Sevgiyle merhaba. Geçen hafta planladığımız ve söz verdiğimiz üzere 2008 yılı yapımı Jumper (Atlayıcılar) adlı filmin değerlendirmesi ile başlamak istiyorum.
Başrollerinde Hayden Christensen, Samuel L. Jackson ve Rachel Bilson'un oynadığı filmde Murder at 1600 (Beyaz Saray'da Cinayet), Unfaithful(Sadakatsiz)ve Judge Dredd (Yargıç Dredd) gibi filmlerinden tanıdığımız Diane Lane de konuk oyuncu olarak boy gösteriyor. Filmin yönetmeni ise Mr. And Mrs. Smith (Bay ve Bayan Smith) ve Bourne Identity(Geçmişi Olmayan Adam) adlı filmlerin de yönetmeni olan Doug Liman. Filmde Jumpers (Atlayıcılar) denilen ve hiçbir ekipmana ihtiyaç duymaksızın istediği mekana anında gidebilen insanlar ile onları avlamayı kendilerine birincil iş edinmiş Paladins (İzleyiciler) arasındaki mücadele anlatılıyor. Arka planda ise Hollywood'un hiçbir macera filminde vazgeçemediği “aşk” olgusu, filmin olmazsa olmazı olarak duruyor! Konu ilginç: İnsanoğlunun yüzyıllardır isteyip bir türlü başaramadığı ışınlanma üzerine... Atlayıcıların bu “yeteneğe” nasıl sahip olduğu ise maalesef bir muamma. Bu bağlamda diğer süper yetenekli kahramanların anlatıldığı filmlerden en büyük farkını görüyoruz Jumper'ın. Standart bir süper kahraman filminde, sıradan insanların süper yeteneklere sahip olabilmesinin üç temel nedeni vardır: Ya kahramanımız dünya dışı bir varlıktır (Superman), ya genetik bir bozukluk sonucu (X-Men) ya da bir deneyin ters gitmesi nedeni ile (Fantastic Four) bu yeteneği edinmiştir. Süper kahraman filmlerindeki ana tema olan “süper güçleri olan kahramanımız, her daim ihtiyacı olanların yardımına koşar. Sahip olduğu muhteşem gücü / yeteneği asla kişisel menfaatleri için kullanmaz.” düşüncesinin tam aksini savunan bir süper yetenek olan David Rice (Hayden Christensen) ile tanışıyoruz Jumpers'da. Süper yetenek diyorum çünkü Rice'nin kahramanlığının sınırı, sevgilisini İzleyicilerin en güçlüsü olan Roland'dan (Samuel L. Jackson) kurtarmaktan ibaret. Bunu, televizyonda gördüğü sel haberine kayıtsız kalmasından anlıyoruz Rice'nin. Aynı zamanda Rice; soyulması imkânsız bankaların, girilmesi imkânsız kasalarına girip istediği kadar parayı alabilen, sabah süper lüks rezidansından çıkıp yağmurlu bir Londra akşamında pubdan soğuk İngiliz kızlarını ayarlayan, hemen akabinde Fiji sahillerinde dev dalgalarda sörf yapan ve öğle yemeği için piramitlerin gölgesindeki Sfenks'in tepesinde mola verip akşamın ilk saatlerinde rezidansına geri dönen, beleş yaşamayı adet haline getirmiş biri... Beş yaşındayken annesi tarafından terk edilen David Rice, “atlama” yeteneği sayesinde çalışıp para kazanmaya ve seyahat için bilet alıp pasaport kontrollerinde saatler harcamaya gereksinim duymuyor. Akıcı temposu, sağlam kurgusu, akıl almaz sahnelerle bezeli özel efektleri ile seyir zevkinizi gıdıklayacak bir film Jumper. İzlemenizi tavsiye ediyorum.
