!”   

Maalesef durum bu… Muhteşem Yüzyıl adlı dizi, Osmanlı Devleti’nin belki de en dindar padişahı olan Kanuni Sultan Süleyman Hân’ı kümeste horoz gibi gösterirken zerrece tepki görmüyor, merakla izleniyorken, Fetih 1453 filminin bu kadar acımasızca eleştirilmeyi hak etmediğini düşünüyorum. Ben izlerken çok haz duydum. Özenli bir çalışmanın ürünü olduğunu düşündüğümden filmi büyük küçük herkese coşkuyla öneriyorum.

Haftaya Perşembe görüşmek üzere değerli okurlarım. 

9 Şubat 2012 Perşembe

0050-09.02.2012.Sosyal Ağların Asosyal Bireyleri


Sosyal Ağların Asosyal Bireyleri

Merhabalar sevgili okurlar. Bu hafta sizlerle “sosyal medya” hakkında birkaç şey paylaşmak istiyorum.
“Reklama girmesin de RTÜK’den laf işitmeyelim” düşüncesi ile televizyonlarımızın sıklıkla kullandığı ismiyle sosyal medya, bilinen adıyla Facebook ve Twitter, kendim de kullanıyor olmama rağmen insanlar için büyük bir güvenlik açığı aslında. Yani dünya üzerindeki hiçbir istihbarat örgütü insanlardan bu kadar çok özel bilgiyi, seve seve paylaşarak toplayabilme kabiliyetine sahip değil.
Düşünsenize mezun olduğunuz okullardan arkadaş çevrenize, aile efradınızdan çalıştığınız iş yerlerine kadar birçok bilgiye kötü niyetli kişilerce az bir gayret ile ulaşılabiliyor. Dahası iş başvurusu yaptığınız yerlerin çoğu artık referanslarınızdan çok Facebook profilinizde paylaştığınız durum güncellemeleri ve notlardan faydalanıyor hakkınızda bilgi edinmek için. Kötü niyetli diye tanımlanabilecek kişiler ise tüm bunlardan yola çıkarak basit algoritma ve istatistik hesaplamalarla sizin banka hesaplarınızı tam takır edebilir.
Benim asıl garibime giden şey ise insanların gittikleri yerlerde çektirdiği fotoğrafları diğer insanlarla paylaşma hırsı. Adam İtalya’ya gitmiş, Colloseum’un önünde hatıra fotoğrafı çektirmiş, üşenmemiş bunu Facebook’ta paylaşmış. Hangi hastalıklı ruh hali ile açıklanır bu durum onu bilemem. Ancak dijital çağın öncesinde insanların evlerinin süsü ya da malı mülkü ile kazanmaya çalıştığı yapay ve geçici itibarın, yaşadığımız çağa yansıması olarak görüyorum ben bu durumu. Hele bir de “Akıllı Telefon”lar çıktı ki asıl mertlik o zaman bozuldu. Bu telefonlara yüklenen Facebook eklentileri ile bulunduğu yeri başkalarına ilan etme saçmalığına ne demeli?! “Ben çok sosyal bir adamım” diye bağırmanın en kaba yollarından biri… Adam yerini bildiriyor; “Bolu Highway Outlet”teyim diye. Ama özele inip baktığınızda göreceğiniz şey, adamın aslında asosyal bir tip olarak yapayalnız yaşayan bir münzevi olduğu gerçeği.
Genç kesimin sosyal ağ algısı ise daha beter. Diyarbakır’ı İzmir’e komşu zannedebilecek kadar kültürlü (!) lise öğrencileri her nasılsa “Feysbuk” ta şair kesiliyorlar. Zannedersin ki çocuk çağımızın Nazım Hikmet’i ya da Necip Fazıl’ı olmaya aday bir sanatçı ruh. Heyhat! Çocuğun sanatçı ruhunun sınırı “Kes - kopyala – yapıştır” usullerini uygulamaktan başlıyor. “Esinlenme”yi bir adım öteye taşıyıp “araklama”ya çevirmiş, kimsenin haberi yok. Şakşakçılar da zaten her daim hazır ve de nazır; “Beğen” butonuna tıklamak parmaklarınızın ucunda!..
Bir de sosyal medyayı “hatunları düşürme” mecrası olarak gören abazan tayfa var ki oraya hiç bulaşmak istemem açıkçası.
Tüm bunlar dijital çağ dediğimiz soğuk iklimin insanlar üzerinde oluşturduğu birer tezahür elbette. Facebook’ta Twitter’de binlerce takipçiniz olsa da dostlarla yüz yüze yapılan paylaşımların sosyal hazzı, sosyal medyanın hiçbir parçasında bulunamaz. İnsanlar konuşa konuşa; yazışa yazışa değil…
Haftaya görüşebilmek umudu ile sevgiler sunuyorum değerli okurlar.   

