Sevgiler sunarak yeni haftanın hepinize sağlık ve mutluluk getirmesini diliyorum.
Bir süredir aklımı fazlaca kurcalayan bir durumu sizlerle paylaşma isteği duyuyorum. Aslında bu yazıyı geçen hafta okuyacaktınız, ancak Anayasa Mahkemesi'nde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca açılan kapatma davasına ithafen yazdığımı düşünmenizi istemediğimden, bu duruma bir hafta gem vurdum ve konuya bu hafta yer vermeyi uygun gördüm. Adalete intikal etmiş bir konu üzerinde yorum yapmak doğru değildir de, demokrasilerde partilere bir “ders verilmesi” gerekiyorsa bunu halkın, seçim sandığı ve “Evet” mührü ile yapmasından yana olduğumu deklare etmeden de içim rahat etmez. Yazımın konusunu da aslında “genel muhalif duruş” diyebileceğim hayata bakış tarzı oluşturuyor.
Farkında mısınız, dünyada ve maalesef ülkemizde de muhalefet ne kadar azaldı? Yapıcı muhalefetten bahsediyorum; demokrasilerde çok önemli bir kuvvet olan ve sivil toplum kuruluşlarını, iktidar dışındaki siyasi oluşumları, medyayı hatta müzisyenler başta olmak kaydı ile sanatçıları içine alan muhalif duruştan... Benim özellikle vurgulamak istediğim ise müzisyenler. Özellikle genç okuyucularımın, Metallica'yı duymuş olduğunu varsayıyorum. Ve dahi Megadeth'i. “Neden özellikle bu iki heavy-metal müzik grubu?” derseniz, kuruluş günlerinde en protest duruşu sergileyenler olduğu içindir. Özellikle Megadeth; grubun lideri pozisyonundaki Dave Mustaine'in ABD'nin uyguladığı militarist politikalara karşı olan sert duruşu ile, George Bush Sr. (bu baş belalarından baba rolünde olanı!) ve yönetimini epeyce ağır şarkı sözleri ve sert müziği ile bir hayli yıpratmış bir grup. Yavru Bush'un ilk başkanlık döneminde Mustaine'nin, kendisi ile yapılan bir söyleşide, grubun ilk yıllarına atıfta bulunarak “O yıllarda George Bush'un uyguladığı politikaları sert bir tarzda protesto ediyorduk. Bugün gelinen noktada, Bush'un oğlu başkan ve o günlerde eleştirdiklerimizden kat be kat fazlasını yapıyor.” mealinde bir söylemde bulunduğunu okumuştum. Buram buram bezginlik kokan bu açıklama, Megadeth'in ve o meşhur muhalif duruşunun çöküşünün ilanı idi benim için. Zaten yıllar içinde grubun müziği bir hayli yumuşamış, hızlı akorlarına alışık olduğumuz grup, neredeyse balad yapacak kıvama gerilemişti. Metallica'nın da birkaç ufak nüans dışında, Megadeth'in gerilemesinden farkı yok muhalif duruş bağlamında. Nerede Vietnam savaşı'nın kirli yüzünü anlatan “One” adlı şarkının Metallica'sı, nerede günümüzün “piyasa işi rock” yapan Metallica'sı. Elbette işin bir de ekonomik boyutu var. Bahsettiğim iki grup ta, müziğe başladıkları ilk yıllarda fazlası ile içe kapanık, fakat alabildiğine özgür bir ortamda idiler. Belki fazla kazanmıyorlardı ama hani klasik Yeşilçam repliğindeki gibiydiler: Fakir ama onurlu... Günden güne daha geniş kitlelerce tanınır oldular, büyük plak şirketlerinin dikkatini çektiler, işte o zamandan itibaren, başlangıçtaki protest tavır yerini, etliye sütlüye daha az dokunan bir tavra dönüşmeye başladı. Uzun lafın kısası, kapitalizm bu muhalif arkadaşları da esir aldı maalesef.
Sinemaya gelirsek eğer, tek ve en büyük muhalifi anmadan geçmek ayıp olur! Michael Moore'dan bahsediyorum. Benim Cici Silahım ile Amerikan Toplumu'nun önüne geçilmez silahlanma arzusunu irdeleyen, Fahrenheit 9/11'de kurmaca olduğu herkesçe malum olan 11 Eylül sürecini işleyen, şu günlerde ise Amerikan Sağlık Sisteminin, akla sığmaz yönlerini Sicko yani Hasta adlı belgeseli ile “hırpalamaya” gayret eden uslanmaz muhalif Michael Moore, televizyona yaptığı ve her bölümünde ABD'nin ayrı bir kangrenini ekranlara taşıdığı programı ile ülkemizde de geniş bir hayran kitlesi oluşturmuştu. Belgesel dediysek, her daim görmeye aşina olduğumuz “gazel kaçar, çita onu yakalar ve bir güzel yer” tarzı “doğa” belgeselleri gibi değil Michael Moore'nin belgeselleri... Gerçi maalesef O da bir çeşit “ince ayar”dan geçmiş gibi geliyor bana. Zira onun da eski sert tarzından eser yok. Bunda Moore'nin kendi silahı ile vurulmasının payı büyük diye düşünüyorum. Yok yok, suikaste uğramadı, henüz! Susturulması için silahla O'nu zorlamak yerine, Michael Moore Hates America (Michael Moore Amerika'dan Nefret Ediyor), Shooting Michael Moore (Michael Moore'yi Vurmak), Manufacturing Dissent (Muhalefetin Üretimi) ve Celsius 41.11 gibi anti-Moore filmlerle kamuoyu oluşturmak daha akılcı bir çözüm elbette “Şahinler Kanadı” için. Dünyanın bazı bölgelerinde yüksek teknoloji ürünü silahları ve rezil paralı askerlerinin insanlık dışı uygulamalarıyla hükümranlık kurmayı adet edinen ABD'nin, bazı bölgelerde de ahlaki yozlaşmayı hızlandırarak toplumun direncini kırabilmek adına Hollywood'un bazı aşırı unsurlarını kullandığı herkesçe aşikar. Ateşi bol olsun ABD'nin eski başkanlarından, Hollywood eskisi Reagan, o günlerde dağılma sürecine henüz girmemiş olan SSCB'nin lideri Gorbatchov ile yaptığı ve silâhsızlanma temeline dayanan zirve toplantılardan birinde; sanırım İzlanda'nın başkenti Rejkyavik'te yapılan toplantıda; Gorbatchov'a bir öneri sunar. Önerinin temelinde, kültürel değişim amacıyla SSCB'deki sinema salonlarında Amerikan filmlerinin oynatılmasını talep eder, hatta diretir Ronald Reagan. Gorbatchov tek şartının olduğunu, Sovyet sinemasının ürünlerinin de ABD'de sinemalarda rahatça izlenebilmesi halinde bunu kabul edebileceğini söyler. Binbir türlü pazarlığın ardından öneri ABD'nin direttiği yönde kabul görür. Daha sonra olan biten herkesçe malum. Dağılan bir ülke, parasını ve giderek şerefini kaybeden halk... Ne diyelim; uyanık olmak lazım.
Bu haftalık söyleyeceklerimize virgül koyalım. İletişim adresimizden bihaber olmayın. E-posta adresimiz sinopsis.bolugazetesi@gmail.com her daim emrinizde. Haftaya tekrar görüşelim. Sağlık ve mutluluk sizinle olsun.
Bir süredir aklımı fazlaca kurcalayan bir durumu sizlerle paylaşma isteği duyuyorum. Aslında bu yazıyı geçen hafta okuyacaktınız, ancak Anayasa Mahkemesi'nde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca açılan kapatma davasına ithafen yazdığımı düşünmenizi istemediğimden, bu duruma bir hafta gem vurdum ve konuya bu hafta yer vermeyi uygun gördüm. Adalete intikal etmiş bir konu üzerinde yorum yapmak doğru değildir de, demokrasilerde partilere bir “ders verilmesi” gerekiyorsa bunu halkın, seçim sandığı ve “Evet” mührü ile yapmasından yana olduğumu deklare etmeden de içim rahat etmez. Yazımın konusunu da aslında “genel muhalif duruş” diyebileceğim hayata bakış tarzı oluşturuyor.
Farkında mısınız, dünyada ve maalesef ülkemizde de muhalefet ne kadar azaldı? Yapıcı muhalefetten bahsediyorum; demokrasilerde çok önemli bir kuvvet olan ve sivil toplum kuruluşlarını, iktidar dışındaki siyasi oluşumları, medyayı hatta müzisyenler başta olmak kaydı ile sanatçıları içine alan muhalif duruştan... Benim özellikle vurgulamak istediğim ise müzisyenler. Özellikle genç okuyucularımın, Metallica'yı duymuş olduğunu varsayıyorum. Ve dahi Megadeth'i. “Neden özellikle bu iki heavy-metal müzik grubu?” derseniz, kuruluş günlerinde en protest duruşu sergileyenler olduğu içindir. Özellikle Megadeth; grubun lideri pozisyonundaki Dave Mustaine'in ABD'nin uyguladığı militarist politikalara karşı olan sert duruşu ile, George Bush Sr. (bu baş belalarından baba rolünde olanı!) ve yönetimini epeyce ağır şarkı sözleri ve sert müziği ile bir hayli yıpratmış bir grup. Yavru Bush'un ilk başkanlık döneminde Mustaine'nin, kendisi ile yapılan bir söyleşide, grubun ilk yıllarına atıfta bulunarak “O yıllarda George Bush'un uyguladığı politikaları sert bir tarzda protesto ediyorduk. Bugün gelinen noktada, Bush'un oğlu başkan ve o günlerde eleştirdiklerimizden kat be kat fazlasını yapıyor.” mealinde bir söylemde bulunduğunu okumuştum. Buram buram bezginlik kokan bu açıklama, Megadeth'in ve o meşhur muhalif duruşunun çöküşünün ilanı idi benim için. Zaten yıllar içinde grubun müziği bir hayli yumuşamış, hızlı akorlarına alışık olduğumuz grup, neredeyse balad yapacak kıvama gerilemişti. Metallica'nın da birkaç ufak nüans dışında, Megadeth'in gerilemesinden farkı yok muhalif duruş bağlamında. Nerede Vietnam savaşı'nın kirli yüzünü anlatan “One” adlı şarkının Metallica'sı, nerede günümüzün “piyasa işi rock” yapan Metallica'sı. Elbette işin bir de ekonomik boyutu var. Bahsettiğim iki grup ta, müziğe başladıkları ilk yıllarda fazlası ile içe kapanık, fakat alabildiğine özgür bir ortamda idiler. Belki fazla kazanmıyorlardı ama hani klasik Yeşilçam repliğindeki gibiydiler: Fakir ama onurlu... Günden güne daha geniş kitlelerce tanınır oldular, büyük plak şirketlerinin dikkatini çektiler, işte o zamandan itibaren, başlangıçtaki protest tavır yerini, etliye sütlüye daha az dokunan bir tavra dönüşmeye başladı. Uzun lafın kısası, kapitalizm bu muhalif arkadaşları da esir aldı maalesef.
Sinemaya gelirsek eğer, tek ve en büyük muhalifi anmadan geçmek ayıp olur! Michael Moore'dan bahsediyorum. Benim Cici Silahım ile Amerikan Toplumu'nun önüne geçilmez silahlanma arzusunu irdeleyen, Fahrenheit 9/11'de kurmaca olduğu herkesçe malum olan 11 Eylül sürecini işleyen, şu günlerde ise Amerikan Sağlık Sisteminin, akla sığmaz yönlerini Sicko yani Hasta adlı belgeseli ile “hırpalamaya” gayret eden uslanmaz muhalif Michael Moore, televizyona yaptığı ve her bölümünde ABD'nin ayrı bir kangrenini ekranlara taşıdığı programı ile ülkemizde de geniş bir hayran kitlesi oluşturmuştu. Belgesel dediysek, her daim görmeye aşina olduğumuz “gazel kaçar, çita onu yakalar ve bir güzel yer” tarzı “doğa” belgeselleri gibi değil Michael Moore'nin belgeselleri... Gerçi maalesef O da bir çeşit “ince ayar”dan geçmiş gibi geliyor bana. Zira onun da eski sert tarzından eser yok. Bunda Moore'nin kendi silahı ile vurulmasının payı büyük diye düşünüyorum. Yok yok, suikaste uğramadı, henüz! Susturulması için silahla O'nu zorlamak yerine, Michael Moore Hates America (Michael Moore Amerika'dan Nefret Ediyor), Shooting Michael Moore (Michael Moore'yi Vurmak), Manufacturing Dissent (Muhalefetin Üretimi) ve Celsius 41.11 gibi anti-Moore filmlerle kamuoyu oluşturmak daha akılcı bir çözüm elbette “Şahinler Kanadı” için. Dünyanın bazı bölgelerinde yüksek teknoloji ürünü silahları ve rezil paralı askerlerinin insanlık dışı uygulamalarıyla hükümranlık kurmayı adet edinen ABD'nin, bazı bölgelerde de ahlaki yozlaşmayı hızlandırarak toplumun direncini kırabilmek adına Hollywood'un bazı aşırı unsurlarını kullandığı herkesçe aşikar. Ateşi bol olsun ABD'nin eski başkanlarından, Hollywood eskisi Reagan, o günlerde dağılma sürecine henüz girmemiş olan SSCB'nin lideri Gorbatchov ile yaptığı ve silâhsızlanma temeline dayanan zirve toplantılardan birinde; sanırım İzlanda'nın başkenti Rejkyavik'te yapılan toplantıda; Gorbatchov'a bir öneri sunar. Önerinin temelinde, kültürel değişim amacıyla SSCB'deki sinema salonlarında Amerikan filmlerinin oynatılmasını talep eder, hatta diretir Ronald Reagan. Gorbatchov tek şartının olduğunu, Sovyet sinemasının ürünlerinin de ABD'de sinemalarda rahatça izlenebilmesi halinde bunu kabul edebileceğini söyler. Binbir türlü pazarlığın ardından öneri ABD'nin direttiği yönde kabul görür. Daha sonra olan biten herkesçe malum. Dağılan bir ülke, parasını ve giderek şerefini kaybeden halk... Ne diyelim; uyanık olmak lazım.
Bu haftalık söyleyeceklerimize virgül koyalım. İletişim adresimizden bihaber olmayın. E-posta adresimiz sinopsis.bolugazetesi@gmail.com her daim emrinizde. Haftaya tekrar görüşelim. Sağlık ve mutluluk sizinle olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder