11 Şubat 2009 Çarşamba

025.07/07/2008 Sinopsis (Bolu Gazetesi)

Merhabalar. Bu hafta azıcık kendimle ilgili konuşmama müsaade edersiniz değil mi? Buna ister vicdan muhasebesi deyin, ister itiraf; ya da ne bileyim işte, sizin terminolojinizde yazacaklarımın manası neyse o…
Lise dönemimde tek arzum vardı: Gazeteci olmak! Hem de okullusundan! O dönemde, ki biz bu döneme “cilalı taş devri” adını veriyoruz(!), üniversitelerin ilgili bölümü Gazetecilik Yüksekokulu diye adlandırılırdı. Yani anlayacağınız İletişim Fakültesi’ne dönüşmemişti henüz. Lise’den mezun olup da arka arkaya girdiği iki üniversite sınavında da ilk tercihlerim hep gazetecilikle ilgili bölümlerdi. Cahil cesareti işte. Meslek Lisesi’nde okuduğunu hesaba katmadan yapılan beyhude tercihler umulana vardırmayınca, insan biraz daha akıllı başlı hareket etmenin gerekliliğini keşfediyor. Biraz acı oluyor elbette; hayatın birçok anı gibi. Şimdi geldiğim şu noktada çevremdeki bazı insanlardan, yerel bir gazetede yazıyor olmayı çok fazla önemsediğime dair tepkiler alıyorum. Yerel basının ne denli önemli bir kuvvet olduğuyla ilgili nutuk atacak değilim. Özellikle Bolumuz gibi nisbeten küçük memleketlerde yerel basının ehemmiyetini her kesimden insan zaten kavramıştır diye düşünüyorum. Benim durumuma dönersek, tamamen amatör ruhla sarıldığım bu köşe yazısı işi ve âcizane “karalamaya” çalıştığım satırların benim için önemi ta lise yıllarına dayanır. Biraz geç kalmış bir vasıtayı bu kez olsun kaçırmamak gibi görürüm yapmaya gayret sarf ettiğim bu işi. Ve birkaç olumlu söz, hatta “aslansın, kaplansın, sen bu işi iyi yaparsın” kıvamında, deyim yerindeyse verilen bir “ara gazı” modundaki söylemler dışında hiçbir maddi motivasyon unsuru beklemeksizin yapılan çalışmalar… İşte lise döneminden bugüne uzanan bir arzunun yansıması…
Durduk yerde bir lise öğrencisi neden gazeteci olmak ister derseniz eğer, onun da temelinde yatan bambaşka bir unsur olduğunu vurgulamak isterim. Herkesin ulaşamadığı insanlarla özel röportajlar yapmak, onlara herkesin sormak istediği, ancak bu fırsatı yakalayamadığı noktalardan sorular sorabilmek tutkusu… Ne bileyim, örneğin bir sporcu ve bir insan olarak eski Formula 1 pilotu Michael Schumacher ile ya da siyasetçi ve devlet adamı olarak Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro ile çok özel röportajlar yapmak, belki çok ütopik gelecek size, ama benim için ulaşılması çok güç fakat hazzı çok yüksek bir görev mertebesindedir. Bu tarz gazetecilerden ikisi idoldür benim için. Biri Leyla Umar, diğeri ise Reha Erus. Her iki gazeteci de “usta” sıfatını sonuna kadar hak eden insanlar. Leyla Umar için Ekşi Sözlük’te yapılan bir yorumu aynen aktarmak isterim:
“Türk basın tarihine damgasını öyle ya da böyle vurmuş bir kadındır. Kadın olması gerçek anlamda önemlidir çünkü Türk basın tarihinde, matbuat dendiği dönemde de basın dendiği dönemde de medya dendiği dönemde de böyle bir kadın gazeteci görülmemiştir. Fidel röportajıyla tanınmakla birlikte, yirminci yüz yıla damgasını vurmuş yerli yabancı akla gelebilecek hemen hemen herkesle röportaj yapmış, kimileri ile yakın dostluk kurmuştur. Bir dönem ki bayağı uzun bir dönemdir (46 sene kadar), Refik Erduran’la evli kalmıştır. Uzunca bir süre Hollywood’da yaşamış, bir dönem BBC’de çalışmıştır. Henüz ilk filminde Robert de Niro ile tanışmış, röportaj yapmıştır. Tanışmış derken yakın dostu Elia Kazan’ın yönettiği filmin son sahnesinin çekilmesi şerefine verilen partide Robert de Niro ile oturmuş, sohbet etmiştir. Ayrıca Elizabeth Taylor’la birlikte yat gezisi yapacak kadar yakınlaşmış, Humeyni ile İran’da Şah’ın devrilmesinin ilk gününde, henüz Humeyni iktidarı devralmadan önce röportaj yapmış ve dünyada devrim sonrası Humeyni ile görüşen ilk gazeteci olmuştur. Bir çırpıda aklıma gelen diğer Leyla Umar röportajları ise; Nelson Mandela, İdi Amin, Yaser Arafat, Şah Rıza Pehlevi vb. Türkiye’de Abdi İpekçi’nin çocukluk yıllarından başlamak üzere röportaj yapmadığı ya da yakından tanımadığı isim yok gibidir. Türkiye’deki röportaj yelpazesi Cemil İpekçi’den Kenan Evren’e uzanmaktadır. Leyla Umar’ın bir diğer özelliği ise medya dışındaki gözler tarafından fark edilmemesine rağmen Türk medyasını avucunun içinde tutan bir gazeteci olmasıdır. Camia içerisinde yer almasını istemediği insan kolay kolay hiçbir medya organında kendine yer bulamaz. Bu derece kudretli bir güce sahiptir.” Böyle bir ustanın yerinde kim olmak istemez ki?!
Aslında tüm bunları yazmama neden olan kişiye gelmek istiyorum. Kabul ediyorum; labirent gibi oldu. “Yeter, beyninin karanlık dehlizlerinde kaybolmak üzereyiz!” diyorsanız, biraz daha sabır, bitiyor.
Geçtiğimiz günlerde elime Şebnem Ferah’ın 2007 yılında Bostancı Gösteri Merkezi’nde verdiği konserin kaydı ulaştı. Neredeyse bir solukta izlediğim konserin sonunda geldiğim noktada, Leyle Umar gibi bir usta olsaydım Türkiye’de röportaj yapmak isteyeceğim yegâne insanın Şebnem Ferah olacağını fark ettim. Sahneden yansıttığı ışık, yaydığı enerji, tüm “sanatçı”lara örnek teşkil eder. Şarkılarını sözlerinin neredeyse tamamını kendisi yazan, yazarken de piyasa işi “hop terelelli” tarzı yerine felsefi derinliği olan sözleri yeğleyen Ferah’ın sahne performansı son derece etkileyici. Özellikle Bostancı’daki bu konser performansı sırasında söylediği “İyi – Kötü (Dans Pisti)” adlı şarkıda izleyicilerden biri ile ettiği dans ve bu dansın çevresindekilere yaydığı enerji müthişti… Açıkçası, kim ne derse desin, Şebnem Ferah uzun yıllardır ülkemizin hasret çektiğine inandığım, gerçek bir sanatçı ve iyi bir insan. Her ne kadar medyada O’nu çok sık görmesek de… Kim bilir belki bir gün Bolu’ya yolu düşer de onunla tanışma şansını yakalarım, ne dersiniz?
Sabrınız için teşekkür ediyor, haftaya tekrar bir araya gelebilmeyi umuyorum. Hoşça kalın.

Hiç yorum yok:

161 - 25.09.2025 - DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ (Göynük Gazetesi)

  DALLAS'TAN TİKTOK'A KUŞAKLARIN İZLEME SERÜVENİ ...