Merhabalar. Ne zamandır gitmeyi planladığım, ancak bir türlü gitme fırsatı bulamadığım bir filmden bahsedeceğim bu hafta.
Beyaz Melek’ten (imdb puanı: 7,3) bahsediyorum elbette… Açıkçası bu filme gitmeyi bu denli sürüncemede bırakmamın temel nedeni, Abdullah Bazencir’in bu ilk yönetmenlik denemesinin bir fiyasko olmasından korkuyor olmamdı. “Abdullah Bazencir mi? O da kim?” dediğinizi duyar gibiyim. Mahsun Kırmızıgül’ü, asıl adıyla zikrettim yalnızca. Son yıllarda üretkenlik kazanan, fakat “vurucu” statüsünde filme az rastladığımız Türk Sineması’nda, belki de yakın zamanda “başyapıt” kategorisine yükselecek bir eserle karşı karşıyayız sevgili okuyucular. Neresinden başlayayım, hangi yönünü yücelteyim bilemiyorum, ama bir yerden başlamalıyım ne dersiniz?
Bir defa açılış sekansının, usta işi olduğunu söylemek isterim. Bir vinç kamera ile İstanbul manzarasından Giovanni Agnelli İtalyan Hastanesi’nin bahçesine yapılan akıcı zum ve oğulları olduğunu sonradan öğreneceğimiz iki genç tarafından kovalanan, ancak bir türlü yakalanamayan Ahmet Amca’nın yer aldığı kaçış periyodu gerçekten izleyici için merak uyandırıcı ve akıcıydı. Konu basit bile sayılabilir; günümüz metropol hayatında, kendilerini doğurup büyüten, okutup hayata hazırlayan ebeveynlerini, adı huzurevi olan ancak basından hiç te huzurlu olmadıklarına defalarca şahit olduğumuz merkezlere terk eden çekirdek ailelerden, ki ben onlara “leblebi – çekirdek aile” diyorum ve geride kalan yaşlı insanların yaşadıklarından bahseden bir film Beyaz Melek. Açıkçası bir yönetmen için en zor ve en kolay filmlerdir tiyatro kökenli oyuncuların, hatta bu örnekte olduğu gibi duayenlerin oynadığı filmler. Zordur; yıllarını tiyatroya vermiş, komediden drama her rolü oynamış bir “usta”ya “senden bu sahnede şu duyguyu vermeni istiyorum” demek çok zordur. Kolaydır; oyuncular zaten usta olduklarından onlara senaryoyu vermek yeterli olur. Onlar ne yapması gerektiğini zaten biliyordur. İşte size “yönetmen” Mahsun Kırmızıgül’ün filmi çekerken yaşadığı ikilemin özeti…
Filmden akılda kalıcı birkaç noktaya da değinmek isterim. Yıldız Kenter’in film boyunca iki kez tekrarladığı ve Beyaz Melek ile konuştuğunu sandığı sahneler, bir tiyatrocunun ustalığını en iyi konuşturduğu “tirad”ın en güzel örnekleriydi kuşkusuz. Kenter’in zarafeti, inanç dolu söylemlerle süslü replikleri muhteşem ötesi idi. Kenter kadar olmasa da tek başına oyun sürüklemekte çok başarılı olan ve yakın zamanda ağır bir rahatsızlık yaşayan bir diğer usta, Nejat Uygur’un, emekli kumandan Erol Günaydın’a tekmil verdiği ve yolculukta tuvalet sırası bekleyen arkadaşlarına yellenme üzerine verdiği söylev ne kadar komikse, Erol Günaydın’ın huzurevinden ayrılışında sergilediği performans bir o kadar hüzün vericiydi. Kafileyi atlı bir grupla karşılama sahnesi, cirit oyununun sergilendiği ve görüntü yönetmeni Eyüp Boz’un kariyerinin en iyi işini çıkardığına inandığım sahneler görülmeye değerdi. Başlangıçta Mahsun Kırmızıgül’ün filminde çalışmayı kabul etmek istemeyen Eyüp Boz, eşinin ikna etmesiyle kadroya katılmış. Dürüst olmak gerekirse yenge hanım çok ta iyi etmiş! Bayan Boz’a çok teşekkür etmek lazım gelir. Tuz Gölü’nün, karlı bir ovayı andıran görüntüsü, Diyarbakır’lı gençlerin dileklerinin gerçekleşmesi amacıyla içine yanan çıralar koyarak Dicle Nehri’ne saldıkları karpuz kabukları, birlikten kuvvet doğar düşüncesinin uygulamadaki görünümü olan ve her bireyinin bir arada yaşadığı kalabalık aileler, adeta bir Anadolu Mozaiği Gösterisi gibiydi. Toron Karacaoğlu’nun yıllara meydan okuyan dupduru sesi, geçen yıllara rağmen hala değerinden zerre yitirmemiş. Abdurrahman Palay ve Hayri Esen ile birlikte dublajın krallarından olan Karacaoğlu, Türk Sinemasının birçok jönünü seslendirmişti 60’lı yıllarda. Ve Arif Erkin… İkinci Bahar’ın inatçı Urfalısı, Yabancı Damat’ın Memik Dedesi, burada da harika bir oyunculuk sergiliyor. Kansere yakalanmış, yöresinde dediği kanun olan güçlü bir ağanın çaresizliğini, yalnızca bakış ve mimiklerle anlatma kabiliyeti, Yaratıcı’nın O’na bahşettiği birçok özel yetenek açıkçası.
Birçok bölümüyle nefes kesici olduğunu söyleyebileceğim filmin yönetmeni, senaryosunun ve müziklerinin sahibi olarak Mahsun Kırmızıgül’le ilgili de bir şeyler söylemek gerektiğine inanıyorum. Almanların en ünlü şair ve düşünürü Volfgang Goethe’ye bir genç yaklaşır ve der ki: “Ben de bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Başlıyorum yazmaya, ama sonunu getiremiyorum. Sizin gibi güzel eserler ortaya koyamıyorum.” Üstad cevap verir: “Evlât; dolmadan taşamazsın!” Mahsun Kırmızıgül’ün taştığı noktadır Beyaz Melek! Bilinmeyen ama aslında hepimizin çok iyi bildiği bir el tarafından etnik ayrımcılığın kaşındığı ve araya ayrılık tohumlarının serpildiği şu günlerde, etnik milliyetçilik kolaycılığına kaçmadan, folklorik öğeler kullanarak dostluğu, kardeşliği, ana-ata sevgi ve saygısını anlatmak her babayiğidin harcı değil. Kırmızıgül bunu başarmış. Öyle bir dolmuş ki Goethe’nin tabiriyle, taşması da ancak böyle bir filmle olabilirmiş. Ama bundan sonra işi gerçekten zor… Çünkü çıtayı öyle bir yüksek tutmuş ki, eğer çekerse, bir sonraki filminde bu çizgiyi aşmayı denemesi gerekecek. “Eğer çekerse” diyorum, zira “Bakın, yapamaz diyordunuz yaptım. Hem de alâsını!..” deyip tekrar sanat dünyasının müzikal kulvarına geri dönebilir. Zor bir durum Mahsun Kırmızıgül için. Ama zoru sevdiğini Beyaz Melek’i çekerek göstermedi mi cümle âleme? Ülkemizin önümüzdeki yıl Oscar adayı filmi kesinlikle Beyaz Melek olmalıdır. Hatta bu başarılı filmin Devlet te arkasında olmalıdır. Takva (imdb puanı: 7,5 ) yapamazsa Beyaz Melek yapar bu işi… Mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum. Hala izlemedinizse eğer, ailece gidin ve keyifle izleyin. İtiraf edeyim DVDsi çıkar çıkmaz kesinlikle koleksiyonuma katacağım Beyaz Melek’i.
Önümüzdeki Cuma görüşünceye değin kucak dolusu sevgi ve muhabbetler sunuyorum.
Beyaz Melek’ten (imdb puanı: 7,3) bahsediyorum elbette… Açıkçası bu filme gitmeyi bu denli sürüncemede bırakmamın temel nedeni, Abdullah Bazencir’in bu ilk yönetmenlik denemesinin bir fiyasko olmasından korkuyor olmamdı. “Abdullah Bazencir mi? O da kim?” dediğinizi duyar gibiyim. Mahsun Kırmızıgül’ü, asıl adıyla zikrettim yalnızca. Son yıllarda üretkenlik kazanan, fakat “vurucu” statüsünde filme az rastladığımız Türk Sineması’nda, belki de yakın zamanda “başyapıt” kategorisine yükselecek bir eserle karşı karşıyayız sevgili okuyucular. Neresinden başlayayım, hangi yönünü yücelteyim bilemiyorum, ama bir yerden başlamalıyım ne dersiniz?
Bir defa açılış sekansının, usta işi olduğunu söylemek isterim. Bir vinç kamera ile İstanbul manzarasından Giovanni Agnelli İtalyan Hastanesi’nin bahçesine yapılan akıcı zum ve oğulları olduğunu sonradan öğreneceğimiz iki genç tarafından kovalanan, ancak bir türlü yakalanamayan Ahmet Amca’nın yer aldığı kaçış periyodu gerçekten izleyici için merak uyandırıcı ve akıcıydı. Konu basit bile sayılabilir; günümüz metropol hayatında, kendilerini doğurup büyüten, okutup hayata hazırlayan ebeveynlerini, adı huzurevi olan ancak basından hiç te huzurlu olmadıklarına defalarca şahit olduğumuz merkezlere terk eden çekirdek ailelerden, ki ben onlara “leblebi – çekirdek aile” diyorum ve geride kalan yaşlı insanların yaşadıklarından bahseden bir film Beyaz Melek. Açıkçası bir yönetmen için en zor ve en kolay filmlerdir tiyatro kökenli oyuncuların, hatta bu örnekte olduğu gibi duayenlerin oynadığı filmler. Zordur; yıllarını tiyatroya vermiş, komediden drama her rolü oynamış bir “usta”ya “senden bu sahnede şu duyguyu vermeni istiyorum” demek çok zordur. Kolaydır; oyuncular zaten usta olduklarından onlara senaryoyu vermek yeterli olur. Onlar ne yapması gerektiğini zaten biliyordur. İşte size “yönetmen” Mahsun Kırmızıgül’ün filmi çekerken yaşadığı ikilemin özeti…
Filmden akılda kalıcı birkaç noktaya da değinmek isterim. Yıldız Kenter’in film boyunca iki kez tekrarladığı ve Beyaz Melek ile konuştuğunu sandığı sahneler, bir tiyatrocunun ustalığını en iyi konuşturduğu “tirad”ın en güzel örnekleriydi kuşkusuz. Kenter’in zarafeti, inanç dolu söylemlerle süslü replikleri muhteşem ötesi idi. Kenter kadar olmasa da tek başına oyun sürüklemekte çok başarılı olan ve yakın zamanda ağır bir rahatsızlık yaşayan bir diğer usta, Nejat Uygur’un, emekli kumandan Erol Günaydın’a tekmil verdiği ve yolculukta tuvalet sırası bekleyen arkadaşlarına yellenme üzerine verdiği söylev ne kadar komikse, Erol Günaydın’ın huzurevinden ayrılışında sergilediği performans bir o kadar hüzün vericiydi. Kafileyi atlı bir grupla karşılama sahnesi, cirit oyununun sergilendiği ve görüntü yönetmeni Eyüp Boz’un kariyerinin en iyi işini çıkardığına inandığım sahneler görülmeye değerdi. Başlangıçta Mahsun Kırmızıgül’ün filminde çalışmayı kabul etmek istemeyen Eyüp Boz, eşinin ikna etmesiyle kadroya katılmış. Dürüst olmak gerekirse yenge hanım çok ta iyi etmiş! Bayan Boz’a çok teşekkür etmek lazım gelir. Tuz Gölü’nün, karlı bir ovayı andıran görüntüsü, Diyarbakır’lı gençlerin dileklerinin gerçekleşmesi amacıyla içine yanan çıralar koyarak Dicle Nehri’ne saldıkları karpuz kabukları, birlikten kuvvet doğar düşüncesinin uygulamadaki görünümü olan ve her bireyinin bir arada yaşadığı kalabalık aileler, adeta bir Anadolu Mozaiği Gösterisi gibiydi. Toron Karacaoğlu’nun yıllara meydan okuyan dupduru sesi, geçen yıllara rağmen hala değerinden zerre yitirmemiş. Abdurrahman Palay ve Hayri Esen ile birlikte dublajın krallarından olan Karacaoğlu, Türk Sinemasının birçok jönünü seslendirmişti 60’lı yıllarda. Ve Arif Erkin… İkinci Bahar’ın inatçı Urfalısı, Yabancı Damat’ın Memik Dedesi, burada da harika bir oyunculuk sergiliyor. Kansere yakalanmış, yöresinde dediği kanun olan güçlü bir ağanın çaresizliğini, yalnızca bakış ve mimiklerle anlatma kabiliyeti, Yaratıcı’nın O’na bahşettiği birçok özel yetenek açıkçası.
Birçok bölümüyle nefes kesici olduğunu söyleyebileceğim filmin yönetmeni, senaryosunun ve müziklerinin sahibi olarak Mahsun Kırmızıgül’le ilgili de bir şeyler söylemek gerektiğine inanıyorum. Almanların en ünlü şair ve düşünürü Volfgang Goethe’ye bir genç yaklaşır ve der ki: “Ben de bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Başlıyorum yazmaya, ama sonunu getiremiyorum. Sizin gibi güzel eserler ortaya koyamıyorum.” Üstad cevap verir: “Evlât; dolmadan taşamazsın!” Mahsun Kırmızıgül’ün taştığı noktadır Beyaz Melek! Bilinmeyen ama aslında hepimizin çok iyi bildiği bir el tarafından etnik ayrımcılığın kaşındığı ve araya ayrılık tohumlarının serpildiği şu günlerde, etnik milliyetçilik kolaycılığına kaçmadan, folklorik öğeler kullanarak dostluğu, kardeşliği, ana-ata sevgi ve saygısını anlatmak her babayiğidin harcı değil. Kırmızıgül bunu başarmış. Öyle bir dolmuş ki Goethe’nin tabiriyle, taşması da ancak böyle bir filmle olabilirmiş. Ama bundan sonra işi gerçekten zor… Çünkü çıtayı öyle bir yüksek tutmuş ki, eğer çekerse, bir sonraki filminde bu çizgiyi aşmayı denemesi gerekecek. “Eğer çekerse” diyorum, zira “Bakın, yapamaz diyordunuz yaptım. Hem de alâsını!..” deyip tekrar sanat dünyasının müzikal kulvarına geri dönebilir. Zor bir durum Mahsun Kırmızıgül için. Ama zoru sevdiğini Beyaz Melek’i çekerek göstermedi mi cümle âleme? Ülkemizin önümüzdeki yıl Oscar adayı filmi kesinlikle Beyaz Melek olmalıdır. Hatta bu başarılı filmin Devlet te arkasında olmalıdır. Takva (imdb puanı: 7,5 ) yapamazsa Beyaz Melek yapar bu işi… Mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum. Hala izlemedinizse eğer, ailece gidin ve keyifle izleyin. İtiraf edeyim DVDsi çıkar çıkmaz kesinlikle koleksiyonuma katacağım Beyaz Melek’i.
Önümüzdeki Cuma görüşünceye değin kucak dolusu sevgi ve muhabbetler sunuyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder