25 Şubat 2009 Çarşamba

018.26.02.2009.Carla ve Nicolas'ın Birbiri ile ne işi olabilir?

Carla Ve Nicolas'ın Birbiri İle Ne İşi Olabilir?

Selam ve sevgiler… Bu hafta “Carla Bruni ve Nicolas Sarkozy’nin asıl olayı nedir?”i irdelemeye çalışacağız biraz. Ama önce, geçen hafta sizlerle âcizane tahminlerimi paylaştığım Oscar ödüllerinden kısaca bahsedelim.

13 dalda Oscar’a aday gösterilen ancak sadece 3 teknik ödülle canı yakılan Benjamin Button’un Tuhaf Hikâyesi Oscar Törenini, Oscarlar Tarihinin Tuhaf Hikâyesi haline dönüştü. Tamam; ben tahminlerimi dile getirdiğim yazıyı kaleme aldığım sırada Slumdog Millionare adlı diğer Oscar adayı filmi henüz izlememiştim. Ve izledikten sonra aday gösterildiği 10 daldan birçoğunda Benjamin Button ile başa güreşeceğine kanaat getirmiştim. Buna rağmen Benjamin Button’un Akademi tarafından bu denli göz ardı edilebileceğini açıkçası hiç kimse gibi ben de beklemiyordum. Özellikle En İyi Erkek Oyuncu dalında, eşcinsel politikacı Harvey Milk’i canlandıran Sean Penn’in Oscar’ı kucaklaması, tam anlamıyla bir sürprizdi ve doğrusunu isterseniz Brad Pitt’e büyük haksızlık yapıldı bence… Bir de yönetmen David Fincher’e… Hayatım filme çekilse yönetmenliğini O’nun yapmasını isteyecek kadar hayranı olduğum David Fincher’e… Akılda kalan tek güzel nokta; Slumdog Millionare gibi sımsıcak bir öyküsü olan ve alabildiğine mütevazı bir filmin, aday gösterildiği 10 daldan sekizinde altın Oscar heykelciğine uzanmasıydı. Kimilerine göre çöküşte olan Hollywood’un Hint kaynaklı Bollywood’a can simidi gibi sarılmasıydı 81inci Oscar Ödülleri seremonisi… Önümüzdeki haftalarda daha ayrıntılı irdeleriz 2008 Oscarlarını. Asıl konumuza geçelim isterseniz…

Hiç düşündünüz mü; Carla Bruni gibi bir kadının, hiçbir çekiciliği olmayan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy gibi bir adamla ne işi olabileceğini?! Ya da tersten bakıldığında; zaman zaman Türkiye’yle sorunlar yaşasa da, gelişmiş ülkeler arasında ayrı bir yeri olan, aşkın anavatanı Fransa’nın Cumhurbaşkanlığı’na kadar yükselmiş bir siyasetçi olan Sarkozy’nin, müzisyen Mick Jagger’dan son günlerde THY’nin reklam kampanyasında kullandığı aktör Kevin Costner’a, dünyaca ünlü emlak kralı Donald Trump’tan bir diğer müzisyen Eric Clapton’a kadar geniş bir erkek portföyüne sahip bir manken eskisi olan Bruni ile ne gibi bir paylaşımı olabilir? Nereden baksanız yan yana olmaları mümkün olmayan bu iki insan 2008’in Şubatında, yani yaklaşık bir yıl önce, Élysée Sarayı’nda evlenerek tüm dünyayı şaşırttı. Cumhurbaşkanlığı’nın ikinci yılında, ikinci eşi olan Cecilia’dan kendisine ihanet ettiği için boşanmış olan Nicolas Sarkozy ile eski erkek arkadaşı Raphael Einthoven’den Aurélien adında evlilik dışı bir çocuk sahibi Carla Bruni’nin evlilikle sonlanan ilişkisi magazin basınını da hayli meşgul etti. Carla basın tarafından, kendisinden 13 yaş büyük olan Sarkozy ile olan evliliği ile ilgili olarak yöneltilen sorulara, gereksizce, ancak insanların tam da istediği şekilde, muhteşem bir cinsel hayatları olduğunu söylemesi bana çok manidar gelmiştir. Buraya kadar anlattıklarım enternasyonal basın tarafından bize ulaştırılanlar. Oysa bu iki ilginç insanın, en az kendileri kadar ilginç olan geçmişleri ve yollarının kesişme zamanlaması insanın aklına soru işareti düşürecek kadar esrarengiz.

1955 doğumlu Sarkozy, Alman Başbakanı Angela Merkel ile birlikte, Avrupa Birliği yolundaki Türkiye’nin önünde her zaman büyük bir engel teşkil eder tarzda bir siyaset izledi. Oysa biraz geriye gittiğimizde Sarkozy’nin dedesinin, İspanya’dan kovularak Osmanlı’ya sığınan Sefarad Yahudileri’nden olduğunu görüyoruz. Sarkozy, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine şiddetle karşı durmasına rağmen ülkesindeki Müslüman ve özellikle Türk toplumunun yeniden yapılanması adına yoğun çaba sarfeden ilginç bir siyasetçi…

Klasik piyanist bir anne ile Pirelli şirketinin ortağı bir babanın kızı olan 1968 İtalya doğumlu Carla Bruni Tedeschi ise, beş yaşından itibaren Fransa’da yaşamış ve daha sonra İsviçre’de kalburüstü bir yatılı okul olan Internatda’da eğitim görmüş aristokrat bir aileden geliyor. 90lı yıllarda podyumlarda fırtına gibi esen, dünyaca ünlü markaların tanıtım yüzü olan Bruni, tam bir “erkek yiyici” olarak biliniyor. 2007’deki Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sarkozy’nin amansız rakibesi Segolene Royal’i destekleyen Carla Bruni’nin, seçimlerden bir yıl sonra Sarkozy ile evlenmesi bir hayli ses getirdi. Sadece “kağıt bebek” olarak değil müzisyen olarak da kariyer yapan “Bayan Sarkozy için bir yetkili “Carla, Sarkozy için müziği bırakacak biri değil” şeklinde bir açıklama yaptı nedensizce…

Birbirine hiç benzemeyen bu iki insanın bir arada olması zıtların çekimi yasasıyla mı yoksa siyasi bir gereklilikle mi açıklanır orasını bilemem. Ancak şu kadarını söylemeliyim ki Nicolas Sarkozy’nin görev süresi dolduğunda bence bir nevi “görev” olan bu evliliğin de son bulacağı kanaatindeyim. Nedense bu evlilik bana krallıklar, prenslikler dönemlerinden kalma, komşu ülkenin üzerinde etki kurabilmek için, ülkenin prensesinin o komşu ülkenin veliahtına yamanması tarzı zoraki evlilikleri çağrıştırıyor. Siz ne düşünürsünüz?

Bu hafta da bana ayrılan yerin sonuna geldim. Yazılarımı internette karakayatansel.blogspot.com adresindeki kişisel blogumdan da okuyabileceğinizi bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Haftaya görüşünceye değin hoşça kalınız.

18 Şubat 2009 Çarşamba

017.19.02.2009.81inci Oscar Ödülleri.

81inci Oscar Ödülleri

Güzel bir hafta dileği ile merhabalar. Üzerinde konuşacağımız konu, başlıktan da anlamış olduğunuz üzere 81inci Oscar Ödülleri

Akademi Ödülleri, her yıl olduğu gibi bu yıl da geleneksel olarak ABD’nin Los Angeles kentindeki Kodak Tiyatrosu’nda düzenlenecek tören ile sahiplerini bulacak. Belli kriterler dâhilinde aday gösterilenler arasından, Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi ve Akademi’nin belirlediği jüri üyelerince seçilen “En İyi”lere, altın Oscar heykelcikleri takdim edilecek. Bu yıl tören 81inci kez düzenleniyor. Önümüzdeki 22 Şubat’ı 23 Şubat’a bağlayan gece Türkiye saati ile 02:00’de başlayacak olan seremoniyi bu yıl X-Men karakterlerinden Wolverine’yi canlandıran Hugh Jackman sunacak ve ABC televizyonu aracılığı ile milyonlara ulaşacak olan gece ülkemizde NTV televizyonunca canlı yayımlanacak. En İyi Yabancı Film dalında aday adayı olan ve bizleri epeyce umutlandıran Nuri Bilge Ceylan filmi Üç Maymun maalesef finale kalan beş aday arasına giremedi. Umutlarımızı başka bir bahara kadar gönlümüzün derinliklerine gömdük bu yıl da…

Gelelim adaylara ve benim âcizane tahminlerime.

Bu yılın flaş yapımı hiç kuşkusuz The Curious Case of Benjamin Button (Benjamin Button’un Tuhaf Hikâyesi) adlı film olacak. Zira film 13 dalda aday gösterildi büyük ödüle! En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Makyaj dallarında ödülü alacağından da zerre şüphem yok açıkçası. Film 3 saate yakın süresine rağmen izleyiciyi sıkmayan, birbirinden farklı dönemleri (1920ler, 1950ler, 1980ler ve 2000ler gibi) ustalıkla harmanlayabilmiş, muhteşem bir yapım. Gerçi Slumdog Millionare ve Milk de iyi filmler, ancak büyük ödül için şasları pek yok gibi bence… İlk kez Oscar’a aday gösterilen yönetmen David Fincher’in, Seven (Yedi) ve The Game (Oyun) gibi harika filmlerinde olduğu kadar ustalıkla, adeta dantel gibi işlediği bu filmle ilk adaylığında altın heykelciği kucaklayacağını düşünüyorum. Brad Pitt’in ise 12 Monkeys (12 Maymun) adlı filmle alamadığı ödülü bu yıl alabileceği konusunda hayli iyimserim. Kesin diyemeyişimin sebebi diğer bir güçlü aday olan Mickey Rourke’nin (9,5 Weeks, Angel Heart), The Wrestler (Güreşçi) adlı filmde gösterdiği üst düzey performans. “Kariyeri sona erdi” denilen Rourke’nin adeta küllerinden doğduğu bir film olan The Wrestler, En İyi Film dalında The Curious Case of Benjamin Button’a rakip, ancak Oscar’ı Benjamin Button’dan kapabilecek kadar iyi değil dürüst olmak gerekirse. En İyi Kadın Oyuncu dalında ise The Reader ile Kate Winslett, ödülü hak eden bir performans çiziyor. Güzel aktristi bu yıl Revolutionary Road adlı filmde de izleme şansımız oldu. Titanic’teki partneri Leonardo di Caprio ile başrolü paylaştığı bu filmde ortaya koyduğu oyunculuk performansı da takdire değerdi. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünün bu yıl kime gideceği yüzde 100 oranında kesin gibi. Geçtiğimiz yıl içinde aşırı dozda ilaç alarak yaşamını yitiren ve en son Batman filmi olan The Dark Knight (Kara Şövalye) adlı filmdeki Joker tiplemesine kattığı inanılmaz başarılı yorumla, eğer yaşasaydı da bu ödülü alması işten bile olmayan Heath Ledger, bu dalda Oscar’ın mutlak sahibidir! En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında tereddütlerim var. Zira birbirinden şaşırtıcı performanslar arasından en iyisi budur denilebilecek kadar kesin konuşabileceğim hiçbir aktris yok. Favori The Wrestler’dan Marisa Tomei, plase Vicky Christina Barcelona’daki rolü ile Penélope Cruz ve de sürpriz The Curious Case of Benjamin Button’daki rolü ile Taraji P. Henson. En İyi Yabancı Film dalında İsrail, Almanya, İsviçre ortak yapımı olan yarı dokümanter Waltz with Bashir (Beşir’le Vals) alabilir ödülü. İsrailli yönetmen Ari Folman, şovenist bir yaklaşımdan uzak düşüncelerle kotardığı filmiyle, uluslararası sinema festivallerinde olumlu eleştiriler aldı. En İyi Animasyon Oscar’ını ise neşeli, biraz da hüzünlü hikâyesi ile Wall-e (Vol-i) adlı film alır diye düşünüyorum.

Sayısal anlamda bakarsak 13 dalda aday gösterilen The Curious Case of Benjamin Button’ın bu sayıya ulaşması zor bence. 8 dalı aşarsa sürpriz olacaktır. Başta saydığım ve benim “En Baba Ödüller” dediğim; En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Makyaj dallarının haricinde, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ve teknik sayılacak dallardan birkaçında da (En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Ses Efekti, En İyi Kurgu vb.) ödüle uzanabileceğini düşünüyorum. Ancak film Ben Hur, Titanic ve Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü gibi 11 ödüle ulaşabilir mi orası meçhul. Bu sihirli sayıya ulaşabilen filmlerin isimleri göz önüne alındığında Benjamin Button biraz daha geride kalıyor açık konuşmak gerekirse.

Yazılarımı internet üzerinden karakayatansel.blogspot.com adresindeki kişisel blogumdan da okuyabilirsiniz. Haftaya biraz magazin, biraz komplo teorisi kokan, ama gerçek anlamda bomba gibi bir yazı ile karşınızda olacağımı “çıtlatıyor”, hepinize sevgilerimi sunuyorum. Hoşça kalınız.

11 Şubat 2009 Çarşamba

016.12.02.2009.“İvedik”leşen Şahan Gökbakar

“İvedik”leşen Şahan Gökbakar

Merhaba değerli okurlar. Kalitesizliğin her yönü ile yaşantımıza etki ettiği bir dönemdeyiz. Sıkça kullanılan tabirle “daha dibi bulamadık”. Bir bulsak o dibi, sıçrama yapmak için fırsatımız olacak ama… Geçtiğimiz gün ulusal gazetelerden birinde yayımlanan Şahan Gökbakar söyleşisi, dibi bulamadığımızın kanıtı gibi.
Şahan’ı TV8’de yayımlanan ve yeteneklerini ilk kez gösterme şansı yakaladığı Zoka adlı ayaküstü yarışma programı ile anımsıyorum. Yolda karşılaştığı insanlara ayaküstü sorular soran ve aldığı doğru cevaplar karşılığında cüz’i miktarlarda paralar dağıtan bu gizli kamera yarışmasındaki enerjisi ve ekrandan yansıyan yeteneği ile kısa süre içinde aynı kanalda Dikkat Şahan Çıkabilir adlı anti-medya tarzı komedi programını yapmaya başladı. Özgün bir yapım olan bu programda çeşitli tiplemeleri izleyiciye, özellikle de genç izleyiciye sevdirmeyi başaran Gökbakar, günden güne de popülaritesini artırıyordu. Her popüler yapımın başına gelen talih kuşu (ya da felaket) Dikkat Şahan Çıkabilir’in de başına geldi ve program o günlerde çok izlenen atv kanalına transfer oldu. Var mısın Yok musun yarışmasının yapımcısı Acun Ilıcalı’nın aynı dönemde kotardığı Acun Firarda adlı gezi programını “ti”ye aldığı Acur tiplemesi nedeni ile Ilıcalı ile yaşadığı polemik, düşen popülaritesini yükseltmeye yetmedi. Tiyatro sanatçısı Rutkay Aziz’in kızı Doğa Rutkay ile yaşadığı “aşk” ile gündemde kalmaya çalışan Gökbakar, yayımdan kaldırılan programı nedeni ile sıkıntı yaşarken NTV kanalında Kime Diyorum Ben adında bir program yapmaya başladı. Daha önceki dönemde de kullandığı Recep İvedik tiplemesinin her nedense çok tutulmasının ardından bu tiplemeyi beyaz perdeye taşımaya karar veren komedyen, kendince doğru bir karar verdiğini, filmin 4 milyondan fazla izleyiciyle buluşması sonucu fark etti. Filmin sadece tanıtımı bile Youtube video paylaşım servisinde 9 milyondan fazla kez izlenmişti. Rakamların gösterge kabul edilmesi halinde Türk Sinema Tarihi’nin en çok izlenen yapımı olan film kimilerine göre (ki bu gruba ben de dâhilim) kocaman bir balondan ibaretti. İlköğretim seviyesinin bile altında “espri”ler, kötü oyunculuk, kardeşi Togan Gökbakar’ın kötü yönetimi… Kısacası her anlamda başarısız kabul edilmesi gereken, izleyiciye hiçbir şey veremeyen bu yapımın kazandırdığı müthiş popülarite sayesinde Şahan, "en büyük benim" düşüncesine kapıldı. Sevgilisi Doğa Rutkay da ondan aşağı kalmadı elbette fanatizmde. Cem Yılmaz’ın AROG adlı filmine gittiğini, hiç beğenmediğini, sinema salonundaki hiç kimsenin de filmi beğenmediğini, hatta film sırasında bir süre uyuduğunu söylemesi kişisel kanaatimce hiç etik değildi. Gerçekten başarılı iseniz bu tarz salvolara ihtiyacınız olmamalı. Ben de Recep İvedik’i bitiremeyen izleyicilerdenim mesela. Recep İvedik’in kaymağını yemeye devam edeceği anlaşılan Şahan, filmin devamı niteliğindeki Recep İvedik 2 ile beyazperdede boy göstermeye hazırlanıyor. Filmin ön gösterimini izleyen eleştirmenlere göre ilkini aşamamış, bol küfürlü ve başarısız bir film olmaya aday görülen film yakında sinema salonlarında izleyicisini bekliyor olacak.
Ancak benim asıl değinmek istediğim, Şahan Gökbakar’ın “sayısal” başarısı değil, en başta sizlere çıtlattığım söyleşisi. Söyleşide, ilk filmin tanıtımında dile getirilen bir düşünceyi, bu kez ciddi ciddi savunan Gökbakar, facebook ve myspace gibi topluluk sitelerinin saçma sapan uygulamalar olduğunu, “antisosyal abazanlar” ve “amele” tiplerle dolu olduğunu söyleyerek bence çok büyük bir gafa imza attı. Söylediklerinin ne denli vahim şeyler olduğunu anlatabilmek adına aynen aktarmak istiyorum:
Bu siteler niye bu kadar popüler, abazanlıktan! Ne diyeyim yani... Hepsi de antisosyal abazanlar işte. Benim etrafımda da çok arkadaşım var “Bakalım yeni balıklar gelmiş mi, kız düşmüş mü?” diye o siteleri dolaşan! Bu ne ya? O sitelerde eski arkadaşlarını buluyormuş insanlar... Aman ne bulacağım ilkokul arkadaşlarımı, hepsi sümüklü çocuklardı. Kafasını yardığım eski arkadaşımı ne diye arayıp bulayım, niye kendimi hatırlatayım da çocuk yeniden benim peşime düşsün! O sitelere üye olanların arkadaş listelerinde 400’e yakın isim var. Gerçekçi mi bu? İnsanların 350-400 tane arkadaşı olamaz ki... Bu insana özgü bir şey değil yani. Başka bir sıfatın varsa olur, ama insan sıfatın varsa olmaz! Bu siteler modern buluşma noktaları bana kalırsa. Tehlikeli de aynı zamanda... Kişiyi aldatmaya da iter, evlilik de yıkar. Rezalet bir şey işte... Bir de hakikaten bu siteler amele kaynıyor.
Facebook tarzı sitelerin misyonuna inanmazsın ona hak veririm. Ancak hiç kimsenin, özellikle de bu denli göz önünde olan, popüler ikonların, hiç kimseyi bu sitelere üye oluyor diye yargılamaya ve aşağılamaya hakkı olmadığına inanıyorum. Şahan Gökbakar’ın unutmaması gereken nokta, kendisini “para ödeyerek” sinemada izleyen 4 milyonu aşkın izleyicinin arasında, “amele” diye aşağıladığı insanların da bulunabileceğidir. Şahan Gökbakar izleyicisini “müşteri” olarak görmekten bir an önce vazgeçip, eğer “varsa” sanatını konuşturmalı ve Recep İvedik’ten başka tiplemeleri de başarı ile canlandırabileceğini göstermelidir. Gerçek “sanatçı”lara yakışan budur…
Haftaya buluşabilmek umudu ile hepinize sevgilerimi sunuyorum değerli okurlar.

015.29.01.2009.Apokaliptik Şarlatanlar

Apokaliptik Şarlatanlar

Bir haftalık ayrılığın ardından yeniden birlikteyiz sevgili dostlar… Geçtiğimiz haftayı, üzerinize afiyet gribal enfeksiyonla boğuşarak ve uzun bir aradan sonra beşinci sezonu ile yeniden yayımlanmaya başlanan LOST hakkında kritik yaparak geçirdik. Sondan bir önceki sezonuyla LOST, sadık izleyicilerinin aklını daha da çok karıştıracağa benzer. Bekleyelim, görelim…
Yakın zamanlarda tekrar piyasaya çıkan bir diğer fenomen de, Kutsal Kitabımız Kuran’ın şifresini çözdüğünü iddia eden Ömer Çeklakıl. Aynı yönde öngörülerde bulunduğunu iddia eden ve bu aralar pek sık medyada gözükmeyen Serkan Tekin ile birlikte geleceğe dair absürd çıkarımları olan bu kerameti kendinden menkul şahıs, geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin en meşhur UFO’cusu Haktan Akdoğan ile bir TV programına katıldı. “Aldım, verdim, ben seni yendim” tarzında bir atmosferde geçen programda her iki şahıs da, apokaliptik (savaşlar, felaketler ve benzeri olumsuzlukların oluşturduğu gelecek düşüncesi) öngörülerini paylaştı. Mayalar’ın inancının ve takviminin fazlaca etkisinde kalmış olan UFO’cu Haktan, 2012 yılında kıyametin kopacağını kesin bir dille açıklarken, “akılçelen” Ömer kesin bir tarih vermekten kaçındı! Bu insanları anlayışla karşılayabilmek mümkün değil. Hadi UFO’lara ve dünya dışı varlıklara inanan Haktan Akdoğan’ı bir tarafa koyalım; onu triger kayışı kopmuş zaten de, Kutsal Kitabımızı dayanak alıp falcılık yapan tipler asla kabul edilemez. Serkan Tekin, cifr ve ebced adı verilen ve temelde Arap alfabesindeki harflerin her birinin birer matematiksel değeri olduğundan hareket ederek Kuran’ın satır aralarını okuduğunu iddia eden biri. Tekin’in referans kabul ettiği Muhyiddin-i İbn-i Arabî adlı tarihsel kişilik, araştırmalarında sıklıkla kullandığı cifr ve ebced hesabının İslami düşünceye aykırı bulunması nedeni ile idam edilmiş biri. Ömer Çelakıl ise Serkan Tekin’in kullandığı sistemden farklı biçimde, esasen “sistemsizliği” benimsemiş bir şekilde Kuran’ı çözümlediğini iddia ediyor. Örneğin, Nahl Suresi’nin adını “Arı”dan aldığından hareketle, bu surenin ayet sayısını 15 ile çarpıp 80’e böldüğümüzde helikoter’in icat tarihine ulaşırmışız! Neden 15 ile çarpıyoruz, neden 80’e bölüyoruz aslında Çelakıl da bilmiyor; çünkü her bir olayı açıklamak için bambaşka kombinasyonlar kullanıyor. Anlayacağınız ayetlerden çıkarım yapmak değil, tarihlerden Kuran ayetlerine ulaşmak için “bir yerinden sistem uydurmak” onunki!!! Bütün bu şarlatanlığı sergilerken popülaritesini artırmak, bir şekilde medyada var olan bilinirliğini cilalamaktan başka bir amacı yok… “Be hey gafil, bunun için Kutsal Kitap kullanılır mı?!” diye yakasına yapışası geliyor insanın. Medyadaki “dönek” tayfasından birçoğu da rating uğruna bunun gibi tiplere çanak tutmaktan zerre kadar çekinmiyor maalesef. Geleceğe dair güzel, umut veren şeyler söyleseler (o da yanlış ama, neyse) belki tolere edilebilirler; ancak ekonomik, sosyal, siyasal türlü çeşit sıkıntılarla boğuşan insanlarımız bunların “salladığı” öngörülerle iyiden iyiye umutsuzluğa düşmekte... Başka kitaplar gibi “insan elinden çıkma” olmadığından, Kuran’ın bu tür şifreler barındırmadığı inancındayım. Bence sizler de bu tip şarlatanların, kâhinlerin söylediklerini kale almayın. Geleceğimizi ancak biz şekillendirebiliriz. Kimsenin Nostradamusçuluk oynayarak gelecekte olacaklar hakkında bizi yönlendirmeye hakkı yok.
Bu haftalık sizlerden müsaade istiyorum sevgili okurlar… Hala tam olarak atlatamadığım bu grip, bu haftaki yazımı nisbeten kısa tutmamın müsebbibidir. Hepinize sağlıklı ve mutlu günler, pırıl pırıl bir gelecek diliyorum… Önümüzdeki Perşembe görüşmek üzere, hoşçakalın.

014.22.01.2009.Rock-besk

Rock-besk

Siz değerli okurlarıma en samimi duygularımla merhaba diyerek başlamak istiyorum söze. Bir süredir çeşitli ve fakat tamamen benden kaynaklanan ufak sorunlar neticesinde, tam randımanlı olarak sizlere ulaşamadığım için üzgün olduğumu da belirtmek isterim. Bu işin profesyoneli olmadığımız için, zaman zaman yazılar için vakit ayıramamaktayız. Aslında sorunun kaynağı yalnızca vakit darlığı değil; işlerden arta kalan fazladan vaktimiz olsa bile maalesef birinci önceliğimiz yayına yazı yetiştirmek olamıyor. Kafamda okuyucularıma aktarmak istediğim birçok konu olmasına rağmen, aslında söylemek isteyip de söyleyemediğim o denli çok şey var ki… Ancak, aile, dostlar, iş çevresi ve daha birçok olgunun varlığı, söyleyeceklerini biraz yumuşatmak, zaman zaman “budamak” zorunda bırakıyor insanı. Bunu “sansür” olarak kabul etmemek lazım; zira kimsenin bizi “şunu yazma, şuraya yaklaşma” diye zorladığı, sınırlara sokmak istediği yok çok şükür. Bu benim seçimim tamamıyla.
Sabahları, aynı zamanda komşum da olan, iş arkadaşım İsa’nın otomobili ile gidiyoruz iş yerimize. Genelde afyonu patlamadığı halde alışılmasık ölçüde ve biraz da rahatsız edici kıvamda dinamik olmaya çalışan sabah kuşağı sunucularının gevrek sesleri eşliğinde, radyo dinleyerek sürüyor kısa yolculuğumuz. Geçtiğimiz sabahlardan birinde, TRT FM’di galiba, bir şarkıya rastladım. Ogün Sanlısoy’un sesinden bir Ferdi Tayfur bestesi olan “Ben de Özledim” adlı şarkıydı bu…

Ben de özledim ben de
Resmin var şu an elimde
Sana koşmak isterim
Derman yok dizlerimde

şeklinde bir nakarata sahip olan bu parçayı anımsarsınız belki… Hatta Ferdi Tayfur’un “uzun metrajlı klip” kıvamında bir filmi de vardır aynı adı taşıyan; başrolü Banu Balkon, pardon Alkan ile paylaştığı! Her neyse, gayet normal gelebilir bu şarkıyı radyodan dinlemek sizlere. Fakat eski bir Metalci (hadi biraz yumuşatalım; Rockçı) olan ben, arabesk’in en baba dört isminden biri olan Ferdi Tayfur’a ait olan bu şarkıyı, Türkiye’nin ilk ve onlarca eleman değişimine rağmen bence en iyi Rock / Metal müzik grubu Pentagram’ın eski solisti Ogün Sanlısoy’dan dinlemeyi yadırgadım açıkçası. Gerçi Arabesk’in diğer babası Müslüm Gürses ile rock müziğin popüler isimlerinden Teoman’ın düetlerine alışkın olan biri için pek yadırganmaması gereken bir durumdu bu ya, neyse… Ogün’ü dinlerken aklıma takılan bir soru vardı: Yıllar yılı sempatizanlarının birbiri ile adeta kanlı bıçaklı olduğu bu iki müzik türünün icracıları, nasıl olmuştu da bir araya gelip kitlelere seslenebilir hale gelmişti? Yanıt, akkor flamanlı (tasarruflu ampuller hayatımıza bu denli bodoslama girmeden önce evlerimizde kullanageldiğimiz standart sarı ampullerden bahsediyorum:) bir ampul gibi çaktı birden bire: Rock ve Arabesk’in temelinde aynı ezilmişlik ve dışlanmışlık duygusu hâkimdi! Arabesk müzikle bu duygunun dışa vurumu, acılı sözler, bol bol düm tek (Eurovision şarkımız gibi oldu, Hadise’ye selam!!!) ve ezik sesli bir zurnadan oluşan “üzgünç” bir karışımken, Rock müzikte ise daha sert ve daha protest tarzda sözler, yırtınan vokaller, sert elektrogitar ve davul ataklarıydı bu dışavurumun tezahürü. Birbirine paralel kitlelerin temsilcisi idi bu iki müzik türü… Sevdiği kızı başlık parası yüzünden zengin bir ağa çocuğuna kaptırmış, büyük şehre göç edip inşaat işçisi olarak çalışan ve eski bir soğuk demirci olan İbrahim Tatlı gibi günün birinde “Tatlıses” olup köyüne geri dönerek geride kalanlardan hıncını almayı arzu eden kitleler, daha ziyade arabesk dinleyerek rahatlıyordu. Küpe takıp saç uzattığı, yırtık pırtık blucinler giyip Metallica dinlediği için, kedi düşmanı satanist muamelesi gören Rockçı / Metalci tayfası ise takdir erdesiniz ki daha sert bir şekilde kendini toplumsal hayattan soyutluyordu. Acaba sınıfsal farklılıklar mı ortadan kalkıyor, yoksa şahit olduğumuz bu durum medyatik şaklabanlıklardan mı ibaret? Aslına bakılırsa her ikisi de doğru yanıt… Sadece Rock ve Arabesk arasında değil, başka türler arasında da bu tarz girişimler yok değil. Türkiye’nin Pavarotti’si olarak lanse edilen tenor Hakan Aysev’in çıkardığı albümü dinlerseniz daha somut olarak anlaşılacaktır ifade etmeye çalıştığım şeyler. Popüler Kültür denilen şey bu olsa gerek…
Son olarak geçtiğimiz günlerde Bakanlar Kurulu kararı ile tekrardan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geri alınan büyük şair Nazım Hikmet’le ilgili bir salaklığı paylaşarak bu haftanın yazısını bitirmek istiyorum:
İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda Nazım Hikmet’in bir tiyatro oyunu sergilenecek yakın zamanda. Bu durum afişler yoluyla halka duyruluyor. Ancak öyle bir afiş yaptırılmış ve billboardlara asılmış ki, görenleri “acaba yanlış mı anladık?” diyerek bir daha bakmaya itiyor. Nazım Hikmet’in sergilenen tiyatro oyununun adı “İnek”. Ancak oyunun adı afişte Nazım Hikmet’in adından önce ve aynı puntoda yazılınca ortaya “İnek Nazım Hikmet” gibi bir ifade çıkıyor ki, gerçekten “inekçe” bir durum. Bu afişli tasarlayan “ineğe” bir hatırlatma yapmak isterim: Genelde eser sahibinin adı eserden önce ve farklı puntolarla yazılır. Böylece senin yaptığın gibi “ineklik”lerin önüne geçilmiş olur.
Hepinize sevgi ve saygılar sunuyor, iki ayaklı ineklerden uzak sağlıklı günler diliyorum.

013.08.01.2009.Değersiz Hayatlar II.

Değersiz Hayatlar II

Merhabalar… 2009’un ilk gününde yayımlanmasını umduğum yazı teknik bir aksaklığa kurban gidince biraz demoralize olsam da, bu moral bozukluğu süreci, İsrail’in tüm dünyaya ve insanlığa kafa tutarcasına sürdürdüğü zulmün yanında hiç kalıyor. Öncelikle siz değerli okuyucularıma daha sağlıklı, daha mutlu ve krizlerden uzak günler temenni ediyorum 2009’da. Stratejik ortağımız ve İsrail’in dünyanın daha batısındaki ikiz kardeşi ABD’nin, İsrail tarafından uygulanan ve insanlık tarihinin en büyük dramlarından biri olan Gazze soykırımına destek olur tarzdaki politik manevraları da maalesef dünyayı yeni ve daha geniş çaplı bir medeniyetler çatışmasına götürüyor. Enerji odaklı bir güç savaşı haline dönüşmesinden de endişe edilen bu çatışma, hiç istemesek de Türkiye’yi taraf seçme ikilemine sokacak gibi görünüyor. Bir yanda asırlardır devam eden bir ortak geçmişe sahip olduğumuz ülkeler, diğer yanda ekonomik açıdan bağımlı hale getirildiğimiz süper güç tabir edilen para babaları… Yapılacak her bir politik manevra önümüzdeki elli yılı bağlayacak etkiye sahip olacak. Bu yüzden umalım da Dışişleri Bürokrasisi akıllı davransın.
Türk’ün Ateşle İmtihanı demişti bir düşünür, Kurtuluş Savaşı sürecini. Maalesef bu süreç sinsice ve en az o kadar şiddetlice devam etmekte… Üç kıtada adaletle hüküm sürdükten sonra Anadolu’ya sıkıştırılmış bir neslin evlatları olarak şimdi, yapmadıklarımız ve sorumlusu olmadıklarımız yüzünden özür dileme pozisyonuna düşürülen bir haldeyiz. Oysa ki Hasta Adam yaftasının üzerimize yapıştırıldığı dönemlerde cereyan eden ve beni çok derinden etkileyen bir olay vardır ki, sizlerle paylaşmadan edemem. Belki içinizde bu anekdotu duymuş olanlar vardır; İngiltere’de bir Dünya Güzellik Yarışması düzenleneceğini duyan Abdülhamid Han, İngiltere Kralı’na zehir zemberek bir mektup yazar. Mektubunu, böyle bir yarışmanın yanlışlığına vurgu yaptıktan sonra şöyle bitirir Sultan Abdülhamid Han:
“Ben ki İslam Ülkesi’nin reisi ve Halifeyim; eğer bu yarışmayı iptal etmezseniz, ordularımı toplar üzerinize yürürüm!” Mektup sonrası yarışma iptal edilir. Bunu hamasi bir milliyetçilik adına anlatmadım. Devletimiz Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’ne “Geçici” üye oldu ve bu misyon 2009’un ilk gününden itibaren başladı. Bu görevi alabilmek adına BM Genel Kurulu’nda yapılacak oylamada lehte oy vermesi için adı sanı bilinmedik, nüfusu Bolu’dan bile az “devlet”lerin temsilcilerini ülkemizde ağırladık. Şimdi ektiğimiz tohumların semeresini alma vaktidir. ABD’nin vetolarına rağmen İsrail’in Filistin topraklarında uyguladığı vahşet, BM nezdinde yürütülecek diplomatik çalışmalar ile durdurulmalıdır. Soydaş olmasak bile inanç anlamında ortaklığımız olan bu insanlara karşı bu çalışmaları yürütmek üzerimize borçtur. O dönemde de güçlüydük, genç bir devlet olmamıza rağmen şimdi de güçlüyüz. Hem Atatürk hitabesinde muhtaç olduğumuz kudretin, damarlarımızdaki asil kanda olduğunu söylememiş miydi?
Ankara’da doğalgaz zehirlenmesi sonucu kaybettiğimiz yedi gencecik fidanımızla ilgili de bir şeyler söylemek isterim. Müzisyen Burhan Şeşen’in ihmal sonucu vefat eden oğlu Serhan’dan sonra da Değersiz Hayatlar başlığını kullanmıştım anımsıyorsanız. Yakın zamanda kaybedilen bu gençlerin olayı da neresinden tutsan elinde kalır nitelikte… Her anlamda belli bir kültür seviyesine ulaşmış toplumlarda sorumlular bu tür durumlara mahal vermedikleri gibi, oluşan “sakat” durumlarda da sorumluluklarının bilincinde bireyler olarak hareket eder ve suçu başkalarına “salıvermek” yerine sorumluluğu üstlenmek için istifa mekanizmasını işletirler. Yani yeni bir yılı umut ve neşe ile karşılamaktan başka bir amacı olmayan pırıl pırıl çocukların seks amaçlı bir araya geldiklerini ima edecek tarzda sözler sarfetmezler. Hele hele sıkışınca “Ben öyle demek istemedim. Zehirlenmenin verdiği sıkıntı ile bir delikanlı gömleğinin yakasını yırtmış demek istedim” diyerek düşündüğünü ifade edebilme becerisinden yoksun kişi “ayaklarına” hiç yatmazlar. Ve elbette bu kişileri göreve getiren kişiler de medyada balonlu şovlar yapmak ve kendilerini soruşturan insanları makam vererek susturmak yerine, adam gibi adamlar olup, adam gibi adamları göreve getirmeye odaklanırlar. Filistin’de İsrail’in soykırımına tabi tutulan kardeşlerimize ve parlak birer geleceği umut ederken pisi pisine yitip giden gençlerimize Allah’tan rahmetler diliyorum.
Bir kez daha hayırlı bir yıl geçirmenizi temenni ediyor, kaoslara, krizlere, terörün her türüne teğet geçen, sağlıklı ve mutlu günlerin sizlerle olmasını arzu ediyorum. Haftaya görüşmek üzere…

012.01.01.2009.2009’a Buruk Merhaba. YAYIMLANMADI.

2009’a Buruk Merhaba

2009’un ilk gününde tüm okuyucularıma daha sağlıklı, daha mutlu ve krizlerden uzak günler temenni ediyorum. Moda tabirle “hamdolsun” bizler fena değiliz de biraz güneyde, Filistin topraklarında durumlar hiç de iç açıcı değil maalesef. İsrail, yıllardır uyguladığı işgal ve şiddet politikasının yeni ve şiddetli, şiddetli olduğu kadar da rezil bir halkasını daha gözler önüne seriyor bir süredir. Kendi inancından olmadığı için açlığa ve sefalete mahrum ettiği insanları, üniformalı – sivil ayrımı yapmadığı gibi şimdi de cinsiyet ve yaş gibi ayrımları da bir kenara koyarak iğrenç ve hunhar bir biçimde öldürüyor. Bunu yaparken de ibadethane, hastane gibi yerleri de bombardımana dâhil ederek açıkça savaş suçu işliyor. Onyıllardır bölgede, kan üzerine uyguladığı politikalarla binlerce insanın vahşice katlini uygulayan İsrail’i sert şekilde kınayan Arap Dünyası maalesef bunda çok geç kalmış görünüyor. Yıllar önce üniversitede İnkılâp Tarihi dersimize gelen bir öğretim görevlisi durumu özetleyen şu sözleri söylemişti: “Araplar azıcık akıllı olsa idi İsrail devletini silah kullanarak değil, tükürerek boğardı!” Katılmamak elde değil bu düşünceye. Apaçık şerefsizlik olan bu devlet terörüne ve gerçek soykırıma karşı elden geldiğince karşı durmak gerekiyor. Osmanlı’dan gelen bir ortak tarihe sahip olduğumuz bu inançdaşlarımız için hiçbir şey yapamıyorsak, en azından kalben onlara destek olmamız gerekiyor bence.
Ekranlarda son günlerde görmeye başladığımız bir program, toplumun değişik katmanlarınca bir hayli tepki topluyor. Show TV adlı ulusal kanalda yayımlanan bu program “Yemekteyiz” adını taşıyor. Konsept olarak aslında güzel düşünülmüş bir program olmasına rağmen maalesef rating canavarı işin içine girdiğinde “kavga, gürültü ile parsayı toplamak” programın, asıl konseptinin bir hayli dışına taşmasına sebep oluyor maalesef. İzlemeyenler için kısaca söylemek gerekirse; birbirini tanımayan beş yarışmacı sıra ile, daha önceden planladıkları bir menü çerçevesinde birbirlerini ağırlıyor. Gün sonunda ağırlananlar, ağırlayanı puanlıyor ve tüm yarışmacılar birbirini ağırladıktan sonraki puanlama ile birinci olan 10bin YTL ödül kazanıyor. Ancak çoğunlukla katılımcılar mutfaktan ve hijyenden zerre nasiplenmemiş olmalarına rağmen, hepsi de kendini gurme zannetmekten geri durmayan tipler. Geçenlerde denk geldiğim bir gudubet, bifteğin iyi pişmediğinden dem vurarak yüzünü ekşitti ve “olmamış” buyurdu. Hazret her şeyden haberdar, ama her nasılsa bifteğin az pişmişinin makbul olduğunu bilmiyor! Bir de diğer yarışmacının önünü kesmek maksadını taşıyan, “reklam kokan hareketler” babından “yemekten kıl çıktı” muhabbeti var ki, aman Allah, düşman başına! İzleyenlerin tepkileri alt alta konulduğunda ortak bir paydaya, katılımcıların para uğruna Türk Misafirperverliği kavramına aykırı davranışlar sergilediği görüşüne ulaşılıyor. Bazı kendini bilmezler de “bu bir yarışma canım, ne alakası var adet, gelenek vs. gibi şeylerle” diyerek olayın üstüne tüy dikiyor. İşin ilginç yanı, programda katılımcıların sergilediği davranışların, özellikle de “şu olmamış, bu kötü olmuş, beğenmedim…” diyerek sunulanları yemekten imtina etmesi, nimete şükretmek gibi çok önemli bir hasletin yok sayılması anlamına geliyor ki, bu durum bugüne değin görülmemiş ölçüde bir kültür erozyonuna yol açıyor. Geçenlerde bir dost meclisinde daha altı yaşındaki bir ufaklık, TV’de izlediklerini aynen uygulayıp, ev sahibine dönerek “……. Teyze, bu çörek hiç güzel olmamış. Hiç beğenmedim” dediğinde toplulukta buz gibi bir hava esti maalesef. Çocuğun ebeveynleri ise tabiri caizse yerin dibine geçti. İşin vahametini anlatabildiğimi umuyorum.
TV yayımlarından bahsedince aklıma geliveren bir başka duruma daha değinmeden edemem. Geçtiğimiz günlerde bir TV dizisinin setinden dönen bir grup emekçinin geçirdiği trafik kazasında iki görevlinin ölmesi ile setlerdeki çalışma koşulları gündemin üst basamaklarına tırmandı. Türkiye’deki dizi sektörü yaklaşık 1 Milyar YTL’lik bir ekonomik hacme ulaşmış vaziyette. Ancak dünyada milyonlarca izleyici potansiyeli olan ve yayım günlerinde örneğin 15 – 16 milyon izleyiciyi ekran başına toplayabilen dizilerin (Lost mesela) her bir bölümü 40 dakikayı aşmazken, ülkemizde çok izlenen dizilerin (Kurtlar Vadisi, ya da Yaprak Dökümü gibi…) yayımlanan her bir bölümü 90 dakikayı aşkın sürelere dayanıyor. Kanal patronları, yapımcı firmalar ve izleyici halinden memnun, ancak set işçileri, senaristler, oyuncular, dekor ve kostümcüler, kısacası set emekçileri için bu, günlük 16 ila 18 saatlik çalışma süresi demek. Bu durum düpedüz bir kölelik düzenidir ve maalesef bir – iki değil on iki, yirmi iki ölüm de olsa bu düzenin değişmesi çok da olası değildir. Zira çağdaş demokratik ülkelerdeki düzeyde sendikacılık bizde olmadığından, insan hayatına verilmesi gereken değerin asgarisi bile bizim insanımıza çok görüldüğünden bu gibi durumlarla sıklıkla karşılaşırız. Hatırlasanıza ABD’de geçen yıl uzunca bir süre devam eden yazarlar grevini; yazarların telif haklarından aldıkları bedele eklenmesini istedikleri iki buçuk sentten dolayı yapılmıştı bu grev. Darısı bizim de başımıza…
Bir kez daha hayırlı bir yıl geçirmenizi temenni ediyor, kaoslara, krizlere, terörün her türüne teğet geçen, sağlıklı ve mutlu günlerin sizlerle olmasını diliyorum. Haftaya görüşmek üzere…

011.18.12.2008.Gündeme İlişkin Düşünceler

Gündeme İlişkin Düşünceler

Uzun süren bir bayram tatilini daha geride bıraktık. Tüm okuyucularımın geride kalan Kurban Bayramı’nı tebrik etmek istiyorum. Bu bayram tatilinde de yine sayıları yüzlerle ifade edilecek kadar çok insanımızı trafik kazalarına kurban verdik. Hayatını kaybedenlere bağışlanma, kaybı olanlara sabırlar, her seviyedeki yaralılara da şifalar temenni ediyorum. Klişe haline gelmiş bu söylemleri ilgili ilgisiz, yetkili yetkisiz birçok ağızdan duyduğunuza eminim. Her bayram tatilinin ardından duymaya alışkın olduğumuz bu sözleri sarfetmekten ya da duymaktan sıkılmayız da hiçbir tedbirin alınmayışından zerre sıkıntı duymayız. Bu da bize has bir durum olsa gerek. Trafik terörü ile ilgili olarak ulusal ve yerel tüm köşe yazarları bir araya gelse aylar boyu sürecek yazı dizileri ortaya çıkar. Dolayısıyla bu konuyu burada kesmek en iyisi…
Akşamları TVde haberlerin yer aldığı kuşağı izlediğimde inanın “şişiyorum”. İlla ki beni şişirecek haberlerin çokça olmasından mı yoksa TVlerin bunu abartarak gözümüze gözümüze sokmasından mı bilmem ama sanırım sizler de durumdan muzdaripsiniz. Dün akşamki bir haber ise sinirlerimi gerçekten fena gerdi! Eurovision Şarkı Yarışması’na Ermenistan adına katılacak olan System of a Down adlı heavy-metal grubunun Ermenistan Hükümeti’ne “Şarkı sözlerimize karışmayın. (sözde) Soykırımı vurgulayan sert sözler yazarak halkımızın mağduriyetini cümle âleme duyurmak istiyoruz” mealinde bir ön şart sunması gerçekten beni fena sinirlendirdi. Yani neresinden tutsan elinde kalacak bir olay. Temeli eğlence olan bir yarışmayı yıllardan beridir siyasal hesaplaşma arenası haline dönüştürmek bir yana, yalanlar üzerine kurulu aptalca bir tez olan soykırımı tarihçilere bırakmak yerine, evrensel güç müziği bu rezilliğe alet etmek mi dersiniz, hepsi bu traji-komik hadiseye sığdırılmış vaziyette… Adı geçen bu “müzik” grubu sadece bununla kalmayan eylemlere de yıllardan beridir imza atmaktan zerre çekinmeyen “insan”lardan(!) kurulu. Konserlerinde giriş kapısına “Türkler ve Köpekler giremez” diye yazabilecek kadar dehşet verecek kadar kafatasçı bir zihniyete sahip bu grubun şarkı sözlerinde Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere son dönem Osmanlı Tarihi’nde önemli yere sahip devlet adamlarına küfürleri görmek gayet sıradan bir aktivite! “Katil”, “şeytan”, “yalancı” gibi sıfatları layık gördükleri Talat Paşa’yı sanki Sogomon Teyleryan değil de gariban dedem Terzi İzzet öldürmüş gibi üstün çıkmaları yok mu!!! Bir de kendine “aydın” diyen içimizden bir grup zibidinin başlattığı “özür diliyoruz” kampanyası var ki, aman Allah!.. Tüm bunların üzerine tüy dikecek kadar rezil bu kampanyaya elbette en yerinde tepkiyi, yıllar yılı Ermeni teröristlerin acımadan katlettiği diplomatların meslektaşları verdi ve “Asıl Ermeniler bizden özür dilemelidir” düşüncesi deklare edildi. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’ün, Dünya Kupası Eleme Grubu futbol karşılaşmasını izlemek üzere Ermenistan’ın başşehri Erivan’a yaptığı ziyareti fazlaca iyi niyetli ve hatta biraz da abartılı bulmuştum. İyi niyetten bir kez daha maraz hasıl oldu, neyleyim! Allah sonumuzu hayır etsin. Üzülerek söylemeliyim ki ülkemizin son dönem dış politikası, hani deyim yerindeyse “Şahin”likten “Güvercin”liğe doğru bir değişim içine girdi. Bu durum uluslararası arenada Claudia Roth gibi, Joost Lagendijk gibi son dönem Osmanlı Devleti ile, yani “Hasta Adam”la dans ettiğini sanan bir yığın uçuk kaçık tip türedi. Bizi yargılamaya yeltenen bu destursuz tiplere birazcık dişimizi göstermenin vakti geldi sanıyorum. Gazeteci Nevin Sungur da bu Lagendijk denen gevşekle evlenerek onu “enişte” statüsüne soktu ya, neyse…
Son olarak, uyduruk bir senaryo ile Irak’ı işgal eden ve zaten karışık olan Orta Doğu’yu iyice kepçe dönmez eden George “Dabılyuğ” Busht’un Irak’ta karşılaştığı Ayakkabı Eylemi’ne de ucundan değinmek isterim. En son Bağdat’ın düştüğü ve Diktatör Saddam Hüseyin’in heykellerinin yıkıldığı gün şahit olmuştuk bu tarz bir eyleme. İpin ucuna bağlanmış Saddam heykellerinin sürüklendiği ve halkın da ayakkabı ve terlikleri ile sürüklenen heykellere vurduğu bu eylemin benzerine bu kez Bağdat’a veda ziyaretinde bulunan ABD Başkanı muhatap oldu. Yerel bir basın mensubu Irak’ın Washington’dan atanmış Başbakanı Nuri El Maliki ile basın toplantısı yapan Başkan efendiye “Defol git köpek” diye bağırarak önce ayakkabısının sağ tekini, sonra sol tekini fırlattı. Ancak şanslı, bir o kadar da çevik olduğu ortaya çıkan Bay Başkan her iki saldırıyı da savuşturdu. Neden sonra ortaya çıkan ve salakça etrafa bakınan Gizli Servis ajanları ise, Hollywood filmlerindekilerin aksine son derece yavaş ve aptaldı… Ayağa giyilen herhangi bir nesne ile birine karşı eylemde bulunmak Arap Kültürü’ne göre çok büyük bir hakaret. Kendini bilmez ve “Ayakkabılar 44 numara idi” diyecek kadar pişkin biri olan G.W. Bush’a bu denli büyük bir hakaretle karşı durma onurunu, Bağdat düştüğünde de göstermelerini isterdik Iraklı kardeşlerimizin. O gün Amerikan askerlerinin M-16larının gölgesinde Saddam heykellerine vurulan terlikler Bush’un ABD’sine o zaman fırlatılabilseydi, yüzbinlerle ifade edilen cinayetlerin belki de önüne geçilebilecek, Irak’a gerçek demokrasi o zaman gelebilecekti. Geç kalmış, ama her şeye rağmen onurlu bir direnişti gazetecinin fırlattığı ayakkabılar…
Tüm okuyucularıma sevgilerimi sunuyor, haftaya görüşebilme umudunu taşıyorum.

010.04.12.2008.Değersiz Hayatlar

Değersiz Hayatlar

Hiç düşündünüz mü hayatınız ne kadar değerli diye?! Yani kaç para karşılığında hayatınızdan vazgeçerdiniz? Ya da ne bileyim; evlatlarınızı ölüme terk etmek için ne kadarlık bir çek sizi yoldan çıkarırdı? Saçma mı geldi sorularım size? Garipsemeyin, şoka da girmeyin, kendinizden şüphe etmeyin: Zira sorularım gerçekten saçma, hatta saçma ötesi!.. Hiçbirinizin bu sorulara mantık çerçevesinde bir cevap bulmaya çalışmayacağı aşikar. “Olur mu kardeşim öyle şey! İnsan hayatından para karşılığı vazgeçer mi hiç?” ya da “Evladının hayatını paraya tahvil edebilecek kadar şerefsiz miyim ben?” tarzı cevaplar da aklıselim sahibi insanların vereceği türden cevaplar şüphesiz. Öyleyse can alıcı soru şu: İnsan hayatı neden bu kadar değersiz ülkemizde?
Varmak istediğim nokta, yukarıda okuduğunuz ve şüphe ile baktığınız soruları sormaya beni iten olay, aslına bakarsanız bardağı “bir kez daha” taşıran bir sağlık skandalı…
Müzisyen Burhan Şeşen’in biricik evladı Serhan’ın, 26 yaşındaki gencecik fidanın başına gelenleri kuşku yok ki ulusal medyadan takip etmişsinizdir. Baş ağrısı şikâyeti ile özel bir sağlık kuruluşuna başvuran Serhan, grip aşısı yapılarak gönderiliyor. Şikâyetleri daha da şiddetlenerek devam eden Serhancık, tekrar bu sağlık kuruluşuna tekrar başvurduğunda beyin tomografisi çekilmesi gibi görece daha kolay bir işlem dururken, lumbar ponksiyona (belden omurilik sıvısı alınması işlemine) tabi tutuluyor. Omurilik sıvısında görülen ve yayılma davranışı gösteren enfeksiyon, geciken beyin ameliyatı ve konulan menenjit tanısının ardından, geçirdiği operasyona rağmen, geçtiğimiz gün beyin ölümü gerçekleşiyor ve yaşam destek ünitesine bağlanıyor. Siz bu satırları okurken belki de ailesi verilmesi gereken zor kararı vermiş ve yaşam destek ünitesinin şalteri kapatılmış olabilir. Artık ne yapılsa, ne söylense boş… Dolu dolu geçen tertemiz bir ömür daha, ailesinin sarfettiği binbir emek, işine saygı duymayan birkaç “tüccar”ın hatası nedeni ile insanların ellerinden kum tanesi gibi akıp gitti işte… Emin olun kimse hesap vermeyecek, hiç kimse kusurlu sayılmayacak, Serhancık ta, yüzlerce belki binlerce Serhan gibi hiç uğruna yitip gitmiş olacak. Müzisyen Barış Akarsu’yu “yutan” katil kavşağın bilirkişilerce hatasız ilan edilmesi gibi, midesine değil başka bir yerine ziftlenip direksiyona geçen bir it tarafından ezilen Selin Uras sekizde “bilmemkaç“ hatalı sayılacak, ama o it yine ziftlenip başka hayatları söndürmek üzere yine “görevde” olacak… Babası Boray Uras değil İstanbul’dan Ankara’ya, kuzey kutbundan güney kutbuna yürüse de, yedi denizleri aşıp avazı çıktığı kadar haklılığını haykırsa da durum değişmeyecek. Tuttuğu takımın kazandığı maçı ya da bir düğünü bahane edip sağa sola “sıkan” Nebati özentisi tiplerin öldürdüğü, sakat bıraktığı insanlara rağmen, bu kafadaki aymazlar Bakanların da bulunduğu bir törende denize indirilen gemiyi kutlamak adına yine sıkacak sağa sola… Ambulans bulunamadığı için adeta ölüme terk edilen insanların olduğu bu ülkede, dolmuşa çevrilen ambulanslar Anadolu yakasındaki Kadıköy’den, neredeyse Edirne’ye yakın bir yere, Çatalca’ya meslektaş ziyaretine gidebilir ve bu durum kimseyi rahatsız etmez. Özürlü asansörüne, hem de sekiz kişi doluşarak arıza yaptıran “akıllı”lar, kendilerini kurtaran belediye ekiplerine veryansın edip pişkin pişkin “Nerde bu devlet?! Bu ne rezalettir? Asansörde kaldık!” diyebilecek kadar ahmaklaşabilirler. Bu örnekler çoğaltılabilir.
Bazen ikileme düşüyorum; ya bize öğretilen tarih, anlatılan ecdat başkalarını tarihi, başkalarının ataları idi, ya da biz bir şeklide onlara layık olamayacak kadar yozlaştık, yozlaştırıldık. Yani düşünsenize Haliç’e gemileri karadan yürüterek indirebilecek kadar, Selimiye’de, aydınlatma için yanan mumların isinden çini mürekkebi üretmeyi akıl edecek kadar zeki, sağ elin verdiğini sol elin bile bilmediği cami kapılarındaki düzeni oluşturan hayırsever ecdada layık bir yaşam tarzı içinde miyiz acaba? Daha kurban edeceğimiz bir öküze bile sahip olamazken ecdadımızla övünmenin ne anlamı olabilir ki?
Ama umudum halâ var. Elbet bir gün bu durum değişecek. Biz görür müyüz bilemem, ama umarım torunlarımız birbirine daha saygılı, her şeyden önce hayata saygı duyan bir toplum oluşturmayı becerebilirler.
Haftaya görüşmek üzere hoşçakalın.

009.27.11.2008.Dar Alandaki Kısa Paslar

Dar Alandaki Kısa Paslar

Hepinize içten duygularla bir kez daha merhaba. Geçen hafta küçük bir teknik aksaklık sonucu 3üncü Köy’ün künyesinde sevgili arkadaşım Sefer SOYSAL’ın adı ve e-postası yayımlandı. Allah’tan bildiğimiz, tanıdığımız, sevdiğimiz bir arkadaşımızdı da “olur böyle şeyler” diyebildik. Maazallah ya liboşun, yağcının önde gideni birinin adı yayımlansa idi, halim nice olurdu değil mi ama?! Etrafta böyle “gevşek” tiplerden çok var, biliyorsunuz! Her neyse… Bu hafta aklıma takılan birkaç konuya kısa kısa değinmek istiyorum.
Yerel medyası kuvvetli bir şehir Bolu. Bolu Valiliği’nden alınan rakamlarla konuşmak gerekirse; günlük ya da haftalık periyodlarda yayımlanan 16 adet yerel gazete, 4 adet yerel radyo ve bir adet yerel televizyon faaliyet gösteriyor. Televizyonumuz Köroğlu TV’nin ne denli önemli olduğunu geçtiğimiz günlerde Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) tarafından faaliyetine ara verdirilinceye değin anlamamışız maalesef. Köroğlu TV’yi önemsemeyişimizin temelinde biraz da TV yönetiminin, pek de başarılı sayılmayacak yüzlerde ısrar etmesi yatıyordu belki de. Diksiyonu ve vurgulaması yanlışlarla dolu, vitrini yetersiz iki bayan spikerde, haberler haricinde eksik sayılabilecek ekstra programlardaki ısrarından vazgeçmiş görünen Köroğlu TV yönetimini, RTÜK müdahalesi sonrası süreçte doğru hamlelerinden ötürü kutlamak lazım geliyor kanımca. Özellikle haberleri, ulusal kanlardaki “anchorman” meslektaşlarından zerre eksiği olmaksızın sunan Umut DURA kardeşimizin bu görev için biçilmiş kaftan olduğunu söylemeliyim. Köroğlu TV logosunu göz ardı ederek izleyen herhangi biri, rahatlıkla Umut DURA kardeşimizin ulusal kanlardan birinde haber sunduğunu iddia edebileceğini düşünüyoruz. Eş dost arasında yapılan muhabbetlerde de bu yönde fikirlerle karşılaştığımdan çoğul konuşmakta sakınca görmüyorum. Açıkçası Köroğlu TV’nin “amiral gemisi” diyebileceğimiz haber ve sporun haricinde daha fazla programı ve farklı yüzleri Köroğlu TV ekranında görmek iyi olur. Ataklara devam!..
Bu arada Köroğlu TV’den bahsetmişken; her akşam haber bülteninin ardından yayımlanan Hava Durumu’nda Düzce’nin neden Marmara Bölgesi’nde ve neden Çanakkale’nin olduğu yerde gösterildiğine fena halde takmış vaziyetteyim. Ancak Köroğlu TV’den kaynaklanan bir durum değil sanırım bu. Zira bazı yapımların Yerel Yayımcılar Birliği (ya da adı her neyse bir grup) vasıtası ile, birliğe dahil yerel medyaya servis edildiğini duymuştum. Fakat Köroğlu TV’nin de bu konuya bir el atması lazım. Bilen bilir de, Köroğlu TV gibi bu hava durumu servisini alan diğer şehirler Düzce’yi Avrupa Birliği’ne girmiş bile zannedebilirler neme lazım!
Komşuluk ilişkilerinden ne haber sevgili dostlar? Komşularınızdan memnun musunuz? Ya siz; iyi bir komşu musunuz? Özellikle apartman hayatının fazlasıyla zor ve yıpratıcı olduğunda hemfikirizdir mutlaka. Para yediği iddia edilen, hatta çoğu zaman alenen para yiyen yöneticiler, bildiği halde buna ses çıkarmayan “kuzu” sakinler, gürültü patırtı yaparak ya da balkondaki temiz çamaşırın üzerine halı silkeleyerek komşusunu rahatsız eden, uyarıda bulunan ev sahibi sakinleri “beğenmiyorsan git!” diye kovabilen “terbiye yoksunu” ve “pişkin” kiracılar, aklı başında sakinleri türlü çeşit ayak oyunları ile çıldırtmayı kendine adet edinmiş “mikser” tipler… “Tüm bunların bir arada olduğu bir yer olabilir mi?” diye düşünüyorsanız, fazla araştırmayın. Böyle bir apartman, hemen yanı başınızda olabileceği gibi, bizzat o apartmanda yaşıyor bile olabilirsiniz!.. Açıkça söyleyeyim; apartmanda yaşamak bir kültür ise bizim o kültüre sahip olabilmemiz için yüz yıl bile yetersiz bir süre... Belli bir kültür seviyesine sahip, sosyal statü bakımından vasatın çok üzerinde insanların oluşturduğu sitelerde yaşayanları ayrı tutarsak, standart bir apartmanda hasbelkader kendine yer edinmiş insanların uyumsuzluk yaşaması doğal bir süreç. Tepkiyi fazla abartmadan, kimse ile yüz-göz olmadan oradan sessizce ayrılmak “kaçmak” değildir. Tam tersine düzeyini korumanın bir tezahürüdür.
Bu haftalık bu kadar… Haftaya tekrar birlikte olalım inşallah. Kendinize iyi bakın, üç beyazdan da uzak durun!

008.20.11.2008.Daha İnsancıl “Süper Kahramanlar”.

Daha İnsancıl “Süper Kahramanlar”

Merhaba değerli okuyucularım. Geçen hafta elde olmayan nedenlerle birlikte olamadık. Tamamen benden kaynaklanan bu sorun için özür diliyorum. Bu aralar bir hayli aktif olan “yedinci sanat” sinemaya değinmek istiyorum müsaadenizle.
Aslında epey zamandır üzerinde düşündüğüm ve üzerinde konuşmak istediğim bir durum var: İnsan yönü ön plana çıkarılan süper kahramanlar… 2005 yapımı bir Christopher Nolan filmi olan Batman Başlıyor (Batman Begins) ile başlayan, serinin yine Chris Nolan imzası ile çekilen ikinci halkası olan ve geçtiğimiz aylarda izlediğimiz Kara Şövalye (The Dark Knight) ile ayyuka çıkan bu olguyu, Daniel Craig tarafından canlandırılan sinema tarihinin en ünlü ajanı James Bond’un son iki macerasında da gördük. Hatta doğrudan alakalı olmamakla beraber Will Smith’in Charlize Threron ile başrolü paylaştığı Hancock’ta da bu insancıllığı görmek mümkün. Aslına bakarsanız Batman’i diğer “süper kahraman”lardan daha ayrı bir yere koymak lazım gelir. Zira tüm süper kahramanlar arasında “en insan” olanı Bruce Wayne/Batman’dir bence. Gücünü herhangi bir dünya dışı, ya da akıldışı yetenekten değil, sadece “zenginliğinden” alır. Ancak Yarasa Adam’ın son iki macerasında kahramanımız daha etten kemikten mamul, hata yapıyor, yaralanıyor, iyi mi kötü mü olduğunun ikilemine düşüyor. Serinin daha önceki filmlerinde janjanlı karakterler, akıl dışı etkinlikler izleyen Batman sempatizanlarına Batman’in bu hali daha güzel göründü. Elbette rol için seçilen Christian Bale’nin role kattığı yorum çok ama çok başarılı. Daha önce 2000 yılı yapımı Amerikan Sapığı (American Pscycho), 2002 yapımı İsyan (Equilibrium) adlı filmlerde boy gösteren Bale’nin oyunculuğundaki asıl zirve 2004 yılı yapımı Brad Anderson gerilimi Makinist (The Machinist) adlı filmdir. Zira filmdeki rolü için dile kolay, tam 38 kilo veren Bale, gerilimin çok yüksek dozda verildiği bu filmdeki rolü ile sinema izleyicisinin gönlünde yer edinmiş bir oyuncu.
007 yaftalı ajan James Bond’a gelince; o da serinin 1962 yılına rastlayan başlangıcından bu yana her daim dünyanın hâkimi olmak isteyen düşman tiplemeleri ile savaşıp, hep kazanan ve dünyayı kurtaran adam oldu. Tüm bunları yaparken de “Bond Kızları” adı verilen ve birbirinden güzel kadınlarla birlikte olmayı ihmal etmedi. Kendisi ile özdeşleşen içki Martini’si, adını verdiği şifreli çantası, havalı Aston Martin otomobili, Omega saati ve Teknisyen Q’nun akla ziyan teknolojik oyuncakları ile Bond, faka basmayan, alabildiğine çapkın bir (süper) kahraman portresi çizdi. Ta ki; daha önceleri Sean Connery, George Lazenby, Roger Moore, Timothy Dalton ve Pierce Brosnan’ın tarafından canlandırılan Bond rolü için yapımcılar tarafından Daniel Craig seçilene değin… 2006 yapımı Casino Royale’de bambaşka bir Bond profili sunuldu izleyiciye. Craig’in fizyonomisi tepki aldı önce: “Sarışın Bond mu olurmuş” diyenlerin hiç İngiliz görmediklerini düşündüren bu saçma söylemin ardından filme tepkiler gelmeye başladı. Sıkça faka basan, kararsız, kadınlara cinsel obje gözüyle bakmayan, hatta onlara âşık olabilen ve aşık olduğu kadının ihanetine uğrayan daha düşük profilli bir Bond, kimseleri memnun edemedi. Tam bu tepkiler durulmuşken Craig tarafından canlandırılan Bond bir kez daha yüzünü beyaz perdeden gösterdi Quantum Of Solace ile… Tepkiler de kaldığı yerden devam etti elbette… Yine sıkça kavga eden, dayak yiyen, yara bere içinde kalan, çapkınlıktan uzak, Aston Martin yerine Ford kullanan, Martini yerine diyet kola içen Bond, herkes tarafından yerden yere vurulmayı sürdürüyor.
Peki, acaba yapımcılar neden böyle bir yolu tercih ettiler? Aslında gerçek yaşamda oluşması pek de muhtemel olmayan şeyler yapabilen tipler neden daha insani hale getirildi? Sinema zaten mantıkdışı olayların cereyan edebildiği serbest bir dünya değil mi? Aha gerçek kahramanlar izleyiciyi sıkamayacak mı? Bunlar gibi bir yığın soru daha sorulabilir. Kişisel kanaatim yapımcıların tuttuğu bu yeni yolun doğru olduğu yönünde. Teknolojinin nimetlerinin sonuna kadar kullanarak çekilen dijitalize kahramanlar yerine, ete kemiğe büründürülmüş, daha insani karakterler, beni iki saat boyunca salakça perdeye bakmak yerine üzerlerinde düşünmeye itiyor. Ve emin olun önümüzdeki günlerde sinemadaki alışılageldik “sığ” bakış açısı ve yorum bu yöne doğru kayacak.
Bu haftalık bu kadar... Hepinize sevgilerimi sunuyorum…

007.06.11.2008.Biten Bir Sezonun Ardından…

Biten Bir Sezonun Ardından…

Merhabalar sevgili dostlar. Geçtiğimiz haftanın ana gündem maddesi gazeteci Can Dündar’ın kaleminden çıkan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün “özel” yaşamından kesitler sunduğu iddia edilen Mustafa adlı belgesel filmdi. Film gösterime girmesi ile birlikte tartışmaların da odağında kaldı. Filmde anlatılanlar gerçeği yansıtır mı, yansıtırsa ne kadarını bunları tartışmayacağım. Ancak bana ilginç gelen bir noktayı sizlerle paylaşmadan edemem: Filmi ve filmde anlatılanları savunanlar ile bu belgeselin şiddetli karşıtlarının arasında cereyan eden tartışmaların, alışılmadık biçimde “bel altı”na vurmadan ve mümkün olabilecek en üst düzeyde saygı çerçevesinde cereyan etmesi idi. Genelde tam tersi durumlar ile, kamplaşmalarla karşılaştığımızdan bu durumu hem garipsedim, hem de düzeyin saygı çerçevesi içerisinde olmasından haz duydum. Ortalık durulduğunda, ben de fikir beyan ederim; belki…
Bir sezon daha sona erdi Formula 1’de. Geçtiğimiz Pazar akşamı Türkiye saati ile 19’da başlayan ve son yıllarda izlediğim en heyecanlı yarışlardan biri olan Brezilya yarışı ile Formula 1 kumpanyası perdelerini 2009’un Mart ayına değin kapattı. Brezilyalı sürücü Felipe Massa, kendi evinde koşulan ve en ön sıradan başladığı yarışı, başladığı sırada tamamlamasına rağmen sezon şampiyonluğunu genç ve antipatik İngiliz yarışçı Lewis Hamilton’a kaptırdı. Aslında Sezen Cumhur Önal’ın dilimize pelesenk ettiği tabirle “çikolata renkli” ve fizyonomi itibarıyla sempatik olan, ancak iki sezondur yaptığı sıra dışı ve itici hareketlerden dolayı kuşkusuz pistlerdeki en nefret edilen adam haline gelen Hamilton, Brezilya yarışının son turunda biraz şaibenin çokça da “balının” yardımı ile kendisine gereken kadar puanı alarak tarihin en genç Formula 1 şampiyonu unvanını elde etti. Bir Ferrari taraftarı (yani Tifosi) olarak hop oturup hop kalkarak izlediğim yarışın son turlarındaki heyecana inanın yürek dayanmazdı. Ancak sonuçtan memnun olmadım ve Felipe Massa kadar olmasa da büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmeliyim. Felipe’ye böyle bir heyecan yaşatmasında ötürü teşekkür etmek lazım. Bu arada tüm antipatisine rağmen Hamilton’a da, aleyhinde dile getirilen ırkçı söylemlerden dolayı özür borçlu olmalı insanlar. Geliştirdiği davranış kalıplarının, derisinin rengi ile alakası olduğunu düşünmüyorum zira. Ne “beyaz” adamlar ne “kara” işlere imza atıyorlar hayatta! Her neyse… Mart ayında başlayacak olan 2009 sezonunda daha renkli ve çekişmeli yarışlar izleme şansımız olacağını umuyorum. İstanbul Ticaret Odası (İTO) eski başkanı Mehmet Yıldırım’ın ülkesine attığı en büyük kazıklardan biri olan İstanbul Park pistinin işletmeciliğini bile beceremeyip, Formula 1 Organizasyonu’nun sahibi Bernie Ecclestone’ye devrettiğimizden “bizim organizasyonumuz” diyemeyeceğimiz Formula 1 Türkiye Yarışı önümüzdeki yıl Mayıs yerine Haziran ayında koşulacak. Bunu da hatırlatmış olalım.
Son olarak geçen hafta içinde cereyan eden bir başka olayda ise maalesef sinirlerimiz bozuldu. Öncelikle “olaydaki kişi ve yerlerin başka kişi ya da yerlerle ilgisi yoktur” uyarısını yapmalıyım! Olay Patagonya’da cereyan etmiş. Ülkenin tanınmış yazarlarından olan ve belli bir kesim tarafından baş tacı edilen Ussain Doesnotupset, reşit olmayan, yani yaşı 18’in çook altında bir kız çocuğuna tecavüz etmiş. Çocuğun ailesi de, durumdan haberdar olmalarına rağmen, yazara saygıda kusur etmemek için (!) ses çıkarmamış. Ülkedeki hükümet ise kendi çizgisine yakın duran bu yazarı kurtarmak ve onun gibileri koruma altına alabilmek için yasada değişiklik yapmaya hazırlanırken, koyun misali her şeyi kabullenen Patagonya halkı, her nasılsa ufak yollu bir tepki göstermiş. Basiretli Patagonya hükümeti de yasal düzenlemeden şimdilik vazgeçip, manipülasyon yoluyla bu değerli (!) yazarı kurtarmış. Ancak bu manipülasyon biraz aşikar olmuş, çünkü işlerin oldum olası yavaş yürüdüğü Patagonya’da, normalde 6 ay ile bir yıl arasında bir zaman içinde çıkabilecek bir rapor, azıcık baskı ile bir aydan biraz fazla bir sürede, hem de bu efendi ağanın lehinde çıkıvermiş! Hemen tahliye edilen bu saygıdeğer (!) şahıs, çıkışta kendisine yöneltilen sorulara cevaben, şeytanı işe karıştırınca bir mucize eseri şeytan dile gelmiş; “Beni niye karıştırıyorsun lan p…enk! Ben mi dedim sana sübyancı ol diye?!” şeklinde, biraz da terbiye kalıplarının dışına taşarak, yazara çıkışmış. Vah vah vah! Allah’a şükür bu tür olaylar ancak Patagonya’da oluyor. Ülkemiz bu açıdan belli bir olgunluk seviyesine çoktan ulaşmış vaziyette. Darısı Patagonyalılar’ın başına.
Sevgilerimi sunarak izninizi talep ediyorum. Haftaya yeniden karşınızda olmaya çalışacağım. O güne değin esen kalın…

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...