Üzerinde fikir beyan edeceğim diğer film ise bir yerli yapım. Hem de 3,5 milyondan fazla izleyiciye ulaşmış bir komedi: Recep İvedik'ten bahsediyorum. Neresinden başlayayım bilmiyorum. Zira neresinden tutsanız elinizde kalacak kadar “boş” bir film. Bakmayın siz Şahan Gökbakar'ın “Herkesin içinde bir Recep İvedik vardır. Biz onu dışa vurduk” tarzı buram buram sosyoloji kokan demeçlerine. Zira film hakikaten bomboş. Çok klişe olacak ama, özellikle şu günlerde ihtiyaç hissedilen toplumsal taşlama yapan komedyenlere olan hasreti körükleyen, güldürürken düşündüren komedyenlerin ölüm ilanı diyebileceğim bir film adeta. Şahan Gökbakar'ın TV8'de bir yarışma programı sunarken “Dikkat Şahan Çıkabilir” adlı başarılı komedi şovunu hazırlaması ile başlayan televizyon serüveni, bu komedi şovunun ATV televizyonuna geçmesi ile yavaş yavaş düşüşe geçerken, programın prime time tabir edilen en çok TV izlenen vakitte değil de gece yarısından sonraya denk gelen vakitlere kaydırılması ile düşüşte zirve yaptı. Bu dönemde yeteneğinden çok Doğa Rutkay ile yaşadığı ilişki ile gündeme gelen Şahan, daha sonraki dönemde Okan Bayülgenvari talk-şovu ile NTV ekranlarına geldi. Bu şovun skeçlerini, TV8 günlerinden beri programında görmeye aşina olduğumuz “ağzının kenarındaki sigara izmariti ile cam kenarında oturan adam”a yani Recep İvedik'e yıkan komedyeni şu günlerde Kanal 1 televizyonunda yayımlanan Kolay Gelsin adlı doğaçlama komedi dizisinde izliyoruz. Kişisel kanaatim Şahan Gökbakar'ın düşüşteki kariyerinde dibe vurmasının ilanıdır Recep İvedik adlı bu film. Filmin bu denli çok izleyiciye ulaşması da yanıltıcıdır. Zira iddia ediyorum; amatör kamera ile çekilecek herhangi bir film de medyada bu denli reklamı pompalansa, en az bu kadar izleyiciye ulaşırdı. İzleyiciye hiçbir şey vermeyen, saçma sapan bir film R. İvedik. Ayrıca bir ilginç nokta daha var: Bu Recep İvedik tiplemesi üçkâğıtçı, açıkgöz bir pislik (bakınız Kim 500bin İstemez ki? Adlı yarışma skecine) değil miydi? Bir cüzdan buldu diye yüzlerce kilometre yol tepebilecek bir namus ve şeref timsaline ne ara dönüşüverdi?!? Gelelim yönetmen koltuğundaki Togan Gökbakar'a. Togan, Şahan'ın kardeşi. İlk filmini izlediğimde “tamam” demiştim, “Türk Sineması aradığı taze kanı buldu galiba”. Yanılmışım. Togan, ağabeyi Şahan tarafından parası verilse klip bile çeker! Bu arada Togan Gökbakar'ın ilk filmi, başarılı bir gerilim olan 2006 yılı yapımı Gen'di, onu da söyleyeyim. Kariyerini yönetmenlik üzerine kuracak birinin Gen gibi özenli bir yapımdan sonra bu denli boş bir filmi yönetmesi saçmalıktan başka bir şey değil bence. Tekrar etmek gerekirse eğer, bir filmin çok kişi tarafından izlenmiş olması o filmin kalitesi ile hiçbir şekilde alakalı değildir. Asıl kalite, izleyiciye birşeyler verebilen, söylenmemişleri söyleyen (ya da söyleyebilen) bir yapım olmak ile ölçülür. Kurtlar Vadisi Irak'ın bile bir felsefesi vardı yahu!!!
Coştum yine... Sizlere hoşçakalın demeden önce, yakın zamanda kişisel internet sitemin hazır olacağını belirtmeliyim. Tamamen amatör bakış açısıyla hazırlanan sitemin adresini, hazır olur olmaz sizlerle paylaşacağım. Haftaya Pazartesi günü yeniden buluşmayı diliyor, sizlere sağlık, mutluluk ve şans dolu günler temenni ediyorum.
Başrollerinde Hayden Christensen, Samuel L. Jackson ve Rachel Bilson'un oynadığı filmde Murder at 1600 (Beyaz Saray'da Cinayet), Unfaithful(Sadakatsiz)ve Judge Dredd (Yargıç Dredd) gibi filmlerinden tanıdığımız Diane Lane de konuk oyuncu olarak boy gösteriyor. Filmin yönetmeni ise Mr. And Mrs. Smith (Bay ve Bayan Smith) ve Bourne Identity(Geçmişi Olmayan Adam) adlı filmlerin de yönetmeni olan Doug Liman. Filmde Jumpers (Atlayıcılar) denilen ve hiçbir ekipmana ihtiyaç duymaksızın istediği mekana anında gidebilen insanlar ile onları avlamayı kendilerine birincil iş edinmiş Paladins (İzleyiciler) arasındaki mücadele anlatılıyor. Arka planda ise Hollywood'un hiçbir macera filminde vazgeçemediği “aşk” olgusu, filmin olmazsa olmazı olarak duruyor! Konu ilginç: İnsanoğlunun yüzyıllardır isteyip bir türlü başaramadığı ışınlanma üzerine... Atlayıcıların bu “yeteneğe” nasıl sahip olduğu ise maalesef bir muamma. Bu bağlamda diğer süper yetenekli kahramanların anlatıldığı filmlerden en büyük farkını görüyoruz Jumper'ın. Standart bir süper kahraman filminde, sıradan insanların süper yeteneklere sahip olabilmesinin üç temel nedeni vardır: Ya kahramanımız dünya dışı bir varlıktır (Superman), ya genetik bir bozukluk sonucu (X-Men) ya da bir deneyin ters gitmesi nedeni ile (Fantastic Four) bu yeteneği edinmiştir. Süper kahraman filmlerindeki ana tema olan “süper güçleri olan kahramanımız, her daim ihtiyacı olanların yardımına koşar. Sahip olduğu muhteşem gücü / yeteneği asla kişisel menfaatleri için kullanmaz.” düşüncesinin tam aksini savunan bir süper yetenek olan David Rice (Hayden Christensen) ile tanışıyoruz Jumpers'da. Süper yetenek diyorum çünkü Rice'nin kahramanlığının sınırı, sevgilisini İzleyicilerin en güçlüsü olan Roland'dan (Samuel L. Jackson) kurtarmaktan ibaret. Bunu, televizyonda gördüğü sel haberine kayıtsız kalmasından anlıyoruz Rice'nin. Aynı zamanda Rice; soyulması imkânsız bankaların, girilmesi imkânsız kasalarına girip istediği kadar parayı alabilen, sabah süper lüks rezidansından çıkıp yağmurlu bir Londra akşamında pubdan soğuk İngiliz kızlarını ayarlayan, hemen akabinde Fiji sahillerinde dev dalgalarda sörf yapan ve öğle yemeği için piramitlerin gölgesindeki Sfenks'in tepesinde mola verip akşamın ilk saatlerinde rezidansına geri dönen, beleş yaşamayı adet haline getirmiş biri... Beş yaşındayken annesi tarafından terk edilen David Rice, “atlama” yeteneği sayesinde çalışıp para kazanmaya ve seyahat için bilet alıp pasaport kontrollerinde saatler harcamaya gereksinim duymuyor. Akıcı temposu, sağlam kurgusu, akıl almaz sahnelerle bezeli özel efektleri ile seyir zevkinizi gıdıklayacak bir film Jumper. İzlemenizi tavsiye ediyorum.
