11 Şubat 2009 Çarşamba

016.28/04/2008 Sinopsis (Bolu Gazetesi)

Selam ve sevgi sunarak bir haftaya daha başlıyoruz. Bu hafta bir küçük değişiklik yaparak sinema haricinde bir şeyler karalamaya karar verdim.
Aklımı kurcalayan bir şey var. Aslında birden çok şey aklımı kurcalıyor ya, birinden başlamak lazım! Elinizde fatura, onu ödemek için bir gişeye mutlaka yolunuz düşmüştür. Fatura bedeli küsuratlı da olsa bütün para uzatıp, doğal olarak üstünü bekliyorsunuz. Örneğin ödemeniz gereken tutar 49 Lira 91 Kuruş olsun. Sorarım size hanginize 9 kuruş para üstü veren biri oldu?! Cevap belli: Hiçbirinize… Bu yalnızca fatura öderken karşılaştığımız bir sorun değil, marketlerden alışveriş ederken de bu duruma sıkça rastlıyoruz. “Para üstü” statüsündeki bu ufaklıklar makro ekonominin ne kadarını işgal ediyor bunu çok merak ediyorum. Yanlış anlaşılmasın; üç kuruş-beş kuruş muhabbeti değil yaptığım. Satılan mal adedi belli, tahsil edilen fatura tutarı belli olduğuna göre, gün sonunda acaba bu küsuratlar damlaya damlaya ne kadar büyük bir göl oluşturuyor ve bu gölden kimler ne oranda nemalanıyor? Hakkını, para üstünü alamayan herhangi bir vatandaşın aylık ya da yıllık bütçesinde ne kadarlık bir gedik oluşuyor? Ayrıca madem kullanılmayacaktı neden 1 Kuruşluk madeni bozukluklar basıldı? Şeytan ayrıntıda gizlidir ya, aslında bu soruların temelinde yatan da işte o! İtiraf edeyim çoğu kez bu sebeple ödemelerimi yaparken bankamın internet şubesini kullanıyor, alışverişlerimde nakit yerine banka kartımı tercih ediyorum. Kârda mısın derseniz; kârla bir alakası yok da, en azından içim rahat…
İşten güçten fırsat bulup şehre indiğimde şahit olduğum bir hal var. Aslında hayatımızın ve yaşam enerjimizin nerelere odaklandığıyla ilgili bir durum bu. Bankalar hınca hınç dolu, kurumların fatura ödeme merkezlerinde kuyruklar had safhada, kısacası paranın odakta olmadığı bir ortam yok gibi. “Yaşamak için para” düşüncesinin yerini “para için yaşamak” almış sanki. Herkes hesap - kitap peşinde. Kredi alanlar, ödemesi olanlar, çek-senet verenler… Hal böyle olunca da insan maalesef hayatının merkezinde olması gereken asıl şeyleri boşluyor, hatta bunlardan bazılarını ıskalamak zorunda kalıyor. Aşk, ailevi değerler, sağlık ve daha bir sürü şey… Farkında mısınız, herkes çocuklarının “iyi kazanacağı” bir işe kapağı atması için çılgınca bir yarış içinde?! Meslek demiyorum dikkat edin, “iş”. İlköğretim çağından itibaren çocuklar, hani sık kullanılan deyimdeki gibi “yarış atı” moduna sokuluyorlar. Sanki bu ezberci eğitim tarzı çok başarılı nesiller ortaya koymuş gibi… Oysa asırlar boyunca dünyada tek süper güç olan Osmanlı’da, devletin bir sonraki yöneticisi olmaya namzet Şehzadeler bile mutlaka bir zanaat, bir el becerisi öğrenmek zorundaydı. Yakın zamana değin ebeveynler çocuklarını bir zanaat öğrenebilmeleri adına “eti senin, kemiği benim” diyerek bir zanaat erbabının yanına verirdi. Günümüzde tek tük kalan geleneksel el sanatları, kalan son ustaların da, Allah gecinden versin, vefatı ile unutulup gitme tehlikesi ile karşı karşıya. Yazık, ne diyeyim!..
Bir reklam çekimi için geçtiğimiz hafta Türkiye’ye gelen bir stardan bahsetmek istiyorum şimdi de. Lost dizisinin Sawyer’i Josh Holloway bahse konu star... Ülkemize ayak basmasından itibaren ilgi odağı olan ve reklam çekimi haricinde birçok promosyona katılan Holloway, 18 Nisan Cuma gecesi Kanal D televizyonunda yayımlanan Beyaz Show programında da boy gösterdi. “Ne var bunda? Saat başı “star” geliyor Türkiye’ye. Hatta erken kalkan her vatandaş ta, azıcık bir şansla star olmaya namzet değil mi zaten?” diyebilirsiniz. Haklısınız da… Ama şunu iddialı bir biçimde söyleyebilirim ki, Josh Holloway gibi bir “star” dünya üzerinde iki elin parmaklarını geçemeyecek kadar az. Denizaşırı uçuştan kaynaklanan jetlag durumuna, sabahın dört buçuğunda kalkıp reklam çekiminde onca saat yorulmasına rağmen, sevilen şovmen Beyazıt Öztürk’ün programında sergilediği sempatik tavırlarla sağlam bir alkışı hak ettiğine inanıyorum. Lost dizisini izlediğimi bilen, ancak bu diziden pek hazzetmeyen annem bile, benim kırık dökük İngilizce çevirime rağmen, Holloway’i son derece sempatik buldu. Kameralar, kablolar, uydular, receiverlar ve TV setleri gibi, aradaki onlarca elektronik donanıma rağmen bu sempatiyi, bu enerjiyi izleyiciye ulaştırabilmek sanırım her babayiğidin harcı değildir. Paris Hilton tarzı görgüsüz tiplere rağmen, bizim “star”larımızdan en büyük farkı bu yabancı starların. Siyasetçisinden, sanatçısına adeta koruma ordusu ile dolaşan bizimkilere “Halka rağmen ünlü” diyorum ben. Helal olsun Josh Holloway ve onun tarzında olan tüm starlara. Bizim ultra korumalı, bariyerli starlara da ibret olsun… Ha bir de şu aklıma geldi: Dedik ya birkaç promosyona katıldı diye Holloway’i; bunlardan birinde kalabalıktan bir densiz, adamcağıza cinsel ilişki teklif etmez mi? Neyse ki dürüst adammış ki, işi cıvıklığı vurup “Neden olmasın?!?” tarzı bir cevap vermedi. Alyansını göstererek kibar bir dille evli olduğunu hatırlattı bu kepazeye. Ne günlere kaldık Ya Rabbi!? İşler bu boyuta geldiyse eğer, vay halimize!..
Bana tahammül gösterdiğiniz için teşekkürler. Haftaya yeniden asıl konumuza dönüş yapıp, sinemanın dahi çocuğu Woody Allen’dan bahsedeceğiz. Pazartesi tekrar görüşmek üzere… Hoşçakalın.

Hiç yorum yok:

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...