25 Ocak 2012 Çarşamba

0049-26.01.2012.Emek-yoğun


Emek-yoğun

Merhabalar sevgili okurlar. Müflis tüccar önce eski defterleri karıştırırmış derler. Ben de şöyle bir geçmişe baktığımda tam 140 gündür, yani yaklaşık 5 aydır yazı yazmadığımı fark edip aynanın karşısına geçtim ve kendime sert bir bakış fırlattım. Hakaret boyutuna vardırmadan birkaç ağır kelâm da etmedim değil aynadaki siluetime. Sonra birkaç avuç buz gibi suyu suratıma çarptım da azıcık olsun kendime geldim.
Şaka bir yana da sevgili dostlar, bu süre boyunca birçok sıkıntıyla yüz yüze geldim. En yakındakinden başlarsam eğer, işimi kaybettim. Evet, askerliğimi yapıp eve döndüğüm 2001 yılındaki kriz döneminden bu yana ilk kez işsiz kalıyorum ve bu son derece sıkıntı verici bir sürece dönüşmeye başladı. Ayrıldığım işime ise sadece 2 ay önce başladığımı düşündüğümde, “acaba ayrılış kararını vermem çok mu fevrice alınmış bir karardı?” sorusunu kendime sormadan edemiyorum. Ancak her ne kadar bu sorunun yanıtı “Evet”e daha yakın dursa da verdiğim kararın doğruluk oranı daha yüksek geliyor. Zira benden, bugüne değin hep yanında ve bir arada olduğum emek sahiplerinin karşısında yer almam alenen istendiğinde, sırf kendi bekam için savunduğum değerleri yere vurmam beklenemezdi. Şirket içi e-posta trafiği içerisinde “çalışanların haklarını savunduğumdan daha fazla şirket menfaatlerini savunmam gerektiği” bana sert bir dille hatırlatıldığında aslında “sonun başlangıcında” olduğumu anlamıştım. Ama beni bir nev’i uykudan uyandıran da aslında bu oldu diyebilirim. Adına Vahşi Kapitalizm ya da ne derseniz deyin, “kâr maksimize” edilirken “insanlığın minimize” edilmesi, “modern anlamda kölelik”ten gayrı bir anlam taşımaz bana göre. Uzun çalışma saatleri ve buna mukabil ödenen görece düşük ücretlere bir de “yönetim katı”nın atadığı “kapıkulu” tarzı, kahverengi dilli alt kademe yöneticileri de eklenince, emekten başka sermayesi olmayan insanlar için çalışıp eve ekmek götürme süreci gönüllü / gönülsüz işkenceden ibaret bir yaşam tarzına dönüşüyor maalesef.
İşin ilginç bir tarafı daha var ki o da, bu duruma bilerek ya da bilmeden seyirci kalanlardan oluşan izleyiciler tarafı. En yakın örnek, Belediyemizin en beğendiğim hizmetlerinden biri olan başıboş hayvan barınağında hasbelkader soğuktan ölen köpek mevzuunda, adeta bir bardak suda koparılan fırtına. Sözde hayvan haklarını savunanlar ve bir kısım medya, aynı hafta içerisinde evine ekmek götürebilmek adına çalışırken çöp toplama aracının presine sıkışarak feci şekilde hayatını kaybeden Sezai Halıcı için iki satırlık haberi bile çok görürken, Bolu Belediyesi Hayvan Barınağı’nda ölen köpek “9 sütuna manşet” yapıldı. Bu durum bir iktisat kaidesini acı bir şekilde hatırlattı bana: Tabiatta sayıca çok olan şeyin değeri düşüktür. Emeği ve alın terinden başka sermayesi olmayan kişiler sayıca ganimet gibi olduğundan, üzücüdür ki değerleri de o oranda azdır. Oysa bana göre dünyanın en değerli şeyi ne altın ne gümüştür; “emek”tir. Ne acıdır ki o “emek” üzerine en az değer yüklenen olgu olarak hayatımızın tam orta yerinde dimdik dikilmekte. Bir yanda “işçinin ücretini alnını teri kurumadan veriniz” diyen bir peygamber var, diğer yanda nüfus cüzdanının “Dini” hanesinde kalın kalın harflerle “İslam” yazan bizler…
Hepinize iyi haftalar diliyorum sevgili okurlar…

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...