Üzerinde fikir beyan edeceğim diğer film ise bir yerli yapım. Hem de 3,5 milyondan fazla izleyiciye ulaşmış bir komedi: Recep İvedik'ten bahsediyorum. Neresinden başlayayım bilmiyorum. Zira neresinden tutsanız elinizde kalacak kadar “boş” bir film. Bakmayın siz Şahan Gökbakar'ın “Herkesin içinde bir Recep İvedik vardır. Biz onu dışa vurduk” tarzı buram buram sosyoloji kokan demeçlerine. Zira film hakikaten bomboş. Çok klişe olacak ama, özellikle şu günlerde ihtiyaç hissedilen toplumsal taşlama yapan komedyenlere olan hasreti körükleyen, güldürürken düşündüren komedyenlerin ölüm ilanı diyebileceğim bir film adeta. Şahan Gökbakar'ın TV8'de bir yarışma programı sunarken “Dikkat Şahan Çıkabilir” adlı başarılı komedi şovunu hazırlaması ile başlayan televizyon serüveni, bu komedi şovunun ATV televizyonuna geçmesi ile yavaş yavaş düşüşe geçerken, programın prime time tabir edilen en çok TV izlenen vakitte değil de gece yarısından sonraya denk gelen vakitlere kaydırılması ile düşüşte zirve yaptı. Bu dönemde yeteneğinden çok Doğa Rutkay ile yaşadığı ilişki ile gündeme gelen Şahan, daha sonraki dönemde Okan Bayülgenvari talk-şovu ile NTV ekranlarına geldi. Bu şovun skeçlerini, TV8 günlerinden beri programında görmeye aşina olduğumuz “ağzının kenarındaki sigara izmariti ile cam kenarında oturan adam”a yani Recep İvedik'e yıkan komedyeni şu günlerde Kanal 1 televizyonunda yayımlanan Kolay Gelsin adlı doğaçlama komedi dizisinde izliyoruz. Kişisel kanaatim Şahan Gökbakar'ın düşüşteki kariyerinde dibe vurmasının ilanıdır Recep İvedik adlı bu film. Filmin bu denli çok izleyiciye ulaşması da yanıltıcıdır. Zira iddia ediyorum; amatör kamera ile çekilecek herhangi bir film de medyada bu denli reklamı pompalansa, en az bu kadar izleyiciye ulaşırdı. İzleyiciye hiçbir şey vermeyen, saçma sapan bir film R. İvedik. Ayrıca bir ilginç nokta daha var: Bu Recep İvedik tiplemesi üçkâğıtçı, açıkgöz bir pislik (bakınız Kim 500bin İstemez ki? Adlı yarışma skecine) değil miydi? Bir cüzdan buldu diye yüzlerce kilometre yol tepebilecek bir namus ve şeref timsaline ne ara dönüşüverdi?!? Gelelim yönetmen koltuğundaki Togan Gökbakar'a. Togan, Şahan'ın kardeşi. İlk filmini izlediğimde “tamam” demiştim, “Türk Sineması aradığı taze kanı buldu galiba”. Yanılmışım. Togan, ağabeyi Şahan tarafından parası verilse klip bile çeker! Bu arada Togan Gökbakar'ın ilk filmi, başarılı bir gerilim olan 2006 yılı yapımı Gen'di, onu da söyleyeyim. Kariyerini yönetmenlik üzerine kuracak birinin Gen gibi özenli bir yapımdan sonra bu denli boş bir filmi yönetmesi saçmalıktan başka bir şey değil bence. Tekrar etmek gerekirse eğer, bir filmin çok kişi tarafından izlenmiş olması o filmin kalitesi ile hiçbir şekilde alakalı değildir. Asıl kalite, izleyiciye birşeyler verebilen, söylenmemişleri söyleyen (ya da söyleyebilen) bir yapım olmak ile ölçülür. Kurtlar Vadisi Irak'ın bile bir felsefesi vardı yahu!!!
Coştum yine... Sizlere hoşçakalın demeden önce, yakın zamanda kişisel internet sitemin hazır olacağını belirtmeliyim. Tamamen amatör bakış açısıyla hazırlanan sitemin adresini, hazır olur olmaz sizlerle paylaşacağım. Haftaya Pazartesi günü yeniden buluşmayı diliyor, sizlere sağlık, mutluluk ve şans dolu günler temenni ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder