11 Şubat 2009 Çarşamba

001.14/01/2008 Sinopsis (Bolu Gazetesi)

Tekrar merhabalar. “Tekrar” diyorum, zira aranızda beni “sinopsis” adlı sinema yazılarımdan anımsayanlar olabilir. Bundan böyle farklı bir platformda, bilindik üslubumla, fakat biraz daha serbestçe ve küçük yeniliklerle, elimden geldiğince yine sinema yazmaya devam edeceğim. Caner Başkan'ın “Bize katılır mısın?” davetini görev telakki edip katıldım yeni aileme heyecanla... İnşallah Allah utandırmaz ve inşallah siz değerli okuyucularımla uzunca bir zaman bir arada olur, fikirlerimizi paylaşabiliriz.
Sinema için kısır bir dönemde olduğumuzu iddia etmekte bir sakınca görmüyorum. Tamam, önce Beyaz Melek, ardından Kabadayı ile “milyon” kişilik izleyici sınırını aşan Yerli Sinema, Altın Pusula ve Beowulf gibi iki fantastik öyküyle popülaritesini devam ettiren Hollywood'a rağmen gerçekten çok vurucu, çok ses getiren, ödül avcısı statüsüne erişmiş filmleri hasretle beklediğimiz bir dönemdeyiz. Örneğin National Treasure : Book of Secrets (Büyük Hazine : Sırlar Kitabı) (imdb puanı: 6,9) adlı devam filmini izleyip tatmin olanınız var mı bilemiyorum. Devam filmlerinin neredeyse tamamında rastladığımız hastalıklarından olan ilk filme göndermeler ile ilkine zerre kadar yaklaşamayan konu ve olay örgüsü maalesef bu filmde de karşımıza çıkıyor. Niye National Treasure 2 demediklerini ise anlamış değilim. Sanırım yapımcıların olaya gizem katarak izleyiciyi sinema salonuna çekebilmek için kullandığı bir taktik olsa gerek. Reklamcılar bu taktiğe “teaser” diyor ya uzun metrajlı sinemada fragmanlar yolu ile çokça rastladığımız bu durum, bir izleyici olarak beni rahatsız ediyor. Filme dönersek olumlu şeyler söylemem çok zor. Nicholas Cage gibi çok sevdiğim ve kariyerindeki her filmle sağlam performanslar çizen bir aktör için çok ta gerekli, olmazsa olmaz bir film değil NT:BoS. Filmde gördüğümüz İngiltere Kraliçesi'nin çalışma odasına basit bir planla izinsiz giriş ve ABD Başkanı'nın kelimenin tam anlamı ile “idiotik” bir organizasyonla kaçırılması gibi absürd durumlar göze hoş gelmediği gibi, inandırıcılıktan da uzak. Bir yenilik olarak filmlere ben de not vereceğim. İşte bu filme vereceğim not: 10 üzerinden 5,5. O da Nicholas Cage'in gül hatırına!..
Sinemalarımızda görmek için can attığım bir film var. Sağlam kurgusu, karamsar bir yakın gelecek öngörüsü ve Will Smith'in tek kelime ile harika oyunculuğu ile I am Legend (Ben Efsaneyim) (imdb puanı: 7,4). Filmle ilgili olarak söyleyebileceğim küçük olumsuzluklardan ilki, Stephen King'in The Cell (Cep) adlı romanına çok benzeyen konusu. Romanda cep telefonlarından yayılan bilinmeyen bir frekansla çıldıran ve vahşileşerek insanlıktan çıkan güruhun filmde, kanser tedavisi amacıyla uygulanan aşının kontrolden çıkması ile çıldıran insanlar topluluğuna dönüşmesi gibi bir durum var. Acaba Stephen King de bu benzerliği farketmiş midir bilinmez. Yönetmen Francis Lawrence’nin, salgın sonrası ortamı ve Will Smith'in köpeği ile yaşadığı yalnızlığını anlatırken yarattığı atmosfer son derece ürpertici. Salgın öncesi kalabalık ve işlek olan caddelerin, salgından sonra üzerinde vahşi hayvanların gezindiği, otların bürüdüğü bomboş yerlere dönüşmesi muhteşem bir görsellikle anlatılmış. Will Smith ise, Will Smith işte. Ne diyeyim ki başka?! Abartısız, kendinden emin ve inandırıcı oyunculuk nasıl olur sorusuna soyut değil, ete kemiğe bürünmüş bir yanıt vermek gibi bir şey Smith'in I am Legend'daki oyunculuğu. Aklımı kurcalayan bir konu da Will Smith'in oynadığı Robert Neville karakterinin, askeri disiplin almış biri olmasına rağmen neden analitik düşünemediği ve bir yerlerde sağlıklı insanların kurduğu koloniler olabileceği gerçeğini hiç aklına getirmeden olduğu yerde salgına neden olan virüsle ilgili çalışmalar yapmaya devam etmesi... Herşeye rağmen iyi bir film ve benden 10 üzerinden 8,5 puan alıyor. Bolu'daki salonlara gelmesi halinde sakın kaçırmayın derim.
Bir diğer yenilik de sinopsis'te TV dizilerine de, ama yerli olanlarına değil, yer verecek olmamız. Buna bağlı olarak ilk konuğumuz House M.D. adlı dizi. Amerika'da FOX kanalında yayımlanan dizi ülkemizde maalesef paralı dijital platform Digiturk’ün Dizimax kanalında gösteriliyor. Hastanede geçen konusuna rağmen E.R. ve Grey's Anathomy gibi dizilerle kıyas kabul etmeyecek kadar farklı bir konsepti var dizinin. Küçük yaşlarda geçirdiği bir rahatsızlık ve yanlış tedavi yüzünden kaslarını kaybettiğinden bir bastona dayanarak yürüyebilen Doktor Gregory House ve çevresindeki birbirinden yetenekli üç doktorun hikayesi anlatılıyor dizide. İsmini zikrettiğim diğer hastane temelli dizilerinden farklılığı ise, Dr. House'un tanı konulamayan zorlu hastaların durumunu bir polisiye vaka gibi algılayarak, hastalığı yardımcılarıyla birlikte polisiye yöntemlerle çözmesi... Hugh Laurie'nin huysuz, katı fakat son derece doğrucu (hatta çoğu zaman kırıcı olacak kadar doğrucu) ve zeki bir karakter olan Dr. House'u canlandırırken çizdiği performans son derece üst düzey. Lost, Prison Break ve Heroes gibi çok izlenen ve dünyada popülaritesi yüksek dizilerden sonra, farklı bir tat arayan TV izleyicileri için son derece iyi bir seçim House M.D. imdb'nin henüz notlandırmadığı diziye benim vereceğim not 10 üzerinden 8. İki puanı neden kestiğimi sorduğunuzu varsayarak yanıtlayayım: Tıbbi terimlerin gereğinden fazla kullanılıyor olması!..
Bu haftalık bu kadar... Tüm okuyucularıma sevgiler sunuyor ve haftaya Pazartesi tekrar beraber olma umuduyla hoşçakalın diyorum.

Hiç yorum yok:

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...