Tüm okuyucularımıza sevgiler sunarak başlamak istiyorum. Dolu dolu ve hatta biraz yoğun geçen haftanın ardından tekrar sizlere ulaşabiliyor olmak beni mutlu kılıyor, dinlendiriyor adeta.
Size de olur mu bilmem ama benim, özellikle bu aralar, sıkça başıma gelen bir durumdan bahsetmek isterim. Yıllar önce izleyip çok ama çok beğendiğiniz bir filmi, aradan geçen yılların ertesinde tekrar izlediğinizde “aman be; bu muymuş o yıllar önceki muhteşem şey!” diyerek burun kıvırmaktan bahsediyorum. Dedim ya yakın zamanda çok sık bu düşünce ile karşılaştım. Örneğin 1973 yapımı Michael Crichton filmi Westworld (Batı Dünyası) ve 1976 yapımı John Schlesinger yönetimindeki Marathon Man (Vahşi Koşu)… Özellikle Westworld’ü ilk izlediğimde fazlasıyla etkilendiğimi söylemeliyim. Usta oyuncu, efsane dazlak, merhum Yul Brynner’in canlandırdığı insan görünümlü robot, çok ilginç ve dönemine göre hayli ileri seviyede bir konseptti. Terminator serisi ile terminoloji değişti; “insan görünümlü robot” yerini “sibernetik organizma” terimine bıraktı. Westworld TV’de ilk kez, o dönemde tek TV kanalı olan TRT’de yayımlanmıştı. İlginçtir TRT aslında bilim kurgu olan bu filmi, Pazar günleri yayımlamayı adet edindiği “Western Kuşağı”nda yayımlamıştı. Hayal dünyamın gelişmesinde önemli bir kilometre taşı olduğunu düşündüğüm Westword’ü piyasada, hatta internette çok aradım, ancak maalesef geçen haftaya kadar bulamadım. Bulup izlediğimde ise yıllar önceki o tadı bulamadığımı biraz da üzüntü ile fark ettim. Tabii aradan geçen yıllar boyunca izlediğimiz ve değişik tadlar aldığımız bilim kurgu sinemasının gelişmesinin de, Westworld’ü bu denli “yavan” bulmamdaki sebeplerden biri olduğu aşikâr. İnsanlarca üretilen, ancak kontrolden çıkarak onlara başkaldıran makineler düşüncesinin temeli Westword ise, zirvesi Terminator’dür emin olun. Makineler başkaldırmakla kalmıyor, insan neslini kendilerine köle yapacak kadar da ileri gidiyordu. 2009 yılının ikinci çeyreğinde, başrolünde yeni neslin kaliteli oyuncularından Christian Bale’nin oynayacağı Terminator serisinin dördüncü halkası vizyona girecek, belki duymuşsunuzdur. TV’de ise Terminator: The Sarah Conor Chronicles (Terminatör: Sarah Conor Günlükleri) adlı dizi ile biraz daha derinlemesine işlenmişti bu konu. İşte bu yüzden, Honda’nın ürettiği ve başlangıçta uyuz bir eşek kadar hız yapabilen, bugünlerde ise merdivenleri koşarak çıkabilecek ve tanıştığı kişilerin yüzlerini tanıyabilecek kadar geliştirilen robot Asimo’nun bana korkutucu geldiğini itiraf etmek isterim. Teknofobi denebilir mi bu korkuya bilemiyorum (Fobi demişken www.korku.org internet adresinde fobilerle ilgili uzun bir liste olduğunu söyleyeyim). Konumuza dönersek; eski bir filmden geçmişteki tadı alamama durumunun bir diğer örneği de, başta bahsettiğim filmlerden biri olan Marathon Man. ABD’nin, kendi yarattığı “küresel terörizm” den önceki yapay düşmanlarından olan Nazizm alt metnini bünyesinde barındıran filmde Dustin Hoffman, Laurence Olivier, Roy Scheider ve William Devane başrollerde boy gösteriyor. Eski bir savaş suçlusu olan ve bir Orta Amerika ülkesinde saklanan eski SS subayı Doktor Christian Szell, kardeşinin saçma sapan bir trafik kazasında öldüğünü öğrenip, kılık değiştirerek ABD’ye geliyor. Amaç intikam almak gibi görünse de, aslında beyaz saçlarından dolayı Der Weisse Engel (Beyaz Melek) denilen Szell’in gerçek amacı, yıllar önce toplama kamplarındaki Yahudilerden toplayarak edindiği servetini kaptırma korkusudur. Gerçekten usta oyuncuların performans gösterdiği filmi ilk izlediğimde olay örgüsü ve kurgu hoşuma gitmişti. Özellikle, aslında Diş Hekimi olan Szell’in Dustin Hoffman’ın dişleri ile “ilgilendiği” sahne sinema tarihinde fenomen olmuş, günümüzdeki filmlerin bazılarındaki işkence sahnelerinde kullanılmıştır. Ama dedim ya, aradan geçen yıllar, gelişen teknoloji ve insanoğlunun tatminsizliği gibi klasik nedenlerden ötürü KanalD Home Video’dan DVDsi çıkan bu film de, yakın zamanda tekrar izlediğimde damağımda, aynen Westworld’de olduğu gibi, üst düzey bir tat bırakamadı. Bu arada filmle gerçek hayat arasında bir benzerlik de geçtiğimiz günlerde medyaya yansıdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Mauthausen Toplama Kampı’nda tutsaklara “deney” amacıyla işkence eden ve “Doktor Ölüm” olarak anılan Aribert Heim’ın, kaçıp saklandığı Şili’de sıkıştırıldığı haberi düştü haber ajanslarına. Bu ilginç adamın, en az kendisi kadar ilginç “deney”leri arasında; acıya dayanma seviyelerini ölçmek adına insanların kol ve bacaklarını anestezi kullanmadan kesmek, deneklerin kalplerine su, çeşitli zehirler ve hatta petrol enjekte etmek gibi sapıkça davranışlar bulunuyor. Yaptığı tüm işkenceleri ayrıntılı bir günlük tutarak kaydeden ve yaklaşık 40 yıldır firari olan Heim’ı, Almanya ve Avusturya Hükümetlerinin desteğini arkasına alan ünlü Musevi Nazi Avcısı Efraim Zuroff ve Zuroff’un başında olduğu vakıf yaklaşık 500bin dolar ödül koyarak arıyor. Ayrıca Heim’ın yatırımları ve yüklü miktardaki banka hesabı uzun zamandır pasif durumda. Şili’de sıkıştığı tahmin edilen Heim’ın, yakalandığında hangi merciler tarafından mahkeme edileceği ise merak konusu. Olup bitenler filmde anlatılanlara yakın değil mi sizce de?
Bu haftalık sizlerden ayrılmadan önce, önümüzdeki hafta bir süredir uzak kaldığımız sinema ile ilgili konuşacağımızı belirtmek istiyorum. Özellikle değerlendirmek istediğim film ise, bu yılın ürünlerinden Renny Harlin’in yönettiği Cleaner (Temizleyici). Sağlıklı ve mutlu günler diliyorum. Her şey gönlünüzce olsun.
Size de olur mu bilmem ama benim, özellikle bu aralar, sıkça başıma gelen bir durumdan bahsetmek isterim. Yıllar önce izleyip çok ama çok beğendiğiniz bir filmi, aradan geçen yılların ertesinde tekrar izlediğinizde “aman be; bu muymuş o yıllar önceki muhteşem şey!” diyerek burun kıvırmaktan bahsediyorum. Dedim ya yakın zamanda çok sık bu düşünce ile karşılaştım. Örneğin 1973 yapımı Michael Crichton filmi Westworld (Batı Dünyası) ve 1976 yapımı John Schlesinger yönetimindeki Marathon Man (Vahşi Koşu)… Özellikle Westworld’ü ilk izlediğimde fazlasıyla etkilendiğimi söylemeliyim. Usta oyuncu, efsane dazlak, merhum Yul Brynner’in canlandırdığı insan görünümlü robot, çok ilginç ve dönemine göre hayli ileri seviyede bir konseptti. Terminator serisi ile terminoloji değişti; “insan görünümlü robot” yerini “sibernetik organizma” terimine bıraktı. Westworld TV’de ilk kez, o dönemde tek TV kanalı olan TRT’de yayımlanmıştı. İlginçtir TRT aslında bilim kurgu olan bu filmi, Pazar günleri yayımlamayı adet edindiği “Western Kuşağı”nda yayımlamıştı. Hayal dünyamın gelişmesinde önemli bir kilometre taşı olduğunu düşündüğüm Westword’ü piyasada, hatta internette çok aradım, ancak maalesef geçen haftaya kadar bulamadım. Bulup izlediğimde ise yıllar önceki o tadı bulamadığımı biraz da üzüntü ile fark ettim. Tabii aradan geçen yıllar boyunca izlediğimiz ve değişik tadlar aldığımız bilim kurgu sinemasının gelişmesinin de, Westworld’ü bu denli “yavan” bulmamdaki sebeplerden biri olduğu aşikâr. İnsanlarca üretilen, ancak kontrolden çıkarak onlara başkaldıran makineler düşüncesinin temeli Westword ise, zirvesi Terminator’dür emin olun. Makineler başkaldırmakla kalmıyor, insan neslini kendilerine köle yapacak kadar da ileri gidiyordu. 2009 yılının ikinci çeyreğinde, başrolünde yeni neslin kaliteli oyuncularından Christian Bale’nin oynayacağı Terminator serisinin dördüncü halkası vizyona girecek, belki duymuşsunuzdur. TV’de ise Terminator: The Sarah Conor Chronicles (Terminatör: Sarah Conor Günlükleri) adlı dizi ile biraz daha derinlemesine işlenmişti bu konu. İşte bu yüzden, Honda’nın ürettiği ve başlangıçta uyuz bir eşek kadar hız yapabilen, bugünlerde ise merdivenleri koşarak çıkabilecek ve tanıştığı kişilerin yüzlerini tanıyabilecek kadar geliştirilen robot Asimo’nun bana korkutucu geldiğini itiraf etmek isterim. Teknofobi denebilir mi bu korkuya bilemiyorum (Fobi demişken www.korku.org internet adresinde fobilerle ilgili uzun bir liste olduğunu söyleyeyim). Konumuza dönersek; eski bir filmden geçmişteki tadı alamama durumunun bir diğer örneği de, başta bahsettiğim filmlerden biri olan Marathon Man. ABD’nin, kendi yarattığı “küresel terörizm” den önceki yapay düşmanlarından olan Nazizm alt metnini bünyesinde barındıran filmde Dustin Hoffman, Laurence Olivier, Roy Scheider ve William Devane başrollerde boy gösteriyor. Eski bir savaş suçlusu olan ve bir Orta Amerika ülkesinde saklanan eski SS subayı Doktor Christian Szell, kardeşinin saçma sapan bir trafik kazasında öldüğünü öğrenip, kılık değiştirerek ABD’ye geliyor. Amaç intikam almak gibi görünse de, aslında beyaz saçlarından dolayı Der Weisse Engel (Beyaz Melek) denilen Szell’in gerçek amacı, yıllar önce toplama kamplarındaki Yahudilerden toplayarak edindiği servetini kaptırma korkusudur. Gerçekten usta oyuncuların performans gösterdiği filmi ilk izlediğimde olay örgüsü ve kurgu hoşuma gitmişti. Özellikle, aslında Diş Hekimi olan Szell’in Dustin Hoffman’ın dişleri ile “ilgilendiği” sahne sinema tarihinde fenomen olmuş, günümüzdeki filmlerin bazılarındaki işkence sahnelerinde kullanılmıştır. Ama dedim ya, aradan geçen yıllar, gelişen teknoloji ve insanoğlunun tatminsizliği gibi klasik nedenlerden ötürü KanalD Home Video’dan DVDsi çıkan bu film de, yakın zamanda tekrar izlediğimde damağımda, aynen Westworld’de olduğu gibi, üst düzey bir tat bırakamadı. Bu arada filmle gerçek hayat arasında bir benzerlik de geçtiğimiz günlerde medyaya yansıdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Mauthausen Toplama Kampı’nda tutsaklara “deney” amacıyla işkence eden ve “Doktor Ölüm” olarak anılan Aribert Heim’ın, kaçıp saklandığı Şili’de sıkıştırıldığı haberi düştü haber ajanslarına. Bu ilginç adamın, en az kendisi kadar ilginç “deney”leri arasında; acıya dayanma seviyelerini ölçmek adına insanların kol ve bacaklarını anestezi kullanmadan kesmek, deneklerin kalplerine su, çeşitli zehirler ve hatta petrol enjekte etmek gibi sapıkça davranışlar bulunuyor. Yaptığı tüm işkenceleri ayrıntılı bir günlük tutarak kaydeden ve yaklaşık 40 yıldır firari olan Heim’ı, Almanya ve Avusturya Hükümetlerinin desteğini arkasına alan ünlü Musevi Nazi Avcısı Efraim Zuroff ve Zuroff’un başında olduğu vakıf yaklaşık 500bin dolar ödül koyarak arıyor. Ayrıca Heim’ın yatırımları ve yüklü miktardaki banka hesabı uzun zamandır pasif durumda. Şili’de sıkıştığı tahmin edilen Heim’ın, yakalandığında hangi merciler tarafından mahkeme edileceği ise merak konusu. Olup bitenler filmde anlatılanlara yakın değil mi sizce de?
Bu haftalık sizlerden ayrılmadan önce, önümüzdeki hafta bir süredir uzak kaldığımız sinema ile ilgili konuşacağımızı belirtmek istiyorum. Özellikle değerlendirmek istediğim film ise, bu yılın ürünlerinden Renny Harlin’in yönettiği Cleaner (Temizleyici). Sağlıklı ve mutlu günler diliyorum. Her şey gönlünüzce olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder